Küresel Translatio: Karşılaştırmalı Edebiyatın "İcadı" - 2
EMILY APTER*
İstanbul'un kültürel kavşak olma geleneği, Yahudi ve Alman yerleşim bölgeleri kurmuş olmasıyla birlikte (Filistin'e göç eden Yahudiler için bir uğrak işlevini görmüştü), buradaki üniversite kadroları otuzların başında Avrupalı sürgünlerin iştahını kabartıyordu.23 Dresden Teknik Üni-versitesi'nden atılmasından bir yıl sonra, parasal zorlukları daha da artınca, Victor Klemperer günlüğünde İstanbul Üniversitesi'ndeki işlerin ne ölçüde kıskançlıkla görüldüğünü kaydeder.
"Spitzer'ın İstanbul'daki kadrosunun sonunda Auerbach'a verildiği"ni kaydettikten sonra, Auerbach'ın Fransızca'yı akıcı biçimde konuşamamasına rağmen, Benedetto Croce'ye lobi yaparak görevi nasıl elde ettiğini bir parça kırgınlıkla anlatır:Bu sabah, "Vosslaiir”den bir tavsiye mektubuyla, Floransalı küçük bir kütüphaneci, amico del Croce, anti-fascista olan Edmondo Cione ziyaretime geldi. Almanya'da okutman olmak istiyor, kadromu kaybettiğimi bilmiyormuş. Onu Jena'da Gelzer'e tavsiye ettim. Bana İtalya'da yardımcı olup olamayacağına bir bakacak. Bana Auerbach'ın nasıl İstanbul tayinini elde ettiğini anlattı. Bir yıldır Floransa'daymış ve Croce'den öğrenmiş. [...] Şu anda Auerbach Cenevre'de Fransızca'sını parlatıyormus. Spitzer da İtalya'da ancak gerçekten Fransızca konuşabilen birinin kendisinin yerine geçebileceğini söylüyormuş. Ben de birkaç aylığına Cenevre'ye gidersem "gerçekten Fransızca konuşabilirim " yeniden."İstanbul popülerdi, çünkü Avusturyalı ve Alman göçmenler söz konusu olduğu ölçüde Avrupa'ydı orası. Klemperer'in arkadaşı fizikçi Harry Dember'in 12 Ağustos 1935 tarihli bir mektupta üniversiteye atandığını öğrenmesi hakkında yazdığı üzere: 'Tam kenarda -Asya'yı görebiliyorsun - ama hâlâ Avrupa'da."25İstanbul'a göçmen akını gitgide büyür. Almanya'da ve Avusturya'daki işlerinden kovulan Nazizm kurbanları, "üniversitede" reformlar yaparak (çoğu zaman orada bulunan akademisyenler pahasına) Batılılaşmayı isteyen genç Türkiye Cumhuriyeti'nin (1923-1930) fırsatçılığına cevap verir. Çoğu durumda bir Türk'ün kaybettiği işin bir Alman'ın kazandığı iş olması tarihin bir cilvesidir. Her iki tarafta da işten atılmalar büyük ölçüde bu hümanizmin kurulması için zorunluydu. Geriye bakınca, insan göçmen profesörlerin Türk hükümetinin onların koşullarını manipüle ettiğini bilip bilmediklerini merak ediyor. Örneğin, 1932'de hükümetin İsviçreli eğitimbilimci Albert Malche'yi (o zamanki adıyla) İstanbul Darülfünunu'nun durumu hakkında bir rapor yazmakla görevlendirdiğini biliyorlar mıydı? 1933'teki Edebiyat fakültesi tasfiyesini haklılaştırmak için kullanılacaktı bu.26 Malche'nin yıkıcı raporu, yetersiz yayınları, alt düzeydeki yabancı dil eğitimini ve az sayıdaki bilimsel öğretimi zikrediyor, üniversitenin baştan ayağa elden geçirilmesini öneriyordu.
Reform gündeminde, Malche "Berlin, Leipzig, Paris ve Chicago'dan gelecek profesörlerle kozmopolit bir üniversite öngörüyordu. Bu kozmopolit kültürün tek tek okulların başat olmasına karşı tek güvence olduğunda ısrarlıydı. Küresel ölçekte görevlendirme yapmaktan sorumlu olsa da, Malche tekliflerine esas olarak Almanyalı ya da Almanca konuşan profesörlerden evet cevabı aldı.27 Spitzer'i İstanbul'a getirmeye yardım eden, Alman akademisyenleri yurtdışında bir yere yerleştirmekle sorumlu bir örgütle - "Notgemeinschaft deutscher Wissenschafter in Ausland" - yakın işbirliği içinde çalışan Malche idi. Spitzer'e verilen ilk görev göz korkutucuydu; "birkaç bin öğrenci için dört dildeki dersleri eşgüdümlemekten sorumluydu," " - bir çevirmen aracılığıyla - sınıflarına Fransızca ders veriyor ve öğretim kadrosuyla iletişim kurmak için bir dizi başka dili kullanıyordu."28Spitzer'ın kurduğu bölüm birçok bakımdan Avrupa-merkezli bir tecrit adası idiyse de, Türk kültürüyle bütünleşmek konusunda Auerbach'tan çok daha istekliydi Spitzer, Varlık dergisinde 1934'te "Türkçeyi Öğrenirken" başlıklı bir yazı yayınlayacaktı. Auerbach İstanbul'da on yıldan fazla bir süre geçirdiyse de,29 görünen o ki Türkçeye hiç vakıf olmadı ve "yabancı" olduğu çevresinin Mimesis'e ya da ders kitabı olarak hazırladığı, "1943'te İstanbul'da Türk öğrencilerime yaptıkları çalışmaların kaynak ve anlamını daha iyi kavramamı sağlayacak bir çerçeve vermek üzere yazıl'mış30 olan lntroduction to Romance Languages and Literatures'a sızdığını söyleyebileceğimiz bir belirti de yok. Herbert Dieckmann'ın (sonradan seçkin bir edebiyat eleştirmeni olacak, Harry Levin'le birlikte 1961'de alanında etkili bir yere sahip Essays in Comparative Literature'), yazacak olan, Auerbach'ın bu dönemdeki "star" Alman öğrencisi) nasıl tamamen Avrupa modelinde bir Aydınlanma uzmanı olabildiği kolayca anlaşılabiliyor. Yola Türkolog olarak devam etmedilerse (Robert Anhegger veya 1938-1958 arasında İstanbul Üniversitesi'nde çalıştıktan sonra UCLA'de “Turkish studies"i kurmuş olan Andreas Tietze gibi), Türk olmayan öğrenci ve fakülte üyeleri standart bir Avrupa müfredatına uyma eğiliminde oldular.
Bir yandan Auerbach kendi kuşağından Avrupalı filologların (Vossler, Curtius ve Spitzer) geniş kültürel zeminini benimsedi, öte yandan Avrupa uygarlığı çevresindeki dışlayıcı sınırları koruma, "daha kapsamlı başka bir birim içinde", bugünkü terimlerle küresel karşılaştırmacılığa denk düşen bir birim içinde "kaybolup gitmekten" alıkoyma endişesi içindeydi.31Auerbach'ın Introduction to Romance Languages and Literatures’ının Hıristiyanlık üstüne bir bölümün eklenmesi dışında Türk hedef kitlesine pek az ayrıcalık tanıyan Roman dilleri müfredatını kapsaması şaşırtıcı değil. Yine de, daha yakından bir incelemede, bu çalışmada Romanizasyona ve Avrupa dillerinin tarihinde Roma dilsel sömürgeciliğinin uzun erimli etkisine yöneltilen dikkat, pekâlâ Auerbach'ın Türkiye'deki Romanizasyon* sürecine tanıklık etmesine atfedilebilir.32 Auerbach kendisinin de (kültürün küresel standartlaştırılması bağlamına yerleştiriyordu - "saçmalık Entemasyoneli ve Esperanto kültürü")33 bir katılımcı olduğu okuma yazma seferberliğini aşırı kötümser bir biçimde selamlıyordu, ama okuryazarlık konusu 1958 tarihli başyapıtı Literary Language and Its Public in Late Latin Antiauity and in the Middle Ages'da çok önemli bir izlek oldu. Dilsel "tutuculuk"un - Roma cumhuriyetinin son dönemlerinde yazım ve dilbilgisini standartlaştırma çabalarından doğan yazınsal Latince'nin dilbilgisel istikrarının - nasıl günü gelince Batılı kültür mirasını güvence altına alan bir yazınsal kamuoyu oluşturduğunu gösterir burada. Modern Türkçe'nin standartlaştırılmasının doğrudan doğruya Literary Language and Its Public in Late Latin Antiauity and in the Middle Ages'ı esinleyip esinlemediği tartışma konusu olarak kalsa da, Türkiye'nin kendi kendini sömürgeleştiren translatio imperii politikasının Roma imparatorluğu ile arasında zorlayıcı koşutluklar önerdiğini söylemek yanlış olmaz.34
Spitzer'ın "Türkçeyi Öğrenirken" yazısının yayınlandığı sanat, edebiyat ve politika dergisi Varlık yeni yaratılmış Türkiye Cumhuriyeti'nin 1928'de yaptığı dil reformlarının doğrudan bir sonucu olarak görülebilir. Seçkinlerin, 19. yy boyunca, zaten yüzünü Avrupa romanına dönmesine rağmen, bu reformların Türk politikası ve kültürü üzerindeki etkilerinin üstünde ne kadar durulsa azdır. Osmanlı yazısında kullanılan Arap alfabesinin kaldırılması ve birdenbire fonetik bir Latin alfabesiyle modern Türk yazısına geçilmesiyle, Atatürk eski eğitimli sınıfı birden okuma yazma bilmez bir hale düşürdüğü gibi, bir sonraki kuşağın tarih arşivlerine, hukuk belgelerine ya da Osmanlı yazınsal geleneğine ulaşmasını da engelledi.35"1 Üniversite hocalarından eğitim bakanına Türk entelektüellerin katkılarının bulunduğu "dil tartışmaları" başlığı alanda yayınlanan Spitzer'ın yazısı bu okuryazarlık devriminin keşmekeşi içine yerleştirilmelidir.Spitzer ve Auerbach, Auerbach'ın çıkardığı İstanbul Üniversitesi dergisinde - Publications de la faculte des lettres de l'Universite d'İstanbul" - öğrencilerinin çalışmalarının yanı sıra filoloji üstüne önemli yazılar yayınlamışlardır. Spitzer'ın Romanoloji seminerini de kapsayan 1937 sayısının*** içindekiler tablosu derginin kozmopolit erimine tanıklık eder:Azra Erhat, "Üslup ilminde yeni bir usul"Eva Buck, “Die Fabel in 'Pointed Roofs' von Dorothy Richardson”Rosemarie Burkan, Truchement* Herbert Dieckmann, "Diderots Naturempfinden und Lebengefühl"Traugott Fuchs, "La Premiere Poesie de Rimbaud" Hans Marchand, "Indefinite Pronoun 'One'" Sabahattin Eyuboğlu, "Türk Halk Bilmeceleri" Leo Spitzer, "Bemerkungen zu Dantes 'Vita Nuova”Süheyia Sabri, "Un Passage de 'Barlaan y Josaiat'" Erich Auerbach, "Uber die ernste Nachahmung des Alltâglichen"36Bu tablo gerçekten küreselleşmiş bir karşılaştırmalı edebiyatın in vitro paradigması olarak, dünyayı metnin içine sokan eleştirel okuma uygulamalarının bir tanığı olarak okumaya kışkırtıyor bizi.
Hepi topu bir dizi makale, olsa da, Atatürk tarzı (yani Türkiye'nin modernleşme gündemine uyarlanmış) Avrupa hümanizminin Alman temelli filolojinin savaştan sonra ABD'de insan bilimleri bölümlerinde kurumsallaşmasıyla birlikte aldığı adla karşılaştırmalı edebiyatın, küresel bir disipline dönüşmesiyle ilgili üstünkörü bir fikir veriyor.37 Bu bakımdan Türk akademisyenlerin bu seminer yayınlarına katkıları özellikle önemlidir. Yazısı Spitzer'in yöntemi ve söz sanatını ele alan Azra Erhat meslek yaşamını yeni kurulmuş Türkiye Cumhuriyeti için modern bir kütüphane yaratmaya dönük devlet destekli bir proje için Yunan ve Latin klasiklerini çevirmeye adadı. Bu kütüphane, Türkiye'yi "Yunanlaştırma" ve devletin böylece üzerine seküler milliyetçiliğin inşa edilebileceği Islami olmayan, Osmanlı kültürüne karşı kültürel temeller kurma çabasını pekiştirme gibi planlı bir görevin parçasıydı. "Mavi Yolculuklardan (Türkiye kıyılarındaki Yunan-Roma uygarlığının kalıntılarını kapsayan tekne yolculukları) tutun üniversite sisteminde klasik filolojiye yatırım yapmasına kadar çok çeşitli girişimler, "Yeni Yunanistan olarak Türkiye" mitiyle ilişkiliydi. Kültürel saygınlık ve ulusal kimlik gibi amaçlarla klasisizmin benimsenmesi, Roma Imparatorluğu'ndan bu yana çok tanıdık bir hamledir, ama Atatürk'ün reformlarının özel bağlamında, daha doğarken karşılaştırmalı edebiyatı milliyetçilikle (aşırı milliyetçi Nazi Kultorkampf’ına tepki olarak, göçmen kuşağı milliyetçiliğe karşı olma eğilimindeydi) ilişkisini yeniden değerlendirmeye ve filolojik hümanizmi Balkanlar'da, Kara Deniz'i çevreleyen ülkelerde ve Küçük Asya'da "kimin Yunanistan'ın devamı" olduğuna ilişkin tarihsel tartışmalara açılmaya zorlamak suretiyle yeni içerimler kazandı.38vııı
Klasik filoloji ile milliyetçilik arasındaki karmaşık ilişki Erhat ve arkadaşlarının çalışmalarıyla Spitzer'in seminerinde temsil ediliyorduysa, seminer aynı zamanda Avrupalı olmayan diller ve kültürlere uygulandığında edebiyat incelemelerinde filolojik müfredatın neye benzeyeceğini anlamak için bir laboratuar işlevi görmüştür. Varlık'm editörlerinden ve dil tartışmalarının hararetli katılımcılarından olan Spitzer'in asistanı Sabahattin Eyuboğlu, bu cephede önemli bir oyuncuydu; Spitzer'in yöntemini yerel ağızlarda yazılmış masallar, öyküler ve şiirlerin çözümlenmesine uyguladı. Eyüboğlu'nun dilbilim ve genel biçimbilime eğiliminin yanı sıra Süheyla (Sabri) Bayrav'ın biçimbilim üstüne çalışması, eski tarz filolojiyi biçimciliğe doğru yönlendirdi.39 (Roman Jakobson'un yapısal dilbilimini getiren) Benveniste ve Greimas'ın gelişiyle İstanbul (ve Ankara) edebiyat tarihi ve kuramında filolojik hümanizmin göstergebilim ve yapısalcılığa geçişinin gerçekleştiği kurumsal alanlar olarak yeni bir önem kazandı.Filoloji SavaşlanSpitzer'in İstanbul'daki semineri kuşkusuz küresel karşılaştırmacılığın başlangıcı ya da tek örneği değildi. Bu düşünce kültürün kendisi kadar eski ve fazlasıyla yaygındır, hele ki akademinin dışında ve ulusaşırı değiştokuş çevrimleri içinde dergiler ya da politik girişimlerde çalışan avangard yazarlar ya da entelektüelleri hesaba katacak olursak. Yine de, Spitzer'in semineri, savaş sonrasında kurulmuş olan karşılaştırmalı edebiyat bölümleri için yol haritası sağladığı ölçüde güncel önemi olan bir küresel translatio örneği sunar. Disiplin biçimini aldığı kentin -Doğu-Batı sınırlarının kültürel olarak bulanık olduğu ve sömürgecilik tarihinin katmanlarının yerli kültürlerin ana-çizgilerini birbirine karıştırdığı bir yerin - izlerini karşılaştırmalı edebiyatın bugüne taşıdığını öne sürmek istiyorum. Edward Said sürgündeki Weltliteratur'un önde gelen bir figürü olarak seçerken Auerbach'in İstanbul'da bulunmuş olmasının öneminin açıkça ayırdındaydı. Paul Bove ikna edici biçimde Auerbach'in Said'e meslek yaşamı boyunca "ilerici seküler potansiyeli"ni gerçekleştirmeye çalışarak geçirdiği "eleştirel bir hümanizmi" miras bıraktığını savunuyor." Bu noktada Said'in Spitzer'in İstanbul öyküsünü daha yakından bilseydi, Auerbach'i kendi seküler hümanizminin öncüsü olarak kabul edişini çok daha güçlendireceğini düşünüyorum.Spitzer'ı ulusaşırı hümanizmin avam la lettre bir figürü olarak diriltmek zorlama görünebilir, ama bu figürü kurarken şansımız yüksek, çünkü karşılaştırmacılığın filolojik mirasına sahip çıkmak, insan bilimlerine simgesel sermaye elde etmekle eşanlamlı.(41). Rönesans'ın dillere destan hümanizm geleneğini modern akademisyenliğe taşıyarak ve deyim yerindeyse, kökenbilimsel genomun haritasını çıkartarak filoloji, yazınsal kurumlar ve ulusal politikaların şekillendirilmesi konusunda uzun bir tarih üstünde hak iddiasında bulunur.42
Bernard Cerquiglini'nin gözlemlediği üzere: "19. yy'ın şafağında, çok değişik türde, nitelikte ve evrimde birçok fenomen birbirine yaklaştı, metinlerin pratiği ve incelenmesiyle bağlantılı, tutarlı bir anlambilim ortaya çıktı. Filoloji bu tutarlılığın en önemli anlatımıdır. Filolojinin tarihi, me-tinsele ilişkin kendiliğinden felsefemizin tarihidir."43. Michael Holquist'e göre, filoloji ve, daha geniş olarak, dil incelemeleri Wilhelm von Humboldt, Johann Fichte, Friedrich Schleiermacher ve Friedrich Schelling'in yeni kurulan (ve Amerikan akademisinin bizzat şablonu olan) Berlin Üniversitesi bağlamında "özerkliğin nasıl kurumsallaştırılacağına ilişkin Kantgil paradoksu çözme"lerine olanak verir.44Alman filolojisinde somutlaşmış olan Kantgil seküler hümanizm idealinin Alman milliyetçiliğinin en kötüsüyle telafi edilemeyecek biçimde kirletildiğinde ısrar edilebilirse de, filolojinin tarihi seçkin aksi örnekler içerir. Victor Klemperer kendisini "filologun defteri"ne ("kendime gönderdiğim SOS" ya da "gizli formül" olarak anılır sık sık) adayarak II. Dünya Savaşı sırasında zarar görmeden yaşamda kalma isteğini korudu; kitap, Nazi konuşma dilinin gündelik yaşama verdiği zararların titiz bir güncesidir (LTI, s. 9, 10). Klemperer, Üçüncü İmparatorluğun [Third Reich] Dili'ni anlatmak için Latince lingua terti imperii (ya da kısaca LTI) ifadesini kullandı.45
Roma'nın translatio imperii mirasını devralıp Üçüncü Imparatorluk'un lingua imperii''sine bağlayarak, Klemperer Nazi ve Roma dilsel emperyalizmleri arasında bir koşutluk kurmakla kalmaz, fetih koşullarında çevirinin niteliğini belirleyen özgün anlama ilişkin çok özel küçümsemenin de altını çizer. Saint Jerome'un "çevirmen düşünce içeriğini bir fatihin (iure victoris) ayrıcalığıyla kendi diline aktardığı bir esir (quasi captivos sensus) olarak düşünür" yollu önermesini kullanan filolog arkadaşı Hugo Friedrich'in konumunu benimsemiş görünür. "Bu," diye bağlıyordu sözünü Friedrich, "yabancı sözcüğü yabancı bir şey olarak hor gören, ama çevirmenin kendi dili aracılığıyla ona hükmetmek için yabancı anlamı mülkiyetine geçiren Latin kültürel ve dilsel emperyalizminin en çarpıcı belirimlerinden biridir."(46) Klemperer için, Nazi söylemi benzer bir dil modelini sunuyordu, ilk olarak eski bir aile dostunun konuşmasında kaydedilen ve özellikle Nasyonel Sosyalist olarak tanınan ilk terim niteliğindeki Strafexpedition (ceza yolculuğu) sözcüğünü incelerken, "bir şekilde farklı olan insanlara yönelik kaba kibir ve horgörünün somutlaşmış biçimi, öyle sömürgeci bir tınısı vardır ki, kuşatılmış Zenci köyü gözünüzün önüne gelir, suaygırından kamçının saklayışını duyar gibi olursunuz," diye yazar (LTI, s. 43). Klemperer Nazi dilinde, Friedrich'in Roma çevirilerine atfettiği türden şiddet yüklü bir anlamsal gasp örneği görür, her ne kadar Nazilerin durumunda kaynak dille erek dil aynı olsa da. Bu dil-içi ya da Almancadan Almancaya çeviri (Jakobson'un terimleriyle "yeniden sözcüğe dökme" veya "sözlü göstergelerin aynı dile ait başka göstergeler aracılığıyla yorumlanması")47 bir dizi alayı içerir. Nazilerin onayladığı sözcüklerin sıradan yurttaşlar tarafından gelişigüzel benimsenmesine uygulanan bir ifade olan, Klemperer'in "dilin içme suyunun zehirlenmesi" dediği şey ortaya çıkmıştı; iş arkadaşlarından biri artniyet olmaksızın artfremd (yabancı), deutschblütig (Alman kanından olan), niederrassig (alt ırktan olan) ya da Rassenschande (ırksal bozulma) gibi sözleri kullanır. Anlamsal ikameler de görülüyordu: sözgelimi ("Yahudi liberalizminin o iğrenç konusunu taşıyan") Humanitat'in [insanlık] yerine "erkekçe" Menschlichkeit [ademiyet] sözcüğü gibi, üstelik sözcük köklerini Almanlaştırma ve "yabancı" kökleri ayıklama programıyla paralel gidiyordu bu. Klemperer aynı zamanda dilin Naziler tarafından teknolojikleştirilmesini, "saati ya da mekanik bir oyuncağı kurmak" veya "dokuma tezgâhında çözgüyü takmak" anlamına gelen aufziehen gibi bir fiile ayrıcalık tanınmasını da gözden kaçırmaz. Hem komik hem de duygusuzlaştırıcı olan otomatik, robotsu davranışları hatırlatma babında, fiil Nazi konuşmalarının ya da kazadımı yürümelerin içi boş, cansızlaştırıcı retoriğini yansıtıyordu. Eşikalti psikolojik mesajlar verebilen resimyazılar [pictogram] da yaygındı. Amansız Nazilerin simgesi SS harflerini, "Dikkat! Yüksek Voltaj"ın yaygın simgesinin görsel olarak sahiplenilişine bağlı bir rünik yazı olarak yorumlar.48Klemperer'in Nazi düşüncesine karşı filolojiyi güçlü bir koruyucu ilaç olarak kullanışı (her ikisi de savaşta şifreci olarak görevlendirilen I. A. Richards ve Leo Marx gibi filoloji eğitimi almış edebiyat eleştirmenlerinin stratejik kullanımını tamamlar bu) Spitzer ve Auerbach'ın savaş sırasındaki filolojik pratiğinin arkasındaki politikayla doğrudan doğruya bağlantılıdır.
Çağdaş kanon ve kültür savaşları bağlamında kimin filolojinin sürdürücüsü olduğuna ilişkin savaşın devam etmesinin nedenlerinden biri de olan, kusursuz bir ahlaksal soya sahip bir "direniş" filolojisidir bu. Charles Bernheimer'ın Comparative Literature in the Age of Multicuhuralism'i (1995) bu bakımdan Lione Gossman ve Mihai Spariosu'nun Building a Proffesion: Autobiographical Perpectives on the History of Comparative Literatüre in the United States'iyle (1994) birlikte bir meydan muharebesi olarak okunabilir. Birinci makale derlemesinde eleştirmenler sömürgecilik-sonrası kuramını, karşılaştırmalı edebiyatın birden çok dili içine alan, uluslararası mirasının mantıksal sonucu olarak tanımlıyorken, ikincisinde sömürgecilik-sonrası dönemeci, kabul edildiği ölçüde, karşılaştırmalı edebiyatın seçkin Avrupalı temellerinin indirgeyici biçimde politikleştirilmesi olarak tanımlanır.'" Bu en son filoloji savaşlarının iddiası, Klemperer vd'ninkilerle karşılaştırıldığında akademik ve sınırlı kalsa da, yazınsal yöntembilimin kültürel içerimlerinden tutun da dünya edebiyatını İngilizce-merkezli "yabancı" diller parametrelerinin ötesinde yeniden düşünmeye, Avrupa hümanizminin küresel kültür piyasasında çekiciliğini koruyup korumayacağına kadar bir dizi önemli eleştirel sorunla ilişkilidir.Artı ve eksileriyle Avrupa savaş meydanında, Said'in hümanizmi önemli bir tutuşma noktası olarak kaldı. Said'in 1978 tarihli çok önem taşıyan kitabı Şarkiyatçılık ve "kontrpuanlı okuma" ("hem öykülenen metropolitan tarihin hem de egemen söylemin tepki gösterdiği [ve birlikte hareket ettiği] diğer tarihlerin aynı anda ayırdında olma") kavramını tanıtan 1993 tarihli Kültür ve Emperyalizm, metinleri sosyolojik örneğe indirgeyerek estetik değerlerini azalttıkları ve bir yandan "kurban incelemelerini ve anahümanizmi destedikleri gerekçesiyle eleştiriye uğradı.50
Fakat, Herbert Lindenberger'in bize hatırlattığı gibi, Auerbach'ın Mimesis'i 1980'lerin başında Avrupa-merkezciliği dolayısıyla solun saldırısına uğradığında, kendisine, en azından Lindenberger'in değerlendirmesine göre, Auerbachgil kapsamlılığın hakkını vererek kültürel otorite ve Welt-lit konusunda örnek çalışma olarak kitabı kurtaran Said'den başkası olmayacakta.51Said'in hümanizmi Avrupa'ya Avrupa'nın dışından bakmakla birlikte (Dipesh Chakrabarty'nin deyişini ödünç alacak olursak, “taşralaştırmak"la birlikte), İslam gibi geleneklere sıkıştırılmış, yekpare bir şeymiş gibi gönderme yapma alışkanlığını eleştirir.52 "Bugün de durum tıpatıp aynı" diyecekti Representations of the Intellectual'da, "İslam dünyasıyla - içindeki bir milyar insanla, yerkürenin üçte birine dağılmış Arapça, Türkçe, Farsça gibi yarım düzine büyük dili konuşan onlarca farklı toplumla - ilgilenirken, Amerikalı veya İngiliz akademik entelektüeller indirgeyici ve bana soracak olursanız, sorumsuz bir biçimde 'İslam' diye bir şeyden söz ediyorlar."53 Dilaşırı perspektifçiliği bir a priori olarak kabul etmek suretiyle, Said'in hümanizmi "diller ve kültürleri tek başlarına görmeyi reddeden bir entelektüel" tasarımı çevresinde döner. Entelektüelin bilgi ve özgürlük iddiasını meşrulaştıran şey, Babil'in demografisine duyarlılığıdır.54 Said'in hümanizminin radikal yanı — statükoya ilişkin kışkırtıcılığı ve yurt denen çizgileri çekilmiş, alışılmış çevrelere teslimiyeti reddetmesi- ben derim ki, (kolayca dilsel çokkültürcülük diye sulandırılabilecek) filolojik evrenselciliğinden çok, kültürel karşılaştırmanın şoke edici değerine bağlılığında yatar.Auerbach'ın yapıtını Ansatzpunkt [başlangıç noktası] olarak kabul etmek (ve sürgün fetişinin kapsamını genişletmek yerine; çünkü kayıtlar Auerbach'ın İstanbul'da gayet kozmopolit bir çevrede bulunduğunu gösteriyor) yerine, Said'in hümanizmi Spitzer'dan yola çıkmış olsaydı, Spitzer'ın Ernst Robert Curtius - Spitzer'ın İstanbul'a postalanmasından hemen sonra onun işinin üstüne çullanan akademisyen - eleştirisinden,55 kendi "aydınlık" filoloji pratiğinden, "katılığı'nı, "yavanlığını, "sofuluğu"nu, "ortaçağa özgü kılığı"nı üzerinden atmış bir filolojiden beslenebilirdi. Said'in anı kitabı Out of Place, Shakespeare'i Shirley Temple'ın, Kant'ı Harika Kadın'ın yanına yerleştirmesiyle bu kültürel aydınlığın ve küresel kapsamlı filolojinin bir örneğini verir. Bu anlatı, Amerikan ürün etiketlerinin Arapça'ya ve Anglofon ifadelere yapıştırıldığı bir sözlüğü dolaşıma sokar. Ping Pong ve Dinky Toy gibi sözcüklerin kural dışı işitsel etkileri, aynı sayfada, İngiltere'ye özgü isimler (BBC, Greenwich Ortalama Zamanı) ve yerel marka adlarıyla (Chabrawichi kolonyası) yansır. Taşıdığımız ve alıp verdiğimiz nesneler gibi, ortak dilimiz ve düşüncemiz de aslında sokak düzeyinde olan çizgi film, film, dizi film, reklam ve popüler bilgiden kaynaklanan bir avuç gözle görülebilir ölçüde banal küçük sistemin egemenliğindedir," der Said bize, adeta hümanizmi, küresel kapitalizm ve ticari marka okuryazarlığının dokunmadığı yerel kültürün yüksek, ciddi, korunmuş alanı yapma yanılgısından kaçınmak için.56 Said'in, popüler kültürün meteliklerinin Avrupa estetiğinin değerli banknotlarıyla etkileşime girmesine şaşkınlığı, belki de şaşırtıcı olmayan bir şekilde, Spitzer'in 1949 tarihli, Sunkist portakal suyunun logosunu ortaçağdaki hanedan nişanlarının modern karşılığı olarak yorumladığı "Popüler Sanat Olarak Açıklanan Amerikan Reklamcılığı" başlıklı çığır açıcı yazısını hatırlar.Öyleyse, bu Spitzer bağlantısı göz önünde tutulursa, Said için, ulusaşırı zamanlar Spitzer'i kiminle somutlaştırabilirdi? Out Of Place'de yazarın aile dostu Charles Malik, aralarındaki siyasal farklara rağmen, en güçlü seçenek olarak kendini gösterir, 1940'larda Filistin'in bir sözcüsü ve Lübnan'ın eski bir BM büyükelçisi olan Malik, Freiburg'da Heidegger ve Harvard'da Whitehead'le öğrenimini sürdürdükten sonra, Beyrut Amerikan Üniversitesi'nde profesör olmuştu. "
Dolgun Avrupa İngilizcesine eklenen ağır bir Lübnanlı köylü (Kura) aksanı"yla Malik,Said'in tanımıyla, Orta Doğu'nun bir tür Spitzer'ı olur; İngilizce, Arapça, Almanca, Yunanca ve Fransızca'yı akıcı biçimde konuşur, söyleşilerinde Kant, Fichte, Russell, Plotinus ve Hz. İsa'dan Gromyko, Dulles, Trygve Lie, Rockefeller ve Eisenhower'a geçer (OP, s. 264, 266).Her ne kadar Said (kendi anlatımına göre) Malik'in dil yeterliliğiyle hiç yarışamasa da, entelektüel ilgileri ve başarıları - müzik, siyaset ve edebiyat eleştirisinde - onu aynı ölçüde zorlayıcı bir seküler hümanist örneği olur. "Kendi kendine okuyan biri" olarak, hümanizmin ulusaşırı ulusaşırılığının farkındadır ki, bu, bana öyle geliyor ki, hümanizmin geleceği için, Said'in yazılarıyla sürgüne yüklenen değerden çok daha önemlidir. Filistinli-Arap-Hıristiyan-Amerikalı olarak kimliğinin tirelerini ya da hayatının çeşitli uğraklarında kendi adının değişimlerini okurken, Said her şeyden çok kendi kendinin çevirmenidir. Kahire'de, Arapların İngiliz hayranlığının bir simgesi olarak Edward'dır. Babasının kırtasiye dükkânında Mister Edward ya da Edward Wadie'dir. Mount Herman yatılı okulunda “ 'Ed Said' diye Amerikanlaştırılmış"tır, kâğıt üstünde ikinci adı birincisiyle kafiye oluşturacak biçimde okunur.. Ed Said konuşma beklentisinin yerini tutmaya başlar: Ed said.* ... ne? (OP, s. 236). Anlaşılan Said'in söylediği, artık küresel karşılaştırmacılık, ahlaksal militanlık, sürgün hümanizmi ve kontrpuanlı okuma pratiklerinin ulusaşırı dolaşımda olan bir göstereni olarak adının çevresindeki birden çok değer taşıyan çağrışımlar üzerine yüzünün kızarmasıdır. Adının bu aşırı-okuması, ulusaşırı hümanizmi tanımlama sorununu düşündürür; tanım yükünü kimliğin üstüne taşır, böylece ulusaşırı hümanizmin kültür için nasıl ayıkladığı gibi; yani düzensiz metinler yığınından bir örneği seçtiği kadar bir diğerini nasıl dışarda bıraktığı gibi karmaşık bir konunun etrafından dolaşır. Bu konuya hakkını vermek için, özgün olanın itaatsizliğine saygı duymakla birlikte diller arasındaki bağlantılara uzanabilmesiyle filolojinin oynadığı rol üstünde daha eksiksiz düşünmek gerekir.Küresel Translatioİstanbul edebiyat dergisinin içindekiler tablosuna yeniden daha yakından bakınca, ulusaşırı hümanizm içinde çokdilliliğin önemli rolünü vurgulayan bir translatio paradigmasının ortaya çıktığını görürüz. Türkçe, Almanca ve Fransızcanın bağdaştırılması, özürsüz benimsenmiş bir çevirmeme politikasına tanıklık eder. Bu noktada Spitzer'ın kendi katkıları örnektir; her bir denemede çevrilmemiş diller kulak tırmalar. Fransızca, Almanca, İbranice, Macarca, Latince, Yunanca, İtalyanca, İngilizce, Provansal dili, İspanyolca, Portekizce, Katalanca, Romence, Gotik dili, Anglosaksonca, Sanskritçe, Litvanca, Eski Kilise Slavoncası, Arnavutça, Yeni Yunanca'yı (ve artık biliyor ki, bir de Türkçe'yi) iyi bilen bir edebiyat eleştirmeni olarak seçebileceği birçok dil vardı. Elbette çok iyi eğitim görmüş Avrupalı edebiyat uzmanları arasında pasajlar ve ifadeleri çevrilmeden, olduğu gibi bırakmak yaygın bir uygulamaydı; fakat Spitzer için çevirmeme, yönteminin kutsal bir ilkesiydi ve 1948 tarihli "Dilbilim ve Edebiyat Tarihi" yazısının yıldızlı bir pasajında dile getirilmişti bu:Metinlerimde özgün yabancı dilde (ya da dillerde) kalmış alıntılarla sık sık karşılaşılması İngilizce okuyanlar için bir güçlük doğurabilir. Fakat amacım şairlerin sözlerini (ya da söze dökme biçimlerini) ciddiye almak olduğu ve de üslup konusunda ulaştığım sonuçların inandıncılığı ve kesinliği bütünüyle özgün metinlerin girift dilsel ayrıntılarına dayandığı için, çevirilerini vermek olanaksızdı. [Edebiyat eleştirisi okurlarının dil yelpazeleri her zaman Spitzer'ınki kadar geniş olmadığı için, bu kitabın yaymaları çevirileri sunmayı kararlaştırdı.]"Yayıncıların köşeli ayraç içindeki değinilen sözcüğün tam anlamıyla hedefi ıskalıyor, ingilizce konuşan okurları şımartan iyi niyetleri, doğrudur, erişilebilirliği kolaylaştırabilir, ama Spitzer'in tekdillilikten memnuniyeti bozmaya dönük apaçık arzusunu güdük bırakır. Spitzer bu notu sırf okuyucularına özgün metne başvurmayı tembihlemek için değil, dilsel tuhaflıkla karşılaşmaları konusunu üstelemek için koymuştur. Özgün metnin parıl parıl parlamasına izin vermek suretiyle, çeviri olmamak derecesinde özgününe yakın olan kutsal kitaplardaki gibi "satır arası" çeviriler kendisi için örnek çeviriyi oluşturan Benjamin'in ideal çevirmenine benzer.58Spitzer'm çevirmeme uygulaması kendi başına çeviriye karşı bir savunu değil, aksine dil edinimini translatio studii'nin koşulsuz buyruğu [categorical imperative] yapma isteğidir. Bir yabancı dilin yabancılığına - bizzat dilin içindeki benzeşmenin ötesinde olanın göstergesi olarak yabancılığa - duyulan derin saygı, Spitzer'ı, biraz alışılmadık biçimde de olsa, Benjamin, Adorno ve Paul de Man'a bağlamaya izin veren, çokdillilik dogmasının nedenini oluşturmuştu. "Benjamin'in yabancı sözcüğün gümüş kıymığını dilin gövdesine sokan yazardan söz edişi"ni Adorno'nun anlatması, bu yabancı düşüncesinin eleştirel kuram için ne denli önemli bir hal aldığını gösteriyor. Bu kıymık Hebbel'in "yaratım yarılmasını temsil eder: "katlanarak", diye kaydeder Adorno, "dilde" ve "gerçeklikte acı çekme'yi somutlaşunr.59 Adorno'nun formülasyonu, Paul de Man'ın "dilin kendisinde bulunan, özü bakımından yıkıcı olan dilin dipsiz derinliği"ni anlatmak için kullandığı "özgün metnin ızdırabı" (" 'die Wehen des eigenen") olarak çeviri düşüncesini yankılandırır.60 Meslek yaşamının sonunda "Çevirmenin Görevi" üstüne verdiği bir dersin sonrasında sorulan sorulan yanıtlarken de Man, Benjamin'in "tarihsel pathos'un dili, mesihçı olanın dili, sürgün vb'nin pathos'u" kavramlarında ilginç olan şeyin "hiçbir biçimde insani olmayan dilsel olayları gerçekten betimleme”si olduğunu öne sürer (RT, s. 96).61 Sonra de Man, Benjamin'in "özgün metnin acıları" kavramını "çok özel biçimde kullanmayı seçtiği imgelerin, değişmecelerin, pathos'u ya da dramın dilinden çok, dilbilimin insani olmayan, insansızlaştırılmış [dehumanized] terimleriyle en iyi çözümlenen yapısal kusurlar"a bağlar (RT, s. 96). De Man, Benjamin'in kutsal dilinin (reine Sprache) kalburüstü hümanizminin içini boşaltır ve teknik, "tamamen dilbilimsel" bir şeye çevirir.
Spitzer'ın kendi başına dilsel yabancılığa ilişkin hümanist amentüsü ve de Man'ın dilbilimsel insansızcılığı [inhumanism] birbirinden çok ayrı görünse de, dilsel yabancılığı sevmeleriyle ortaktır.Spitzer'ın tek tek dillerin bütünlüğüne duyduğu sonsuz saygı, 1960'ta ölümünden dört ay önce verdiği "Bir Yöntemin Gelişimi” başlıklı dersinin sonuç bölümünde anlatımını bulur. Dil konusunda birbiri peşi sıra tekeşliliğe inanmayı seçerek, eleştirmenin ilgilendiği anda her bir dilin ondan kendisini hiçbir koşul öne sürmeden sevmesini istediğini belirtir:Filoloji belli bir dilde yazılmış yapıtları sevmektir. Eleştirinin inandırıcı olabilmesi için eleştirmenin yönteminin bütün dillerdeki yapıtlara uygulanabilir olması gerekiyorsa, eleştirmen, en azından şiiri ele aldığı anda, o dili ve o şiiri dünyadaki her şeyden daha çok sevmelidir.62Spitzer Türkçe konusunda klasik, Alman ve Roman dilleri kadar sevgi gösterememiş olsa bile, Türkçeyi aynı ölçüde sevilmeye değer bir dil olarak kabul etmiştir. “Türkçeyi Öğrenirken" başlıklı yazısında beklenebileceğinden çok daha fazla sevgi gösterir; bir yandan le demon de midi (ortayaş bunalımı), diğer yandan tehlikeli ilgilerin heyecan vericiliğini çağrıştıran bir mecazla, meslek yaşamının ortasında Türkçe öğrenme çabasını "yaşlı bir adamın kızakla kaymayı öğrenmesi"ne benzetir. Türkoloji uzmanı olmamasına ve dili temel düzeyde öğrenmiş olmasına rağmen, gözüpek filolog öyle ya da böyle kaçgöç ("yabancı erkekler eve girince kadınların kaçması") sözcüğünü çözümlemeye atılır. Reşat Nuri Güntekin'in Olağan İşler adlı romanındaki kullanımlarına odaklanarak Spitzer, Roma karnaval maskeleriyle koşutluk kurar ve sözcüğü Balkan dillerindeki "gül oyna değildir" ifadesine bağlar.Filolojik yüzeyin altında, Spitzer'ın açıklaması, Avrupalı beyefendinin Türk kadınlığını Müslüman baskıcılığının pençesinden kurtardığı klasik bir tutsaklık anlatısına benzer. Spitzer'ın vardığı sonuç - Türk halkının ruhu mantıktan çok heyecana yatkındır - bildik Avrupa-merkezli teranelere yenik düşer. Fakat Türkçeyi sevdiği, yazarın çok eski ve saygıya değer bir dilin karşısında "aşağılığı" kabul etmesiyle aşikâr; ve Türkçe ihtiyat ve tedbir ifadelerinin Avrupa dillerindeki manevi karşılıklarını boş yere aradığı yazının ikinci kısmında belirgindir. Üçüncü bölüme gelince, Türkçe "simgesel işitim" ya da "psikofonik" dediği bir nitelikle donanmış biricik dil halini alır. "Gerçek ve sessel benzerlikler" arasındaki bu girift koşutluk, Spitzer'ın başlı başına bir kitap ayırdığı Almanca Stimmung, atmosferin Batılı olmayan kaçınılmaz sonucu olarak ortaya çıkan, gerçeğin ruh hallerini temsil etme gibi fantastik yeteneklere uygun düşer. Türkçe heyecanı daha önce kovma çabasını unutturarak, Spitzer, yazının üçüncü bölümüne gelince, Türk diline özgü soyutlama ve gerçeklik gücünü över. Spitzer birçok sözcükte bundan hiç söz açmasa da, yaptığı okuma Hint-Avrupa dillerinin daha yüksek soyutlama oranı dolayısıyla üstün olduğu sloganına meydan okur.
Kurulu Doğu-Batı ikiliklerini ciddiye almayarak; Türkçeyi öğrenerek (hatta Roman olmayan bir dili sevmeyi öğrenerek); ve Türkçenin Avrupa dillerinin yanı başında filolojik araştırma ve eleştirinin konusu yerini aldığı bir seminer kurarak, Spitzer translatio imperii'nin geçmişteki ve o andaki tarihiyle güçlü bağlan bulunan dünya ölçeğinde bir translatio studii paradigması kurdu. Orta Çağlarda Latinizasyon, 1920'lerde Atatürk yönetiminde Romanizasyon ve Nazizm döneminde Üçüncü İmparatorluk'un dilinin kurumsallaşması arasındaki tuhaf koşutluk; kendi eğitimsel görevlerini Yüksek Latinlik'in kültürel kalıntılarını korumak olarak tanımladıkları zaman bile, çalışmalarında Avrupalı göçmen akademisyenlerin dilsel emperyalizmin siyasal karmaşıklıklarının daha fazla ayır-dında olmalarını sağladı. Kültürel bilinçdışının gizlerini çözecek bağlantılar bulmak için dünya gramerlerini tarayarak, Geoffrey Hartman'ın deyişiyle, göstergenin kimliğini parçalamak pahasına da olsa, sözcükleri psişik köken bilgilerine çeviren kaynaklar ve niyetlerin izlerini sürerek Spitzer'ın semineri; Moretti'nin anlatı-temelli mesafeli okuma paradigmalarının karşısında bir denge unsuru olarak duracak bir "dilsel olarak odaklanmış bir dünya sistemleri" kuramı sunar.63 Mesafeli okuma çok büyük kültürel karşılaştırma kategorilerine - ulusal destan, "gezegen ölçeğinde" toplumsal cinsiyet yasaları - öncelik tanıyorsa, filoloji de bir dünya görüşüyle birlikte yakından okuma biçiminde kendi mikrolojik önerisini getirir: dünya tarihi olarak sözcük tarihi; sürgünde üslup ve vezin araştırmaları. David Damrosch'a göre, Auerbach'ın, metinlerin düzen ve ilişkiselliği keşfettiği bir metinsel özerklik ahlakı kurduğu noktada, Spitzer özgünlerin çevirilere teslim edilmediği, aksine özgürce birbirlerini bulduğu, başarısızlık ve şaşkınlık pahasına bağlantı kurmaya çalıştığı benzer bir "özgünün dili" ahlakı kurmuştur.64
Spitzer'ın tanımladığı biçimiyle küresel translatio pratiği, çevrilemez olan önemli anlam boşlukları, boyun eğmek bilmeyen anlamsal farklılık yumruları, şiddet yüklü kültürel aktarma ve karşı aktarma olayları ve beklenmedik aşk ilişkilerine göre şekillendirilmiştir. Geri bakıldığında, Spitzer'ın İstanbul'da karşılaştırmalı edebiyatı icadı filolojiyi bugün ulusaşırı hümanizmin psişik yaşamı olarak tanınabilen bir şeye dönüştürdü.
Türkçesi: Savaş Kılıç
*Emily Apter, New York Üniversitesi’nde Fransızca profesörü ve konuyla ilgili bir dizi kitabın yazarı.
Kaynak: YasakMeyve Dergisi Aralık 2003
Dip notlar:
*) Greimas, göstergebilimi değilse de, yapısal anlambilimi İstanbul'da geliştirmeye başladığını kabul eder ("Entretien avec A.-J. Greimas", Dilbilim, I, 1976:29). (ç.n.) Buna mukabil Gre-imas'ın neden Türkiye'den ayrıldığına ilişkin çok duyarlı bir gözlem ve saptamayı Tahsin Yücel yapmaktadır. A /. Cre-iınas, Kusur Üstüne, (ev. A.E. Kıran, lstanbul.YKY,i99} (e.n)
"Said" İngilizce "demek, söylemek" anlamına gelen "say" fiilinin geçmiş zaman çekimidir. Söz oyununu bir yana bırakırsak, "Ed dedi ki* diye çevrilebilir, (ç.n.)
*) Özellikle Latin alfabesine geçilmesi kastediliyor. Çevirirken bu anlamı vermek güç oldu. (ç.n.)
**) Derginin adında bir yanlışlık olmuş, yayınlayan kurumun adı derginin unvanı sanılmış. Tam künyesi şöyle: Romanoloji Semineri Dergisi. Travaux du seminaire de philologie Romane I, 1937. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınlan No. 2. Publications de la Faculte des Lettres de l'Universite d'lstanbul nu. 2 (Bkz. Gülser Orhan, l.Ü. Edebiyat Fakültesi Yayınları Bibliyografyası 19U-İ97Z, l.Ü. Edebiyat Fakültesi Yayınları, İstanbul 1974, s. 305.) (ç.n.)
***) Sözü geçen dergi tek sayı yayınlanıyor. Bkz. a. y. Auerbach'ın sonraki yazılan Felsefe Arkivi ve Çarp Filolojileri Dergi-si'nde çıkacaktır. Bkz. A.g.e, s. 81, 101. (ç.n.)
*Karşılaşurmalı edebiyatın olmasa da dilbilimin tarihiyle yakından ilgilenen biri olarak, bu düşündürücü iddiayla ilgili bir not düşmeme izin verilsin: Benveniste ve Greimas'in niçin Saussure'ün değil de Jakobson'un yapısal dilbilimini getirdiği açıklanmamış. Oysa Saussure'ün gündeme gelmesinde büyük payı olmakla birlikte, bu bakımdan ne kadar ince düşünülürse düşünülsün, Benveniste ve Greimas'm çalışmalarını Jakobson yapısalcılığına bağlamak zor. E. Benvenis-te'in hocası, F. de Saussure'ün 1880-1891 arasında Paris'teyken Ecole pratique des Hautes Etudes'de öğrencisi olan ve yıllarca ilişkisini de koparmayan Antoine Meillet'dir; Benveniste, Saussure'ü birinden öğrenmişse bu kişi Meijlet olsa gerek. Nitekim Saussure'ün Meillet'ye yazdığı mektupları (Bayan Meiliet'nin kendisine vermesi üzerine) 1964'te Cahi-ers Ferdinandde Saussım'de (no. 21, s. 91-125) yayınlayan da yine Benveniste'dir. Diğer yandan, Greimas da kendi çalışmalarının dayanağını açıkladığı, yukarıda söz ettiğimiz söyleşide, Jakobson'un adını hiç anmazken, Saussure'e borcunu dile getirir (Bkz. a. g. e., s. 27-8). (ç.n.)
0 yorum:
Yorum Gönder