"Turkish Society and Culture" / Birinci Bölüm-6
"KAYI" MESELESİ
Ankara Savaşı öncesinde Timur, Yıldırım Bayezid'e yazdığı mektuplardan birinde, Osmanlı "soyuna" hakaret eder. Köprülü bunu şöyle özetler: "Timur, Yıldırım Bayezid'i tehdit ve tahkir maksadiyle gönderdiği bir mektupta, onun 'gemici' bir Türkmen neslinden geldiğinin kendisince malûm olduğunu ve bütün Mısır, Suriye, Anadolu halkının da bunu bildiğini" ifade eder.
...Sırf hakaret maksadını güden bu ifadenin tarihî bir ehemmiyet ve kıymeti olamayacağı, pek tabiîdir. Bizanslı tarihçi Chalcocandilas, Osman'ı, "1298'de donanması ile Mora, Eğriboz ve Şarkî Yunanistan'ı tehdit eden Oğuz reisi Ertuğrul'un oğlu ve ‘1310'daki Rodos seferinin kahramanı gibi göstermiş ise de, XVIII. asırda Hezarfen Hüseyin'in de tekrarladığı bu rivayetin essassızlığını H. A. Gibbons daha yıllarca evvel meydana koymuştu (Köprülü, Osmanlı, 285 d.n.105).
Timur'un hakaretinin bir "tarihî doğru" içermediği besbelli; ama tarihî önemi olmadığını söylemek o kadar kolay değil. Tarihte soyluluk, şecere v.b. her zaman önemli olmuştur. Timur ufukta göründüğünde Bayezid Mekke Şerifi'nden "Roma Kayseri" ünvanını kullanmak için izin istemiş ve almıştı. Belki de Timur, buna karşılık olmak üzere, Osmanlı sultanının "neslini" küçümsüyordu. Osmanlılar'ın ezelî düşmanları
Karamanoğulları da "bî-asl", yani "aslı, nesli olmayan" sıfatıyla onlara hakaret etmişlerdi. Tarih boyunca ideolojik savaş, psikolojik savaş ne kadar etkili ve önemli olduysa, bunlar da o kadar etkili olmuştur.
Timur'un ne dediğini anlamak zor. "Gemici bir Türkmen neslinden gelmek"! Türkler'in öteden beri suyla ve denizle başlarının fazla hoş olmaması dışında, ne anlama geliyor ve niçin bir hakaret oluyor? Timur'un ayrıntılı bir açıklamaya girişmeyip bunu bildiğini söylemekle yetinmesi, bana bunun o dönemde bilinen bir söylenti olduğu izlenimini veriyor.
Aslında Köprülü böyle bir efsaneyi Habibü's-Siyer'den aktarıyor (onaltıncı asırdan bir eser): Kıpçaklar'dan bir boy, Davud adında birinin önderliğinde, Kırım'daki Kefe'den deniz yoluyla Anadolu'ya geliyor ve Selçuklu Sultanı Alaeddin Keykubad'ın yanına yerleşiyor. Bu Davud'un oğlunun adı Osman. Bizim Osman Gazi bu efsanede kariyerine böyle başlıyor.
Ama bu hikâyede de, "deniz" yoluyla gelmiş olmanın niçin kötü olduğu anlaşılmıyor. Bu nedenle, bilinen, Osmanlılar için onur kırıcı sayılacak ayrıntıları olan bir söylenti olması gerektiğini düşünüyorum. Örneğin, denizden gelenlerin, Kırım çevresinden "Kıpçaklar" olmasının o çağda özel çağrışımları mı vardı?
Tabiî, olmayabilir de. Timur'un, Bayezid'e yazdığı mektup dışında söylediği bir söz yok. Oysa Osmanlılar'ın beş para etmez adamlar olduğuna dair başka şeyler de söylemiş, ama bu "deniz yoluyla" gelme temasını devam ettirmemiş. Yeniden Asya içlerine çekilirken bu bölgenin hükümdarı olmak üzere burada bıraktığı oğlu Şahruh ile toparlanmaya çalışan Osmanlılar arasında yeni temaslar olmuştur. Bunların da çok dostane olduğu söylenemez. Ama Şahruh da babasının iddiasını tekrar etmemiştir.
Timur istilasını izleyen "Fetret Devri"nde Çelebi Mehmet yavaş yavaş dizginleri ele almaya başlamıştı. Devleti yeniden toparlama çabasında dışarıdan da gözle görünür bir başarı elde ettiği, bir aşamada Şahruh'un bir mektup göndererek fazla ileri gitmemesini söylemesinden anlaşılıyor. Ortaçağ'ın genel vasal-süzeren kalıpları içinde yer alan bu yazışmada Şahruh tamamen yukarıdan konuşmasına ve Mehmed'i azarlamasına rağmen babasının iddiasına yer vermemişti.
Mehmed bu aşamada Şahruh'a kafa tutacak güce sahip olmadığı için aşağıdan aldı. Her Müslüman için geçerli olması gereken "Cihad" mazeretine sarılarak, kendisini bu kutsal amaçtan alıkoyanlarla çarpıştığını söyledi. Tabiî o anda sorunun politik görünüşü, Bayezid-öncesi Osmanlı topraklarının Bayezid'in oğulları arasında paylaşılmış olmasıydı ve Şahruh bu statüko’nun devamını istiyordu. Çelebi Mehmed statükoya karşı gelmeyeceğine dair teminat vermekle birlikte, Osmanlılar'ın "tek-varislilik" ilkesine saygı ve inancını belirtmekten de geri kalmadı.
Timur-Bayezid ve Şahruh-Mehmed ilişkileri, bir zaman, Şahruh-II. Murad arasında da sürdü. Sonunda Timur'un Osmanlı diyarı üstündeki etkisi büsbütün yok oldu.
Ama bu arada, yani II. Murad zamanında, yeni bir Osmanlı tarihi ısmarlandı. Selçuk tarihini de Arapça'dan Türkçe'ye çeviren Yazıcızade (Tevarih-iÂl-iSelçuk) böylece isteğe uygun bir "Osmanlı şeceresi" çıkararak yazıya geçmiş ilk "Kayı" iddiasını ortaya atmış oldu. Yani, bu "Kayı-Osmanlı" bağlantısının sözü ilk olarak 1430'larda telaffuz edilmiş oldu. Buna göre, Kayı reisi Ertuğrul ve oğlu Osman öteki uç beyleriyle birlikte bir araya gelip danışıyorlar; Oğuz töresinin gereklerini yerine getirmek üzere, Osman'ı "Han" olarak seçiyorlar.
Böylece, Asya'dan kalan "hanlık"la İslâmî"gazi" kavramları "Sultan Osman"da birleşmiş oluyor (İnalcık, The Ottoman Empire, 56).
Belli ki II. Murad zamanında, Ankara Savaşı'nda yıkılan imparatorluk yeniden toparlanırken, Osmanlı hanedanında yeni komşu ve rakiplerine karşı bir saygınlık geleneğine ihtiyaç doğmuştur. "Kayı" bağlantısı da böyle kurulmuş, bu kanaldan Osmanlı soyu ta Oğuz Han'a kadar uzatılmıştır. Bu bağlantıların gerçekten olup olmadığı ayrı bir sorun. Köprülü bir yerde böyle bir şey olmadığını söyler; kendisinin de aynı "şanlı gelenek"ten yararlanmak istediğinden kuşku duyanlara karşı. Hiç değilse, "Kayı olmadıklarına dair" herhangi bir kanıt bulunmadığını söyleyerek Wittek'le tartışmaya girerken, bunun prestijli sayılan bir boy olduğunu da kabul eder.
Zaten önemli olan, Kayılar'a ilişkin bu prestijin 1299'dan çok 1430'da genel kabul görmesidir. Yukarıda belirttiğim gibi, Timur İmparatorluğu'nun etkileri daha Timur'un oğlu Şahruh zamanında solmaya başlamıştı (Şahruh ta Herat’ta yerleşmişti). Ama bu sıralarda, doğudan gelen son göçebe dalgasını temsil eden Akkoyunlu ve Karakoyunlular Anadolu kapısına dayanmışlardı ve bunlardan birincisi Murad'ın oğlu Mehmed'in (Fatih) de başına dert olacaktı.
Yazıcızade'den sonra Şükrullah da eserinde (Behçet-ü’t tevarih) Kayı konusuna değinmiştir. Şükrullah, Fatih zamanının adamlarından. Demek ki bu döneme gelindiğinde, Kayı boyundan gelindiği tezi (ve Oğuz Han'la akrabalık) artık resmî ideoloji haline gelmiş.
II. Murad saltanatının son yıllarında Şükrullah'ı Karakoyunlu Beyi Cihanşah'a elçi olarak yollamıştı. Şükrullah, Fatih döneminde tamamladığı tarih kitabında, Oğuz ve Kayı bağlantılarını bu sırada öğrendiğini söyler. Cihanşah onu yanına çağırmış ve bu iki boyun akrabalığını da kanıtlayan şecereyi bildirmiştir (şecere tabiî Nuh Peygamber'e kadar gider ama sonunda herkes oraya gittiği için bu fazla önemli değildir; önemli adlar Oğuz Han'la Kayı Han'dır).
Bu sırada Akkoyunlu Uzun Hasan'a karşı bir Osmanlı-Karakoyunlu ittifakı olduğunu eklemeye gerek bile olmayabilir.
Şükrullah'la aşağı yukarı aynı zamanlarda, gene Fatih'in saltanatında, Âşıkpaşazade kendi tarihini -oldukça değişik bir açıdan- yazıyor ve bu arada herkesin bildiği "Osman Gazi'nin rüyası" hikâyesini ilk olarak yazıya geçiriyordu.
Şükrullah'ın Behçet-ü’t tevarih’ini ithaf ettiği Mahmud Paşa bir yandan da Enverî'ye Düsturname'yi ısmarlıyordu. Fatih Mehmed çağı gerçek anlamda imparatorluğun kuruluş çağı, dolayısıyla -mantık da böyle gerektiriyor- Osmanlı tarihinin resmîbir kesinliğe kavuştuğu dönem oluyor.
Tarih biraz böyle işliyor - tarihçilik de. Bu gibi kaynakları okuyor, öğreniyor, "böyleymiş" diye yazıyorlar. Bir tarihçi Yazıcızade veya Şükrullah'a dayanarak "Osmanlılar Kayı boyundan gelmiştir," diyor, ama Yazıcızade veya Şükrullah'ın bunu ne zaman, hangi koşullarda yazdığını anlatmıyor. Daha doğrusu işin bu kısmı profesyonel tarihçiler arasında biliniyor, tartışılıyor. Biz fani tarih amatörleri veya öğrenciler için tasarlanmış kitaplarsa başka türlü yazılıyor.
0 yorum:
Yorum Gönder