6 Aralık 2008 Cumartesi

Yeraltından Notlar-6



IV
Veda partisine ilk gelenin ben olacağımı bir gün önceden beri biliyordum. Ama bunun bir önemi kalmamıştı artık.
Diğerleri henüz gelmediği gibi, bize ayrılan salonu bulmakta da güçlük çektim. Sofra hazırlanmamıştı ve garsonlarla uzunca bir konuşma yaptıktan sonra, yemeğin beşte değil altıda olacağını öğrendim. Daha sonra büfedekiler de aynı şeyleri söyledi, sorduğuma bin pişman olmuştum. Saat henüz beşi yirmi beş geçiyordu; yemek saatini değiştirdiklerinde, bunu bana da bildirmeleri gerekmiyor muydu? Posta denen şey ne işe yarıyordu? Beni garsonlara, daha da önemlisi, kendime karşı rezil duruma sokmuşlardı. Yine de masaya oturdum. Garson sofrayı hazırlamaya başlamıştı ama ben onun yanında daha bir utanç duyuyordum. Salonda lambalar yandığı halde saat altıya doğru masaya mumları getirdiler. Acaba bunlar, ben geldiğimde neden getirilmemişti?


Yan salonda suskun, asık suratlarından öfke akan iki adam yemek yiyorlardı. Uzaktaki bir salondan çok fazla gürültü geliyordu. Kahkahalar, Fransızca birtakım çığlıklar ve haykırmalar, orada kadınlı erkekli bir grup olduğunu gösteriyordu. Korkunç derecede sıkılmıştım; hayatım boyunca böyle anlar çok az olmuş olacak ki, saat altıda herkes geldiğinde, kurtarıcılarımı görmüş gibi sevindim. Neredeyse, onlara olan kızgınlığımı göstermeyi unutuyordum.
Zverkov, her zamanki gibi grubun başı olarak önde girdi içeriye. Zverkov, beni masada oturuyor görünce, yavaş adımlarla yaklaştı ve biraz eğilerek kırıtır gibi elini uzattı. Generallere yakışır bir incelik ve sevimlilikle yapmıştı bunu; diğer yandan bir tehlikeye karşı kendini korur gibi bir hali de vardı. Bense Zverkov'un içeriye girer girmez cırtlak bir kahkaha patlatacağını, yemek boyunca da bayat esprilerini ve soğuk şakalannı yapacağını zannediyordum. Doğrusu ben, kendimi bu şekil bir Zverkov'a ayarlamıştım, tepeden bakan ince ruhlu Zverkov, beni şaşkınlığa uğrattı. Anladığım kadarıyla Zverkov, kendisini benden üstün görüyordu. "Generaller gibi davranarak beni küçük düşüreceğini sanıyorsa aldanıyor, onun ağzının payını vermesini bilirim," diye düşünüyordum. Peki ya küçük görmek niyetinde değil de, sadece bana tepeden bakacağına ve beni korur gibi konuşabileceğine inanıyorsa? Bütün bunları düşündükçe boğulacak gibi oluyordum.
Zverkov, son zamanların modasına uyup, sözcüklere neredeyse ıslık çaldırarak, uzata uzata:
— Sizin de yemeğe katılacağınızı duyduğumda çok şaşırdım! dedi. Epeydir görüşemiyorduk sizinle. Bizden hep uzak duruyorsunuz, ama biz düşündüğünüz gibi kötü insanlar değiliz. Neyse, dostluğumuzu yenilediğimiz için mutluluk duyuyorum.
Daha sonra, hiç önemsemeyen bir tavırla arkasını döndü ve şapkasını pencerenin önüne bıraktı.
87Trudolyubov:
— Çok beklediniz mi? diye sordu. Sinirden titreyen, sert bir sesle:
— Dün bana söylendiği gibi tam beşte buradaydım, dedim.
Trudolyubov, şaşkın şaşkın Simonpv'a baktı ve:
— Yemek saatinin değiştiğini bildirmediniz mi?
— Yoo, hayır. Unutmuşum.
Bunları söyledikten sonra, özür bile dilemeden mezelere bakmaya gitti Simonov.
Durumumu komik bulmuş olacak ki Zverkov, gülerek:
— Vah vah!.. Demek bir saattir buradasınız! diye bağırdı.
Arkasından da Ferfiçkin denen aşağılık herif, sokak köpeklerinin havlamasını andıran bir sesle gülmeye başladı. Halimi çok komik bulmuştu herhalde.
— Bunda gülünecek ne var! diye bağırdım. Bu, tamamen sizin suçunuzdur. Bana haber veremez miydiniz? Bu... Bu... Bu, koca bir saçmalıktan ibaret.
Trudolyubov, kötü bir niyet taşımaksızın bana arka çıktı:
— Sadece saçmalık değil bu, siz çok naziksiniz. Buna açıkça küstahlık denir. Neyse ki bir art niyet yok. Nasıl oldu da Simonov... Hımm...
Ferfiçkin, söze karışarak:
— Bunu bana yapmış olsalardı, ben... demişti ki,
Zverkov sözünü keserek:
— Keşke bizi beklemeden, bir şeyler getirtip başlasaydınız yemeğe! dedi.
Öfkeli bir ses tonuyla:
— Bunu sizin izniniz olmadan da yapabilirdim elbette. Eğer beklemişsem...
Simonov, içeriye girerek:
— Baylar, yemek hazır! diye bağırdı. Her şey hazır ve şampanyalar da buz gibi söğüdü.
Daha sonra aniden bana döndü ve önceki gibi yüzüme bakmadan:
dedi.
• Adresinizi bilmiyordum ki, nasıl bulacaktım sizi?
Benim için pek de iyi şeyler düşünmediği belliydi. Öyle görünüyordu ki, dün olanlardan sonra benim hakkımda epey kafa patlatmıştı.
Hep beraber oturduk. Masa yuvarlaktı. Solumda Trudolyubov, sağımda da Simonov vardı. Tam karşımda Zverkov oturuyordu, Ferfiçkin de Trudolyubov'la onun arasında kalmıştı.
Zverkov, benimle konuşmayı sürdürmek için:
— Siz hâlâ "X" bakanlığında mı çalışıyorsunuz? diye sordu.
Sıkıldığımı anlamıştı ve konuşarak beni rahatlatacağını düşünüyordu aklınca. Büyük bir öfke duyarak, "Galiba şu şişeyi kafasına geçirmemi istiyor," diye düşündüm. Hiç sevmediğim konuşmalardı bunlar ve bu yüzden çabuk sinirleniyordum.
Gözlerimi önümdeki tabaktan ayırmayarak kaba bir sesle:
— Hayır, 'Y' bakanlığına geçtim! diye yanıt verdim.
— Öyle mi!.. Yeni işinizden memnun musunuz bari? Eski işinizi neden bırakmıştınız?
— Hiçbir neden yoktu, canım istedi ve ayrıldım.
Kendimi kontrol edemiyordum; heceleri Zverkov'dan daha fazla uzatarak konuşuyordum. Ferfiçkin, gülmemek için kendini zor tutuyordu. Simonov, alay eder gibi yüzüme bakıyordu. Trudolyubov ise yemeğini bırakmış, ilgiyle izliyordu beni.
Zverkov, anlamamazhktan gelmişti ama söylediklerime alındığı çok açıktı.
— Eee, söylesenize, ne kadar alıyorsunuz?
— Ne gibi?
— Yani, aylığınız ne kadar demek istiyorum.
— Yoksa beni sorguya mı çekiyorsunuz?
Daha sonra pancar gibi kızarmış bir yüzle ne kadar aylık aldığımı söyledim.
Zverkov, dudağını bükerek:
— Çok almıyormuşsunuz, dedi. Ferfiçkin, o iğrenç yılışmasıyla:
— Siz, bu aylıkla lüks lokantalarda yemek de yiyemezsiniz! diye atıldı ortaya.
Trudolyubov, ciddi bir ses tonuyla:
— Bu fakirliğin resmidir bence, dedi.
90
Zverkov, bana küçümser bir gözle bakarak, iğneleyici bir tavırla:
— Görmeyeli epey zayıflamış, değişmişsiniz! dedi. Ferfiçkin, pis pis gülerek:
— Bırakın canım, utandırmayın çocuğu! dedi. Daha fazla kendimi tutamadım ve patlayıverdim:
— Bunda hiç de utanılacak bir şey yok beyefendi! Anlayabiliyor musunuz? Şunu iyice kafanıza sokun ki Bay Ferfiçkin, bu lüks lokantada başkasının değil, sadece kendi paramla yemek yiyorum.
— Ne dediniz siz? Başkasının parasıyla yemek yiyen kimmiş?
Ferfiçkin, epey öfkelenmişti, çok ileri gittiğimi farkederek:
— Benim söylemek istediğim o değildi! Üstelik neden daha doğru düzgün bir konuya geçmiyoruz?
— Zekânızı göstermek istiyorsunuz galiba.
— Endişe etmeyin, bunun yeri burası değil zaten.
— Eee, siz de çok ileri gittiniz. Bakanlığın işleriyle uğraşırken aklınızı mı oynattınız yoksa?
Zverkov, emir verir gibi:
— Yeter artık, kesin şu zırıltıyı! diye bağırdı. Simonov:
— Saçma, saçma! diye söyleniyordu. Trudolyubov, sadece bana bakarak, sertçe:
— Evet, saçma! Sevdiğimiz bir arkadaşımızı yolcu
91ederken güzel bir parti verelim dedik, siz de eski yaralan deşiyorsunuz. Dün bize katılmak için dil döken sizdiniz, rahat durun bari...
Zverkov da bir taraftan bağırıyordu:
— Durun yahu! Yeter artık! Kesin şu dırıltıyı, hiç yakışmıyor size... Bakın size başımdan geçen bir olayı anlatayım. İki gün önce az kalsın evleniyordum!..
Daha sonra da Zverkov, iki gün önce evlilikten nasıl kurtulduğunu açık saçık bir dille anlatmaya başladı. Konuşmasının içerisinde bir tek evlilik lafı geçmiyor, sürekli generallerin, albayların, mabeyincilerin isimleri tekrarlanıyordu. Anlattığına göre, içlerinde en önemli insan da Zverkov'un ta kendisiydi.
Neredeyse, gülmekten kendilerinden geçeceklerdi. Ferfiçkin, ince ve sesli kahkahalar savuruyordu. Beni farketmiyorlardı bile; ben de bir köşede yenilmiş, onurum kırılmış bir şekilde sus pus oturuyordum. "Aman Tanrım, burası benim yerim olabilir mi?" diye düşünüyordum. "Ahmakça hareket ettim. Şu Ferfiçkin'e de gereğinden fazla yüz verdim. Salaklar, beni masalarına davet ederek bana onur verdiklerini düşünüyorlar. Aslında varlığımla ben onlara onur veriyorum. (Zayıflamışım... Giysilerim eskiymiş...) Lanet pantolon!.. Zverkov, biraz önce dizimin üzerindeki lekeyi gördü... Ne var yani? Şimdi kalkıp şapkamı alır ve tek kelime bile etmeden buradan çıkabilirim. Onları hiç de önemsemediğimi anlarlar. Eğer isterlerse yarın düello bile yaparım. Lanet olsun, yedi rubleye acıyacak değilim ya! Onlar, bunu düşünürler herhalde... Acımıyorum işte! Hemen şimdi gidiyorum."
Elbette ki, oturduğum yerden kalkamadım. Sinirimi bastırmak için Lafitte ve Keres şaraplanndan bardak bardak içiyordum. İçkiye pek alışık değildim, o nedenle
hemen başım dönmeye başladı. Sarhoşluğum arttıkça üzüntüm de artıyordu. Aniden içimde bir istek belirdi; hepsini çok kötü bir biçimde aşağılayıp kalkıp gitmek... O zaman "Evet, çok gülünecek bir tipi var, ama zekâsı harika," diyeceklerdi. Sonra... Aman, canlan cehenneme...
Baygın bakışlarımla, hiç de utanmadan hepsini şöyle bir gözden geçirdim. Beni tamamen unutmuşlardı. Birbirleriyle yüksek sesle konuşuyor, şakalar yapıp duruyorlardı. Sürekli konuşan kişi Zverkov'du. Söylediklerini dinlemeye başladım. Kendisine deliler gibi aşık olan güzel bir kadından bahsediyordu Zverkov. Her halinden yalan söylediği anlaşılıyordu. Bu meselede kendisine, üç bine yakın köylüsü olan, çok yakın dostu, Prens Kolya denen bir hassa subayı yardım etmişti.
Birden, lafa kanşarak:
— Peki ama, üç bin köylüsü olan dostunuz Kolya, veda partinize gelmedi! dedim.
Hepsi sustular. Daha sonra Trudolyubov, küçümseyen gözlerle bana bakarak:
— Siz, şimdiden sarhoş olmuşsunuz! dedi.
Zverkov da tıpkı bir böceğe bakar gibi bakıyordu bana. Bakışlarımı yere çevirdim. Simonov kalkarak bardaklara şarap doldurmaya başladı.
Önce Trudolyubov, ardından da diğerleri kadehlerini kaldırdılar. Ben öylece oturuyordum. Trudolyubov, Zverkov'a dönerek:
— İyi yolculuklar dileğiyle sağlığına içiyoruz! diye bağırdı. Eski günlerimiz ve geleceğimiz için baylar... Varolun!
Herkes kadehini dikip şaraplarını içti ve Zverkov'a sarılıp öptüler. Ben hâlâ kımıldamıyordum. Kadehim önümde dolu duruyordu.
Trudolyubov, öfkeyle bana döndü. Sabrının tükendiği anlaşılıyordu.
— Siz içmeyecek misiniz?
— Ben kendi adıma bir konuşma yaptıktan sonra içeceğim, Bay Trudolyubov.
— Kendini beğenmiş, sen de! diye söylendi Simonov.
Sandalyeden hızlıca kalkarak kadehi elime aldım. Benim için çok olağanüstü bir olaydı bu, ama aklıma söylenecek hiçbir şey gelmiyordu.
Ferfiçkin:
— Silence. (*) Akıl hazinemizin kapılan aralanıyor.
Zverkov, anlamıştı olacakları ve ciddi bir şekilde bana bakıyordu.
— Sayın Teğmen Zverkov! Şunu bilmenizi isterim ki, gösterişli laflardan ve bunları edenlerden, birilerinin elini eteğini öpmeye çalışanlardan hiç de hoşlanmam. Bu bir... İkincisi...
Herkes homurdanarak kımıldamaya başladı.
— İkincisi, zamparalıktan ve bunu yapanlardan nefret ederim. Üçüncüsü de, açık olmayı, dürüstlüğü ve doğru sözlülüğü severim.
Çok seri bir şekilde konuşuyordum. Söylediklerimi düşününce de her tarafım buz kesiliyordu.
— Düşünmeyi seviyorum Bay Zverkov! Eşit şartlar
(*) Silence: Susalım! 94
da süren arkadaşlıkları seviyorum... Eee... Daha ne diyecektim! Sevdiğim diğer bir şey de... Şey... Lafı daha fazla uzatmayayım... Sağlığınıza bay Zverkov! Gittiğinizde Çerkez kızlarım büyülemeyi ihmal etmeyin. Düşmanlarımıza acımayın ve... Neyse... Sağlığınıza bay Zverkov!
Zverkov, sandalyesinden kalkıp beni eğilerek selamladı. Bana çok kızdığı anlaşılıyordu, yüzü bembeyaz olmuştu.
Trudolyubov, masaya bir yumruk geçirerek:
— Lanet olsun! diye bağırdı. Ferfiçkin, çığlık atarak:
— Bunun canı tokat istiyor anlaşılan! diyordu. Simonov ise:
— Kovalım bu herifi buradan! diye söylendi.
Neredeyse öfkeyle üzerime yürüyeceklerdi ki Zverkov, onları durdurarak:
— Susun baylar! Yerinize oturun! Sizlere teşekkür ederim, ama bu beyin sözlerine verdiğim değeri kendim de gösterebilirim.
Ferfiçkin'e döndüm, kasılarak ve yüksek sesle:
— Bay Ferfiçkin! Şu anda söylediğiniz sözlerin hesabını yarın vereceksiniz!
— Düello mu demek istiyorsunuz! Hay hay!
Ferfiçkin'i düelloya çağırırken halim çok komik olmalıydı ki, hepsi gülmekten yere yattılar.
Trudolyubov, tiksinerek bakarak:
— Bırakın artık şunu! Görmüyor musunuz, kütük
95gibi sarhoş!
Simonov, yine homurdanarak:
— Onu aramıza aldığımız için kendimi affetmeyeceğim!
"Şu şişeyi alıp kafalarına geçirmeliyim," diye düşündüm ve şişeyi hızlıca alarak kadehimi doldurdum.
"Hayır, hayır... Sonuna kadar oturacağım burada. Siz, kalkıp gitmemi bekliyorsunuz, değil mi? Ama gitmeyeceğim. Burada oturarak size en ufak bir değer bile vermediğimi göstereceğim. Burası bir lokanta ve ben de yediklerimin karşılığını veriyorum. Sizleri, satranç oyunundaki piyon olarak görüyorum, üstelik oyun dışı bırakılmış piyonlar. Bu nedenle canımın istediği kadar içeceğim. Bana kimse karışamaz... İstersem şarkı da söylerim... Bu, benim hakkım... Hımm..." şeklinde düşüncelerim devam ediyordu.
Fakat şarkı söylemedim. Masadakilerin hiçbirine bakmamaya gayret ediyordum. Sakin olmaya çalışarak, ilk önce onların benimle konuşmasını beklemeye başladım. Ne yazık ki, tek kişi benimle konuşmadı. O zaman, onlarla barışmayı çok istedim. Saat sekiz oldu, sonra da dokuz... Masadan kalkmış ve yan taraftaki koltuklara oturmuşlardı. Zverkov, koltuğa uzanmış, bir ayağını da küçük, yuvarlak bir sehpanın üstüne koymuştu. Şarapları da yanlarına almışlardı. Gerçekten de Zverkov, tam üç şişe şampanya ısmarlamıştı. Doğal olarak beni çağırmadılar yanlarına. Zverkov'un etrafını çevirmiş, kendilerinden geçmiş gibi onu dinliyorlardı. Bu adamı çok sevdikleri anlaşılıyordu.
"Anlamıyorum! Anlamıyorum!" diye söylenip duruyordum. Arada bir coşarak, sarhoşlara ait yılışıklıkla birbirlerine sarılıp öpüşüyorlardı. Kafkasya'dan, gerçek aşk
96
lardan, kahramanlıktan, görevlerindeki başarılarından sözediyorlardı. Hiç de tanımadıkları Podhorjevski denen bir hassa subayının yıllık gelirinden bahsedip, böyle bir zenginliğe sahip olmanın kendilerini ne kadar sevindireceğinden sözediyorlardı. Sonra, yine hiçbirinin yakından görmediği Prenses D'nin güzelliğini ve kibarlığım anlata anlata bitiremiyorlardı. Daha sonra laf, dönüp dolaşıp Shakespeare'in ölümsüzlüğüne geldi.
Koltukların karşısındaki duvar boyunca, soba ile masa arasında yürüyor, konuşulanları gülümseyerek dinliyordum. Kendi başıma, onlarsız eğlenebileceğimi kanıt layarak, güçlü olduğumu gösterecektim. Sırf onlara inat, ayakkabılarımın topuklarına basıp gürültü çıkarıyordum. Fakat boşuna uğraşıyordum. Dönüp bana bakmamışlardı bile. Ama ben bu şekilde, masa ile soba arasında gidip gelerek, sekizden on bire kadar vakit geçirebilirdim. "Canım bunu istiyor, yasak değil ya!" diye düşünüyordum. Garsonun biri, salona girip çıkıyordu, birkaç kere durup yüzüme baktı. Gidip gelmekten başım dönmeye başlamıştı. Bazen durduğum yeri çıkarmak için dakikalarca düşündüğüm oluyordu. Geçirdiğim bu üç saat boyunca terden üç kez sırılsıklam oldum ve kurudum. Arasıra içimde korkunç bir acı hissediyor ve bu berbat, gülünç, korkunç anları on yıl, yirmi yıl, hatta kırk yıl geçse de unutamayacağımı düşünüyordum. Bir daha asla kendimi bu kadar alçaltmayacaktım, üstelik kendi ellerimle. Artık her şeyi açık bir şekilde görebiliyordum, ama yine de masa ile soba arasındaki yürüyüşümü durduramıyordum.
Koltuklarda oturan düşmanlarımla konuşur gibi, "Ah, siz benim neleri düşünüp anlayabilecek kabiliyette olduğumu, kültür seviyemi bir bilseniz!" diye düşünüyordum. Ama onlar, beni görmüyorlardı bile... Sadece bir kere, Zverkov Shakespeare'den bahsederken, alaylı alaylı gülmüştüm ve hepsi dönüp bana bakmıştı. Çok yapmacık
97
ve iğrenç bir gülüşüm vardı; bunun üzerine konuşmalarını kesip, onları adam yerine koymadan masa ile soba arasındaki hızlı yürüyüşümü seyrettiler büyük bir şaşkınlıkla... Bu da bir sonuç vermedi, yine kimse konuşmamıştı benimle. İki dakika sonra yine beni görmez oldular.
Saat on bir olmuştu. Zverkov, ayağa kalkarak:
— Baylar, şimdi hedefimiz orası! diye bağırdı. Diğerleri de hemen kabul ederek:
— Elbette, nasıl istersen! dediler.
Doğruca Zverkov'a döndüm. Kendimi çok yorgun ve halsiz hissediyordum ve bu durumdan kurtulmak için ölmeyi bile göze alabilirdim. Ateşler içerisinde yanıyordum; terden ıslanan saçlarım kuruyunca alnıma ve şakaklarıma yapışmıştı. Kararlı ve kaba bir ses tonuyla:
— Zverkov! dedim. Özür diliyorum sizden. Bay Ferfiçkin, sizden de. Sizleri gücendirdiysem baylar, hepinizden Özür diliyorum!
Ferfiçkin, cırtlak bir sesle ve alay ederek:
— İşte yola gelin böyle! Düello, herkesin yapabileceği bir şey değil.
Birden, öfkeden patlayacak gibi oldum.
— Hayır, benim düellodan korktuğum yok Bay Ferfiçkin! Hemen yarın sizinle düello etmeye hazırım. Üstelik bunu çok istiyorum, siz de gelmek zorundasınız. Size düellodan korkup korkmadığımı göstereceğim. İlk ateş eden siz olacaksınız ve ben de silahımı havaya boşaltacağım.
— Bu adam kendince eğleniyor! dedi Simonov.
98
Trudolyubov ise:
— Tamamen saçmaladı! diye karşılık verdi. Zverkov, beni küçümseyerek:
— Çekilin önümüzden, izin verin de geçelim! Daha ne istiyorsunuz! dedi.
Onlar da çok içmişlerdi ve hepsinin suratları kırmızı, gözleri parlaktı.
— Zverkov, sizinle dost olmak istiyorum. Biliyorum, sizi küçük düşürdüm, ama...
— Siz mi beni küçük düşürdünüz? Siz... Beni... Şunu iyice kafanıza sokun beyefendi, siz beni asla küçük düşüremezsiniz!
Zverkov'dan sonra Trudolyubov lafa kanşarak:
— Yeter artık, haydi çekil önümüzden! Hadi gidelim arkadaşlar...
Zverkov:
— Şimdiden anlaşalım baylar, Olympia benim! dedi.
Diğerleri gülerek:
— Sen istediğini al, bizim gözümüz yok! dediler.
Sanki yüzüme tükürmüşlerdi... Öylece kalakaldım. Hepsi gürültüyle çıktılar odadan. Trudolyubov, aptalca bir şarkı söylüyordu. Simonov, garsonun bahşişini vermek için geride kalmıştı. Ona doğru ilerledim, umutsuz ama kararlı bir sesle:
— Simonov, bana altı ruble verin! dedim. Simonov şaşırmıştı ve bana aptal aptal bakmaya
99
başladı. Çok sarhoştu.
— Şimdi siz, oraya da mı geleceksiniz bizimle?
— Evet!
— Param yok! dedi ve alay eder gibi gülerek paltosunu alıp dışarı çıktı.
Paltosundan tuttum, sanki kâbus görüyordum.
— Simonov! Paranızın olduğunu gördüm, neden bana vermek istemiyorsunuz? Beni bu kadar önemsiz mi görüyorsunuz? Ne olur, beni geri çevirmeyin! Sizden neden bu parayı istediğimi bir bilseniz!.. Geleceğim ve tüm planlarım buna bağlı...
Simonov, parayı çıkardı ve fırlatır gibi önüme attı.
— Bu kadar yüzsüzseniz, buyurun! dedi ve arkadaşlarının arkasından koşmaya başladı.
Aşağı yukarı bir dakika kadar yalnız kaldım. Darmadağın olmuş bir masa, yemek artıkları, yerde kırık bir kadeh ve sigara izmaritleri vardı. Kafam bir acayip olmuştu, içimde büyük bir eziklik hissediyordum. Üstüne üstlük, bütün olanlara şahit olan ve bana bakan bir de garson varken...
— Oraya! diye bağırdım. "Ya hepsi pişman olup ayaklarıma kapanacak, ya da... ya da Zverkov'u tokatlayacağım..."
100
Koşa koşa merdivenlerden inerken:
— Nihayet isteğine ulaştın! Karşındaki gerçeğin ta kendisi! Artık Roma'yı bırakıp Brezilya'ya yerleşen Papa da, Korno gölündeki balo da yok karşında. Tam ortasında bulunuyorsun yaşamın! diye kendi kendime söyleniyordum.
Birden, "Bütün bu yaşadıklarına gülecek kadar alçaldın sen," diye düşündüm.
Sonra kendi kendimi susturarak:
— Öyle olsun, ne yapayım! Zaten hiçbir şeyim kalmadı! dedim.
Çoktan gitmişlerdi bizimkiler, fakat nereye gideceklerini bildiğim için, bunun önemi yoktu.
Lokantanın önünde sadece bir kızak sürücüsü vardı. Gece çalışanlardan olmalıydı. Üzerindeki paltonun omuzlan, yağan sulusepkenden dolayı görünmez hale gelmişti. İnsanı fazlaca bunaltan, nemli bir hava vardı. Adamın atı, fazla iri olmayan, alacalı, uzun tüylü bir attı; o da
101karın altında uzun süre kalmıştı ve durmadan tıksırıyordu. Bu anlattıklarımı öylesine iyi hatırlıyorum ki...
Kızağa binerken, birdenbire Simonov'un para verişi geldi gözlerimin önüne ve öylece yığılıverdim kızağa, dizlerim tutmaz olmuştu.
— Tamamen pisliğin içine battım, bunu bu gece ya değiştiririm ya da geberirim! diye bağırdım.
— Hadi yürü!..
Yola çıktık, fakat benim kafamın içinde öyle çok şey vardı ki, düşünceler büyük bir hızla geçip gidiyordu.
— O adamlar, benimle dost olmak için asla önümde yalvarmazlar. Bu da tıpkı Korno gölü kenarındaki balo gibi adi, romantik, aptalca bir hayalden ibaret. Zverkov'u tokatlamaktan başka bir seçeneğim kalmadı artık. Tamam, kararımı verdim, Zverkov'u tokatlamaya gidiyorum. Arabacı! Hadi sür...
Arabacı, dizginleri daha hızlı sallamaya başladı.
— Onu gördüğüm an tokatı indireceğim suratına! Yoksa, önce birkaç laf söyleyip, ondan sonra mı vursam? Yok, yok... Görür görmez vurmalıyım. Hepsi oradadır, Zverkov da Olympia ile birlikte bir koltukta oturuyordur. Kahrolası Olympia, bir keresinde beni küçümseyerek suratımla alay etmiştin... Olympia'yı saçlarından, Zverkov'u da kulaklarından tutarım ve sürüklerim onları öylece!.. Hayır, hayır... En güzeli, tek kulağından tutup götürmek! Diğerleri de üzerime yürüyecek, beni dövüp dışarı atacaklardır. Eminim, böyle yapacaklardır. Olsun!.. İlk ben vurmuş olacağım ya! İnsanların gözünde Zverkov kötü bir üne sahip olacak ve bunu da beni dövmesi değil, ancak düello temizleyecek! Sonunda benimle dövüşmek zorunda... İstedikleri kadar dövebilirler şimdi beni!.. Adi herif
102
ler!.. Trudolyubov, içlerinde en güçlü olanıdır ve en çok da o üstüme gelecektir. Ferfiçkin, yanlardan saldırarak saçlarıma yapışır, eminim. Umurumda bile değil. Bütün bunlara hazırlıklı gidiyorum ben. En sonunda o küçük kafalarına sokabilecekler gerçeği, benim için zerre kadar değerleri olmadığını haykıracağım!
— Arabacı hadi, hızlı sür! diye bağırdım.
Çok yüksek sesle bağırmış olmalıyım ki, arabacı birdenbire irkildi ve kırbacını şaklatmaya başladı.
— Güneş doğarken dövüşürüz, kararlıyım... İşimden de vazgeçtim. Ferfiçkin, "bakanlık" diyerek işimle alay etti kendince. İyi de silahlan nereden bulacağım? Tamam! Aylığımı şimdi çekerim, mesele kapanır. Peki ya barutla kurşun? Bir de tanık lazım. Hiç arkadaşım da yok ki... Ama bunu da halledebilirim... Yolda karşıma çıkacak sıradan birisi, nasıl boğulurken hayatımı kurtarmak zorundaysa, bana tanıklık da etmek zorundadır. Böyle şeylerde durumun nasıl olduğunun önemi yoktur. Üstelik, işyerinden müdürüme rica etsem, o bile bana tanıklık yapacaktır; hem de bunu herkesten gizleyerek. Şefim Anton Antonoviç ise...
Birdenbire olaylar farklı bir açıdan çıktı karşıma ve düşündüklerimin ne kadar aptalca olduğunu anladım. Ama yine de...
— Arabacı, daha hızlı sür! demekten kendimi alamadım.
— Aman beyefendi!
Birden, yüzüme soğuk bir rüzgar çarptı.
— Acaba hemen eve mi dönsem? Tanrım! Bu partiye gelmek için neden bu kadar ısrar ettim ki sanki? Bir türlü inanamıyorum. Hele o masa ile soba arasındaki üç
103
saatlik gidip gelme... Bunun sorumlusu onlar ve cezasını onlar çekecek. Daha hızlı arabacı!..
— Peki ya karakola gidersem?.. Buna cesaret edemez onlar... Rezil olmaktan korkarlar. Belki de Zverkov, benimle düello etmeyi kabul etmeyecek; kendisi için alçaltıcı bulacaktır bunu. Eminim ki, böyle olacak... Ama ben, ne yapacağımı biliyorum. Zverkov'un yola çıkacağı posta merkezine gider, tam arabaya binmek üzereyken üstüne atlarım; hızlıca ayaklarından tutarım ve kaputunu çeker alırım sırtından. O da işe yaramazsa ellerini ısırırım. (Kızgın bir insanın neler yapabileceğini anlasınlar...) İsterse Zverkov kafama, diğerleri de sırtıma yumruklarını indirsin! Ben de oradaki herkese:
— Bakın şu hergeleye!.. Yüzünde benim tükürüğümle gidip de Çerkez kızlarını baştan çıkaracak!., diye bağırırım.
Elbette ki bu, benim sonumu getirir. İşimden kovulurum, yakalanıp yargılanır ve hapsi boylarım... Sonra da Sibirya'ya, sürgüne gönderilirim. Hiçbiri umurumda değil!.. On on beş yıl sürgün hayatından sonra, sersefil bir dilenci bile olsam, yine onun peşini bırakmam. Herhalde uzak bir şehirde evlenmiş, bir yuva kurmuş olurdu. Bir de yetişkin kızı olurdu... Ona şöyle bağırırdım o zaman:
— Gaddar herif!.. Şu çökmüş avurtlarıma, üzerimdeki yırtık elbiselere bak! İşimi, mutluluğumu, sanatı, bilimi, sevdiğim kadını... Her şeyimi kaybettim senin yüzünden. İşte silahlar!.. Ben, silahımı boşaltıyor ve seni affediyorum!
Sonra da havaya ateş edip, ortadan kaybolacak
tım...
Tüm bu anlattıklarımın Silvio (*) ve Lermontov'un
(*) Puşkin'in bir öyküsü.
104
Maskarad'ından olduğunu bildiğim halde, gözlerimin yaşarmasına engel olamadım. Sonra kendimden utanmaya başladım. Kızağı durdurdum ve aşağı indim. Yolun ortasında öylece kalakalmıştım, arabacı da şaşkın gözlerle bana bakıyordu.
Ne yapacağım şimdi!.. Oraya gitmem de, gitmemem de büyük aptallık olacaktı. Ama, Tanrım! Gitmemezlik olur mu? Üstelik bütün aşağılamalardan sonra!..
Hayır, olmaz! diye bağırarak tekrar kızağa atla
dım.
— Bunu yapmak zorundayım! Arabacı, oraya!..
Öylesine sabırsızlanmıştım ki, arabacının ensesine bir yumruk geçiriverdim. Arabacı:
— Ne oluyor beyefendi, neden vuruyorsun? diye bağırdı. Yine de ata hızlı bir kırbaç indirdi ve hayvan çifte atmaya başladı.
Sulu kar, lapa lapa yağıyordu; ama umurumda değildi bu ve ben paltomun yakasını açmıştım. Etrafımdaki her şeyden uzaklaşmıştım. Zverkov'u tokatlamaya kesin kararlıydım. Üstelik bu işin hemen şimdi olacağım, hiçbir kuvvetin de bunu durduramayacağını hissediyordum. Kar bulutlan arasında sokak fenerlerini zar zor seçiyordum; bunlar, bana cenaze alayındaki meşaleleri hatırlattı. Paltomun, ceketimin, hatta atkımın içine kadar girmişti kar. Fakat bunlara aldırdığım yoktu benim. Ne de olsa batmış bir adamdım ben.
Sonunda geldik. Kızaktan hızlıca indim ve kendimde olmayarak çıktım merdivenleri. Ellerimle ve ayaklarımla kapıyı tekmeliyordum. Ayakta duracak halim kalmamıştı. Geleceğimden haberdarlarmış gibi kapıyı hemen açtılar. Simonov, içeridekilere birisinin daha geleceğini
105söylemişti. Buraya ancak haberli gelinir ve çok dikkatli olunurdu. Polislerin ne zamandır ortadan kaldırmaya çalıştığı "moda mağazalarından biriydi bu ev. Gündüzleri mağazaydı gerçekten, ama geceleri randevulu konuklar alınırdı.
Hızlı hızlı yürüyerek dükkanı geçtim ve salona girdim. Birden, şaşkınlıktan kalakaldım öylece... Salonda bir tane mum yanıyordu sadece ve hiç kimsecikler yoktu.
— Neredeler? diye sordum.
Karşımda duran kadın, evin sahibiydi; benden söz edilmiş olmalıydı ki, yüzüme sırıtarak bakıyordu. Biraz sonra bir kapı açıldı ve içeriye birisi girdi.
Hiç kimseyi umursamadan salonda bir aşağı bir yukarı dolaşıyordum, bir taraftan da kendi kendime konuşuyordum. Ölümden dönmüş gibi seviniyordum. Tüm benliğimi kaplamıştı bu sevinç. Çünkü, kesinlikle tokat atacağımı biliyordum. Ama kimse yoktu artık, her şey tamamen değişmişti. Etrafa şaşkın şaşkın bakıyordum. Kendime gelememiştim, içeriye giren bir kıza takıldı birden gözlerim: Genç, soluk yüzlü bir kız duruyordu karşımda. Düzgün kara kaşları vardı kızın ve şaşkın bir ifadeyle bana bakıyordu. Bu bakışı çok sevdim, eğer sırıtarak baksaydı ondan nefret edecektim. Hâlâ kendime gelememiştim ve kızın yüzüne dikkatli bakmaya çalışıyordum. Kızın yüzünde saflık, yumuşaklık ve fazlaca ciddiyet okunuyordu. Bu yüz ifadesiyle çok şeyini yitirmiş olmalıydı burada; çünkü bizimkilerden hiçbirinin onu görmediklerinden eminim. Uzun boyu, biçimli bir vücudu, sağlıklı bir görüntüsü vardı; ama yine de güzel sayılamazdı. Çok sade bir giysi vardı üzerinde. Pek de hoş olmayan bir içgüdüyle kıza doğru yanaştım.
Birdenbire duvardaki aynaya takıldı gözlerim. Bü
106
tün akşam boyunca yaşadıklarımdan sonra solgun, bitkin, öfkeli suratım ve darmadağın saçlarımla çok berbat görünüyordum. "Aman, bana ne... Beni çok çirkin bulursa daha fazla sevinirim," diye düşündüm.
107VI
...Duvarın diğer tarafından bir saatin sesi geldi; sanki birisi hırlıyormuş gibi çıkmıştı ses. Bu garip saat sesini, cırtlak çan sesleri takip etti. Saat ikiydi. Kendime geldim sonra, birdenbire... Aslında uyumuyordum, sadece biraz dalmıştım.
Çok büyük bir elbise dolabı, etrafta bir sürü kutu ve kumaş parçalan vardı; ıvır zıvır birçok eşyayla dolu olan bu salon çok basık, dar ve karanlıktı. Salonun diğer bir köşesinde, masanın üzerinde sönmek üzere olan bir mum vardı; arasıra parlıyor sonra yine azalıyordu. Birazdan tamamen karanlık olacaktı bu salon.
Pek uzun sürmedi kendime gelişim. Bütün her şey, sanki üzerime saldırmak için bekliyorlarmış gibi, aniden çıktılar karşıma. Her şeyi unutmuşken bile, düşlerimin etrafında dönüp durduğu bir nokta vardı zihnimde. En garip şey de, ayıldıktan sonra, o gün olup bitenlerin benimle hiçbir ilgisi yokmuş gibi, kendi dışımda olarak hatırlamam.
108
Kafam sersem gibiydi. Sanki havada uçan bir şey üstüme geliyor ve beni rahatsız edip duruyordu. Çok korkunç bir kızgınlık hissediyordum içimde ve bunu boşaltacak fırsat kolluyordum. Birdenbire yanımda bir çift kocaman göz gördüm, dikkatle bana bakıyordu. Çok soğuk, hüzünlü, umursamaz ve yabancı bakışlardı bunlar; altında ezildiğimi hissediyordum.
Birden, beynimde bir düşünce oluştu... Rutubetli ve karanlık yeraltına girişlerimde de aynı sıkıntıyı yaşardım. Karşımdaki siyah, iri gözlerin beni böylesine incelemesi hiç de normal bir şey değildi. Kızın yanında neredeyse iki saat hiç konuşmadan yattım, herhalde ihtiyaç hissetmedim... Sonra, bunu düşününce de gülmek geldi içimden. Fuhuşun anlamsızlığını ve bir akrep kadar iğrenilecek bir şey olduğunu düşününce, irkildim birden. Gerçek aşkın bittiği yerde başlıyordu fuhuş; bütün rezilliği ve kabalığıyla... Uzun uzun bakıştık kızla; gözlerini kaçırmadığı gibi bakışlarındaki anlamı da değiştirmemişti. Sonunda korkmaya başladım ve bu işi sonlandırmak için:
— Adın ne senin? diye sordum, pek duyulmayan sesimle.
— Liza.
Sanki fısıldar gibi söylemiş ve hemen gözlerini yere indirmişti; çok rahatsız edici bir hali vardı.
Konuşmadım. Sonra ellerimi başımın altına koyup sırtüstü yattım; çok sıkıntılı bir şekilde tavanı seyrediyordum.
— Kar yağıyor... Hava bugün... berbat! dedim. Kız, hiçbir cevap vermedi. Daha fazla sıkılmıştım... Bir süre sonra ona doğru dönüp, sinirlenmiş gibi:
109— Buralı mısın? diye sordum.
— Hayır.
— Nerelisin?
— Riga'lıyım... Kız, zoraki konuşuyordu.
— Alman mısın?
— Hayır, Rus'um.
— Ne kadar oldu buraya geleli?
— Nereye?
— Bu eve.
— İki hafta.
Gittikçe yavaşlıyordu konuşması. Diğer yandan da mum sönmüştü, kızın yüzünü göremiyordum.
— Annenbaban var mı?
— Evet... Hayır...Var.
— Onlar nerede?
— Onlar... Riga'dalar.
— Ne iş yapıyorlar?
— Hiç... Öylesine...
— Ne demek "hiç, öylesine..." Neciler, neyle uğraşır
lar?
— Esnaflar.
— Onların yanında mı oturuyordun?
— Evet.
— Kaç yaşındasın?
110
— Yirmi.
— Neden ayrıldın onlardan?
— Öyle işte...
Öyle işte, "yeter artık, sıktın" demek oluyordu. İkimiz de sustuk.
Niçin kalkıp gitmiyordum, bilmiyorum! Sıkıntıdan boğulacak gibi oluyordum. Gün boyunca yaşadıklarım, zihnime hücum ediyorlardı. Birdenbire aklıma, sabah işe giderken gördüğüm bir şey geldi. Aslında konuşmak istemiyordum ama yine de:
— Bugün bir tabutu götürürken, neredeyse düşürüyorlardı! dedim.
— Tabutu mu?
— Evet, Sennaya sokağında bir bodrumdan çıkarılıyordu.
— Bodrum mu?
— Yok, yok... Bodrum katından... Bilirsin öyle yerleri... Kötü bir evdi... Pislik içerisindeydi her taraf... Çöpler, kabuklar... İğrenç kokuyordu...
Yine sustuk. Buna bir son vermek için:
— Bugün hiç de ölü gömecek gün değil doğrusu! de
dim.
— Neden?
— Neden mi? Her taraf kar, çamur... (Esnedim) Kız, bir suskunluk anı geçirdikten sonra:
— Ne değişir ki? dedi.
— Yoo, her şey değişir!.. (Tekrar esnedim.) Mezarcı
111lar kardan ıslandıkça küfür edip duruyorlardır, üstelik mezarın içi de vıcık vıcık su olur.
— Mezarda suyun ne işi var ki?
Kız, bunu sert bir sesle, yavaş ve meraklı bir tonda sormuştu. Bu sırada içimden bir şeyler beni dürtüklemeye başlamıştı.
— Ne işi mi var? Altı verşok su birikir dipte. Zaten Volkov'da kuru bir tek mezar kazılamaz.
— Neden?
— Neden mi? Orası çok sulak bir bölgedir. Her taraf bataklıklarla doludur. Resmen suyun içine gömerler ölüyü. Kaç kez gözlerimle gördüm.
(Doğrusunu söylemek gerekirse, hiç böyle bir şey görmemiş, Volkov mezarlığına adımımı bile atmamıştım. Bunlar, hep başkalarından duyduğum şeylerdi.)
— Ölmekten korkar mısın?
Kız, kendim koruyacakmış gibi irkilerek:
— Neden ölecek misim? dedi.
— Önünde sonunda sen de öleceksin! Üstelik, bahsettiğim kız gibi!.. Onun da kimsesi yoktu, senin gibi!.. Veremden ölmüş.
— Keşke hastanede ölseydi, zavallı...
(Ölen kıza böylesine acıması, onu tanıdığı yolunda şüpheler uyandırdı bende.)
Konuşmayı uzattıkça uzatıyordum.
— Patronuna borcu varmış. Veremli olduğu halde o evde çalışmaya devam etmiş. Kızı tanıyan arabacı ve askerlerin konuşmalarını duydum. Meyhaneye gidip onun
112
hatırasına içeceklerdi... (Anlattıklarımın çoğu yalandı.)
Uzun bir sessizlik anı geçirdik. Kız öylece, hiç kımıldamadan yatıyordu.
— Sen hastanede ölmeyi mi tercih edersin? diye sordum.
— İkisi de aynı şey değil mi? Sonra da sinirlenerek:
— Üstelik, neden ölüyormuşum ki? dedi.
— Şimdi olmasa da, bir gün öleceksin ya!
— Onu o zaman düşünürüm.
— Tamam, şu anda genç, güzel, tazesin; değerin de buna göre... Ama bir sene sonra gör bakalım, ne kadar yıpranacaksın.
— Bir senede mi?
— Bir senede mutlaka değerin düşecektir. O zaman, buradan daha kötü bir eve düşersin. Altı yedi sene sonra da hiçbir şeyin kalmaz ve Sennaya sokağında bir bodrumda bulursun kendini. Bununla da kalmaz, bir de hastalanırsın. Çeşit çeşit hastalık var. Süreceğin hayatla hiçbir hastalıktan kurtulamazsın. Sonra da ölür gider
sin!..
Birden hırçmlaştı ve acı dolu bir sesle:
— Ölürsem öleyim! dedi.
— Yazık olmaz mı?
— Kime?
— Sana, gençliğine...
Tekrar bir sessizlik anı geçirdik.
113— Hiç nişanlandın mı sen?
— Size ne bundan?
— İstersen söyleme, sana ısrar etmem. Üstelik neden kızıyorsun ki? Senin birçok sıkıntı çekebileceğim düşündüm ve acıdım sadece... Yoksa beni ilgilendirmiyor.
— Kime acıdınız?
— Sana...
Kız silkinerek, daha kısık bir sesle:
— Acımanıza değmez!., dedi.
Bunu duyunca çok sinirlendim. Ben ona acıyacağım ve o beni...
— Ne zannediyorsun, iyi bir iş yaptığını mı?
— Hiçbir şey...
— Bu daha kötü... Fazla zaman kaybetmeden toparla kendini... Çok zamanın olacak daha; gençsin, mutlaka birisini sever, evlenir ve mutlu olursun.
Kız, her zamanki sertliğiyle sözümü kesip:
— Evlenen herkes mutlu mu?
— Haklısın, evlenen herkes mutlu olmaz, ama burada yaşadıklarınla ölçülemeyecek kadar iyi bir hayat yaşarsın. Sen sevdikten sonra mutlu olman önemli değildir. Bazen hayatın çektirdiği acılar da güzeldir. Ama burası, iğrenç bir pislik yuvasından ibaret...
Tiksinir gibi başımı diğer tarafa çevirdim. Öylesine konuşmuyordum artık, ne söylediğimin bilincindeydim. Yıllardır oturduğum köşede depoladığım düşünceleri birisine dökmek için büyük bir arzu duyuyordum. Sanki içimde bir yangın başlamıştı ve önümde bir hedef belirmişti.
114
— Sen burada olduğuma bakma benim, sana örnek olamam ben. Belki senden de kötü bir insanımdır...
Bunlan söyledikten sonra, birdenbire kendimi temize çıkarma isteği duydum ve:
— Hoş, ben sarhoş olduğum için geldim buraya, dedim. Hem de kadınla erkek arasında çok fark vardır. Ben buraya gelip her şeyi yapar, sonra da çeker giderim; çünkü buraya tutsak değilim. Bir silkinmeyle bütün pisliklerimden temizlenirim. Fakat sen yapamazsın bunu. Eli kolu bağlanmış bir tutsaksın sen. Burada vücudunu ve ruhunu satıyorsun. Zamanla, seni bağlayan zincirleri kırmak isteyeceksin, fakat sen uğraştıkça daha da sıkacak zincirler seni. Ben, o zincirlerin ne bela olduğunu biliyorum. Sana bu kadarını söyleyeyim şimdilik, fazlasını anlayamazsın hem de. Şimdi anlat bakalım, borcun var mı patrona? Bak, nasıl da anlıyorum...
Kız, soruma bile cevap vermedi, beni can kulağıyla dinliyordu.
— Öyle bir zincirdir ki bu, kurtulana bravo doğrusu. Zaten hep böyle olur. Öldüğünde ancak kurtulabilirsin. Üstelik, nereden biliyorsun benim senden daha mutsuz olmadığımı? Mutsuzluğumdan kendimi pisliğin içerisine atmış olabilirim. İnsanlar üzülünce içer, değil mi? Ben de üzüntümden buraya geldim. Söylesene, bunun neresinde iyilik var? Az önce... Seninle... Beraber olduk... Tek kelime konuşmadık seninle. Sonra da iki yabancı gibi konuşmaya başladık... Sevişmek bu mudur? İnsanlar, böyle mi beraber olmalı? Bu, kepazelikten başka bir şey değildir.
Kız, sert bir sesle ve heyecanla:
— Evet! diyerek bana hak verdi.
115"Evet" demesi, beni oldukça şaşırtmıştı. Demek ki az önce beni dinlerken, o da aynı şeyleri düşünüyordu. Bu durumda, bu kızın bazı şeyleri anlama yeteneği vardı. "Gerçekten de önemli bir benzerlik" diye düşünürken neredeyse sevinçten ellerimi ovuşturacaktım. Böylesine taze bir ruha sahip olmak pek de zor olmayacaktı benim için.
Benim için bir oyundu bu ve.iyice kaptırmıştım kendimi.
Kız, başını bana doğru iyice yaklaştırdı; görmüyordum, sadece dirseklerine dayandığını seçebiliyordum karanlıkta. Beni inceliyor olabilirdi. Gözlerini görebilmeyi çok isterdim. Derin derin nefes alıyordu.
Öncekinden daha sert konuşmaya başladım:
— Evini bırakıp da neden buralara geldin?
— Öyle işte.
— Baba evi başka olur... Karnın tok, kafan rahat olurdu... Ne de olsa doğup büyüdüğün yer...
— Ya bunun tam tersiyse?
O anda aklımdan, "Bırak şu duygusal laflan da, kızın anlayacağı dilden konuş... Sonra çabaların boşa gider," diye geçirdim.
Ama bunlar, sadece aklımdan geçmişti. Bu kız beni çok etkiliyordu. Sinirlerim de boşalmıştı ve kendimi iyice kaptırıvermiştim. Ayrıca, temiz duygular taşırken de kolaylıkla konuşabilir insan.
Derhal toparlandım ve:
— Sen de haklı olabilirsin, dedim. Yaşanan bazı şeyleri anlamak zordur. Bak, sana ne diyeceğim. Birileri seni üzmüş olabilir, belki sen de onları üzdün; ama onlar,
senden daha fazla suçludurlar. Neler yaşadığını bilmiyorum, ama şunu söyleyebilirim ki, senin gibi birisi buraya kendi isteğiyle düşmez.
— Ben nasıl bir kızım ki?
Çok kısık bir sesle söylemişti bunları ve güçlükle duyabilmiştim.
İçimden, 'Tüh be, şimdi tatlı sözler söylemek zorundayım. Ne kadar da kötü... Ama, belki de iyidir," diye geçiriyordum. Kız susuyordu.
— Bak Liza! dedim. Kendimi şöyle bir düşünüyorum da, neler neler geliyor aklıma. Çocukluğumda bir ailem olsaydı eğer, şu an bambaşka biri olurdum herhalde. Ne kadar kötü de olsa, bir aile her zaman iyidir; anne baba, insanın kötülüğünü istemez hiçbir zaman. Senede bir kere de olsa sevgilerini gösterirler. Bir yuvan olduğunu bilirsin her zaman. Benim ailem olmadı hiç yanımda, belki de bu yüzden duygusuz bir adam oldum.
Uzun bir süre bekledim.
"Acaba söylediklerimi anlamıyor mu? Ben de tutmuş akıl hocalığı yapıyorum, ne gülünç!" diye geçiriyordum içimden.
— Ben baba olursam, bir de kızım olursa, onu oğullarımdan daha fazla sever, ilgi gösterirdim.
Böyle söyleyerek onun dikkatini çekmek düşüncesindeydim. Fakat şunu belirtmeliyim ki bu sözleri söylemek, yüzümü kızartmıştı.
— Neden söylediniz bunu?
Bu soru, beni dinlediğini gösteriyordu.
— Bilmem... Birisim tanırdım Liza; adamın yüzün
117de somurtan bir ifade vardı her zaman. Buna karşın kızlarını çok sever, her isteklerini yerine getirirdi, neredeyse ellerini ayaklarını öperdi. Baloda kızı dans ederken onu ayakta bekler ve gözlerini bir an ayırmazdı. Kızı için deli oluyordu neredeyse... Kız yorgun düşüp uyuyunca babası kalkar, onu öper, koklardı. Kendisi çok kötü giyinirdi, biraz da cimriydi, ama kızı için neredeyse tüm parasını harcardı. Kızına birçok hediye alırdı, eğer bunlar beğenilirse o zaman keyfine diyecek olmazdı. Bence babalar, annelerden daha fazla düşkündür kızlarına; bu nedenle kız, baba evinde mutludur... Benim bir kızım olsa, herhalde onu hiç evlendirmezdim.
Liza gülümseyerek:
— Neden? dedi.
— Kıskançlıktan ölürüm. Elin adamını öptüğünü, onu benden daha fazla sevdiğini düşününce kudururum. Düşününce bile kötü oluyorum. Elbette saçmalıyorum ben, sonunda her insan alışır. Fakat şunu söyleyeyim ki, kızım evlenene kadar çok yorulurdum. Çünkü onu isteyenleri kötülemek için elimden geleni yapardım. Sonunda da istediği birine verirdim onu elbette. Şu bir gerçektir ki bir baba, kızının sevdiği adamdan hep nefret eder. Hep böyledir bu. Zaten kavgalar da bu yüzden çıkar.
Liza aniden:
— Fakat bazı aileler de kızlarını tertemiz evlendirmek yerine satmak için uğraşırlar, dedi.
Yaa! Mesele buydu demek ki!
— Böyle şeyleri ancak, Tanrı tanımayan, sevgi fukarası aileler yapar; bunlann ortadan kalkmaları gerekir, Liza! diye bağırdım. Akıl, sevginin olmadığı yerde aranmamalıdır. Bu tür aileler mutlaka var, fakat benim sö
züm onlara değil. Sen de pek iyi şeyler yaşamadın herhalde evinde. Anlaşılan sen de talihsizlerdensin. Bunların hepsi fakirlikten ileri geliyor.
— Sadece zenginler mi iyi yaşarlar? Namuslu insanlar, fakirken de iyi bir hayat sürebilirler.
— Hımm... Belki haklısın. Fakat şu da var ki Liza, insan, mutluluğunu pek görmez, nedense hayatın hep üzüntüleri, sıkıntıları görünür ona. Fakat bir an olsun gerçeği görebilsek, aslında mutlu olacak birçok nedenin olduğunu görürüz. Bence mutluluk; her şeyin yolunda gittiği, kocanın seni çok sevdiği, koruduğu, bir an bile ayrı kalmak istemediği bir ailede vardır. Sıkıntılı günleri olsa bile, karıkoca mutludurlar. Sıkıntı çekmeyen insan yoktur zaten. Eğer evlenirsen bir gün, bunu sen de anlarsın... Bir de sevdiğin bir adamla evlenirsen, evliliğinin ilk yılları rüya gibi geçer. Birbirini seven karıkoca arasındaki kavgalar, her zaman tatlıya bağlanır. Hatta bazı kadınlar, kocalarını sevdikleri ölçüde, çok kavga ederler. Ben tanıdım böyle birisini. Kocasına, "Seni sevdiğimden kavga ediyorum, yanlış anlama sakın," derdi. İnsanın sevdiği kişiye eziyet ettiğini hiç duymuş muydun?
Kadınlardan daha çok çıkar böyle tipler. Eziyet ederken, "Bu sıkıntıya katlansın ki, ben onu birazdan sevip okşayacağım," diye düşünürler. Evin tüm neşesi bu kadınlardır. İnan bana, çok namuslu, huzur ve mutluluk dolu bir hayattır bu... Bunun yanında çok kıskanç kadınlar da vardır. Böyle bir kadını da tanıdım. Kocası dışarı çıktığı an hemen bir merak sarar onu, "acaba nereye, hangi kadına gitti" diye. Sonra da kocasının peşine düşüp gizli gizli takip eder. Yaptığının hiç de hoş bir davranış olmadığını kendisi de bildiği halde, kendisini durduramıyordu. Bütün bunları yapmasının nedeni, kocasını çok sevmesiydi. Kavgalardan sonraki barışmalar, (affederek
118
119
tya da özür dileyerek farketmez) tadılacak en güzel hazdır. Öylesine mutlu eder ki karıkocayı bu durum, sanki yeni tanışmış ya da evlenmiş gibi hissederler kendilerini. En önemli noktalardan biri de şudur ki, kankocanın sevişmelerinden hiç kimsenin haberi olmamalı, bu konular kimseye anlatılmamalıdır. Sıkıntılarını öz annelerinden bile gizlemeli, aralarında hakem olmasını istememelidirler. Karıkocanın en iyi hakemi ancak kendileri olabilir. Aşkın bir kutsallığı vardır, bunu sarsmamak için tüm yabancı bakışlardan sakınmak gerekir. Böylece aşkın kutsallığı daha da artacak ve tam anlamıyla mutluluk yaşanacaktır. Sonuçta karıkoca arasındaki saygı da pekişecektir; evliliğin temeli de saygıdır zaten. Eğer severek evlenmişlerse, bunu neden söndürsünler ki?.. Aşkın devamının bir yolu yok mudur? Ben, olmadığını zannetmiyorum. Adam, çok onurlu ve iyi bir insansa aşkını tüketmez. Evliliğin ilk yıllarında yaşanan ateşli aşk, yerini güçlü bir sevgiye bırakacaktır elbette. Zaman geçtikçe karıkoca arasındaki ilişki daha da kuvvetlenir, her şeylerini beraber ve birbirlerine danışarak yaparlar. Bir de çocukları oldu mu, en kötü günleri bile mutlu geçer onların. Yeter ki sevgilerinde ve güvenlerinde azalma olmasın. Çocuklar için çalışmak, fedakârlıkta bulunmak da büyük bir zevktir. Gelecekte de bütün bu yapılanlar için çocuklar sana sevgi duyacaklardır. Yani gelecek için sevgi yatırımında bulunuyorsun sen. Çocuklar büyüdükçe seni kendilerine örnek ve yaslanacakları bir kuvvet olarak görürler. Sonra, şunu da hissedersin ki, öldüğünde senin duyguların ve fikirlerinle beraber olacaklardır onlar. Çünkü kendilerine seni örnek almışlardır. Çocuk sahibi olmak, gerçekten de kutsal bir görevdir. Anne ile babayı birbirine yaklaştıran en önemli unsurlardandır. Bazıları da çocuk yetiştirmenin zor olduğunu söyler. Bence böylesine kutsal bir göreve laf söylenmemek'.
120
Liza! Küçük çocukları sever raisin? Ben bayılırım. Düşünsene; küçücük, pembe yanaklı bir oğlun var ve memeni emip duruyor. Erkeklerden hiçbirinin, kucağında çocuk olan bir kadına kötü gözle bakacağım zannetmiyorum. Pembe yanaklı bebek oynadıkça, minicik ellerini, ayaklarını hareket ettirdikçe insanın gülesi gelir. Bir de insana uzun uzun, her şeyden anlar gibi bakmaları vardır. Meme emerken elleriyle sıkar, Kendince bazı oyunlar oynar. Babası yanlarına geldiğinde meme emmeyi bırakır, başım arkaya atarak babasına güler" gülecek bir şey varmış gibi... Sonra doğrularak tekrar meme emmeye devam eder. Dişleri çıktığında ise annesinin memesini ısırır, sonra da "Bak, nasıl ısırdım?" der gibi bir bakış fırlatır. Çocuk, bir ailenin mutluluk kaynağıdır Hayır, hayır Liza! İnsan, ancak yaşamı öğrendikten sonra başkalarını eleştirebilir.
Sustum. Meğer böyle duygusal tablolar çizmek gerekiyormuş bu kıza diye düşünürken bir yandan da çok içten olduğuma inanıyordum. Sonra aniden aklıma, "Peki şimdi bir kahkaha patlatıverirse ne yaparım?" diye bir düşünce geldi. Bunu düşündüğüm an, öfkeden kıpkırmızı olmuştum. Özellikle konuşmamın sonlarında iyice kendimi kaybetmiştim. Şimdi ise gururumu kırıyordu bu durum. Sessizlik iyice uzamıştı. Bir ara kızı dürtmek geldi içimden. Tam o anda:
— Siz neden öyle... dedi ve sustu.
Bu sözleri, bana her şeyi anlatmıştı. Öncekiler gibi sert ve kaba değil, ince ve utangaç bir ses tonu vardı. Öylesine titrek bir sesti ki, kendimi suçlu hissetmeye başladım.
Cana yakın bir şekilde:
— Ne demek istiyordunuz? diye sordum.
— Şey... Siz...
— Evet!
— Şey... Sanki kitap okur gibi konuşuyorsunuz.
Bunları söylerken de sesinde alay eden bir ton farkettim. Böyle bir şey yapacağım getirmemiştim aklıma ve hayli üzdü bu durum beni. Liza da alay ediyordu. Hoyratça ruhlarına girmeye çalışanlara karşı, duygulu ve saf insanların yaptığı gibi bir tür gururlulukla kendini saklıyordu. Birkaç kez daha alay edeceği yönünde hisler uyandırmıştı bende, en sonunda da etti işte. Fakat bu kez anlayamamıştım. Kendime sitem edeceğim halde tutmuş kıza sinirleniyordum.
"Ben sana haddini bildiririm," dedim içimden.

0 yorum:

Site Hakkında...

Karşılaştırmalı Edebiyat şimdiye kadar
kez ziyaret edildi. İlginize teşekkür ederiz ::
© 2006-2010 9Kare.Net Yazı İşleri Ürünüdür :: iletişim ::
Resized Header Image Copyright © DHester by freewebpageheaders.com

© Blogger templates The Professional Template Tasarım: Ourblogtemplates.com 2008


PageRank Checking Icon

Takipçilerimiz