26 Kasım 2007 Pazartesi

Küresel Translatio: Karşılaştırmalı Edebiyatın "İcadı" - 2

EMILY APTER*

İstanbul'un kültürel kavşak olma geleneği, Yahudi ve Alman yerleşim bölgeleri kurmuş olmasıyla birlikte (Filis­tin'e göç eden Yahudiler için bir uğrak işlevini görmüştü), buradaki üniversite kadroları otuzların başında Avrupalı sürgünlerin iştahını kabartıyordu.23 Dresden Teknik Üni-versitesi'nden atılmasından bir yıl sonra, parasal zorluk­ları daha da artınca, Victor Klemperer günlüğünde İstanbul Üniversitesi'ndeki işlerin ne ölçüde kıskançlıkla gö­rüldüğünü kaydeder.
"Spitzer'ın İstanbul'daki kadrosu­nun sonunda Auerbach'a verildiği"ni kaydettikten sonra, Auerbach'ın Fransızca'yı akıcı biçimde konuşamamasına rağmen, Benedetto Croce'ye lobi yaparak görevi nasıl el­de ettiğini bir parça kırgınlıkla anlatır:Bu sabah, "Vosslaiir”den bir tavsiye mektubuyla, Floransalı küçük bir kütüphaneci, amico del Croce, anti-fascista olan Edmondo Cione ziyaretime geldi. Almanya'da okutman olmak istiyor, kadromu kaybettiğimi bilmiyormuş. Onu Jena'da Gelzer'e tavsiye ettim. Bana İtalya'da yardımcı olup olamayacağı­na bir bakacak. Bana Auerbach'ın nasıl İstanbul tayinini elde ettiğini anlattı. Bir yıldır Floransa'daymış ve Croce'den öğren­miş. [...] Şu anda Auerbach Cenevre'de Fransızca'sını parlatıyormus. Spitzer da İtalya'da ancak gerçekten Fransızca konu­şabilen birinin kendisinin yerine geçebileceğini söylüyormuş. Ben de birkaç aylığına Cenevre'ye gidersem "gerçekten Fransızca konuşabilirim " yeniden."İstanbul popülerdi, çünkü Avusturyalı ve Alman göçmenler söz konusu olduğu ölçüde Avrupa'ydı orası. Klemperer'in arkadaşı fizikçi Harry Dember'in 12 Ağus­tos 1935 tarihli bir mektupta üniversiteye atandığını öğ­renmesi hakkında yazdığı üzere: 'Tam kenarda -Asya'yı görebiliyorsun - ama hâlâ Avrupa'da."25İstanbul'a göçmen akını gitgide büyür. Almanya'da ve Avusturya'daki işlerinden kovulan Nazizm kurbanları, "üniversitede" reformlar yaparak (çoğu zaman orada bu­lunan akademisyenler pahasına) Batılılaşmayı isteyen genç Türkiye Cumhuriyeti'nin (1923-1930) fırsatçılığına cevap verir. Çoğu durumda bir Türk'ün kaybettiği işin bir Alman'ın kazandığı iş olması tarihin bir cilvesidir. Her iki tarafta da işten atılmalar büyük ölçüde bu hümanizmin kurulması için zorunluydu. Geriye bakınca, insan göç­men profesörlerin Türk hükümetinin onların koşullarını manipüle ettiğini bilip bilmediklerini merak ediyor. Ör­neğin, 1932'de hükümetin İsviçreli eğitimbilimci Albert Malche'yi (o zamanki adıyla) İstanbul Darülfünunu'nun durumu hakkında bir rapor yazmakla görevlendirdiğini biliyorlar mıydı? 1933'teki Edebiyat fakültesi tasfiyesini haklılaştırmak için kullanılacaktı bu.26 Malche'nin yıkıcı raporu, yetersiz yayınları, alt düzeydeki yabancı dil eğiti­mini ve az sayıdaki bilimsel öğretimi zikrediyor, üniver­sitenin baştan ayağa elden geçirilmesini öneriyordu.

Re­form gündeminde, Malche "Berlin, Leipzig, Paris ve Chi­cago'dan gelecek profesörlerle kozmopolit bir üniversite öngörüyordu. Bu kozmopolit kültürün tek tek okulların başat olmasına karşı tek güvence olduğunda ısrarlıydı. Küresel ölçekte görevlendirme yapmaktan sorumlu olsa da, Malche tekliflerine esas olarak Almanyalı ya da Al­manca konuşan profesörlerden evet cevabı aldı.27 Spitzer'i İstanbul'a getirmeye yardım eden, Alman akademis­yenleri yurtdışında bir yere yerleştirmekle sorumlu bir örgütle - "Notgemeinschaft deutscher Wissenschafter in Ausland" - yakın işbirliği içinde çalışan Malche idi. Spitzer'e verilen ilk görev göz korkutucuydu; "birkaç bin öğ­renci için dört dildeki dersleri eşgüdümlemekten sorum­luydu," " - bir çevirmen aracılığıyla - sınıflarına Fransız­ca ders veriyor ve öğretim kadrosuyla iletişim kurmak için bir dizi başka dili kullanıyordu."28Spitzer'ın kurduğu bölüm birçok bakımdan Avrupa-merkezli bir tecrit adası idiyse de, Türk kültürüyle bütün­leşmek konusunda Auerbach'tan çok daha istekliydi Spitzer, Varlık dergisinde 1934'te "Türkçeyi Öğrenirken" baş­lıklı bir yazı yayınlayacaktı. Auerbach İstanbul'da on yıl­dan fazla bir süre geçirdiyse de,29 görünen o ki Türkçeye hiç vakıf olmadı ve "yabancı" olduğu çevresinin Mimesis'e ya da ders kitabı olarak hazırladığı, "1943'te İstanbul'da Türk öğrencilerime yaptıkları çalışmaların kaynak ve anla­mını daha iyi kavramamı sağlayacak bir çerçeve vermek üzere yazıl'mış30 olan lntroduction to Romance Languages and Literatures'a sızdığını söyleyebileceğimiz bir belirti de yok. Herbert Dieckmann'ın (sonradan seçkin bir edebiyat eleş­tirmeni olacak, Harry Levin'le birlikte 1961'de alanında et­kili bir yere sahip Essays in Comparative Literature'), yazacak olan, Auerbach'ın bu dönemdeki "star" Alman öğrencisi) nasıl tamamen Avrupa modelinde bir Aydınlanma uzma­nı olabildiği kolayca anlaşılabiliyor. Yola Türkolog olarak devam etmedilerse (Robert Anhegger veya 1938-1958 ara­sında İstanbul Üniversitesi'nde çalıştıktan sonra UCLA'de “Turkish studies"i kurmuş olan Andreas Tietze gibi), Türk olmayan öğrenci ve fakülte üyeleri standart bir Avrupa müfredatına uyma eğiliminde oldular.

Bir yandan Auer­bach kendi kuşağından Avrupalı filologların (Vossler, Curtius ve Spitzer) geniş kültürel zeminini benimsedi, öte yan­dan Avrupa uygarlığı çevresindeki dışlayıcı sınırları koru­ma, "daha kapsamlı başka bir birim içinde", bugünkü te­rimlerle küresel karşılaştırmacılığa denk düşen bir birim içinde "kaybolup gitmekten" alıkoyma endişesi içindeydi.31Auerbach'ın Introduction to Romance Languages and Literatures’ının Hıristiyanlık üstüne bir bölümün eklenmesi dı­şında Türk hedef kitlesine pek az ayrıcalık tanıyan Roman dilleri müfredatını kapsaması şaşırtıcı değil. Yine de, daha yakından bir incelemede, bu çalışmada Romanizasyona ve Avrupa dillerinin tarihinde Roma dilsel sömürgeciliğinin uzun erimli etkisine yöneltilen dikkat, pekâlâ Auerbach'ın Türkiye'deki Romanizasyon* sürecine tanıklık etmesine atfedilebilir.32 Auerbach kendisinin de (kültürün küresel standartlaştırılması bağlamına yerleştiriyordu - "saçmalık Entemasyoneli ve Esperanto kültürü")33 bir katılımcı oldu­ğu okuma yazma seferberliğini aşırı kötümser bir biçimde selamlıyordu, ama okuryazarlık konusu 1958 tarihli başya­pıtı Literary Language and Its Public in Late Latin Antiauity and in the Middle Ages'da çok önemli bir izlek oldu. Dilsel "tutuculuk"un - Roma cumhuriyetinin son dönemlerinde ya­zım ve dilbilgisini standartlaştırma çabalarından doğan ya­zınsal Latince'nin dilbilgisel istikrarının - nasıl günü gelin­ce Batılı kültür mirasını güvence altına alan bir yazınsal ka­muoyu oluşturduğunu gösterir burada. Modern Türkçe'nin standartlaştırılmasının doğrudan doğruya Literary Language and Its Public in Late Latin Antiauity and in the Middle Ages'ı esinleyip esinlemediği tartışma konusu olarak kal­sa da, Türkiye'nin kendi kendini sömürgeleştiren translatio imperii politikasının Roma imparatorluğu ile arasında zorla­yıcı koşutluklar önerdiğini söylemek yanlış olmaz.34

Spitzer'ın "Türkçeyi Öğrenirken" yazısının yayınlan­dığı sanat, edebiyat ve politika dergisi Varlık yeni yaratıl­mış Türkiye Cumhuriyeti'nin 1928'de yaptığı dil reform­larının doğrudan bir sonucu olarak görülebilir. Seçkinle­rin, 19. yy boyunca, zaten yüzünü Avrupa romanına dönmesine rağmen, bu reformların Türk politikası ve kül­türü üzerindeki etkilerinin üstünde ne kadar durulsa az­dır. Osmanlı yazısında kullanılan Arap alfabesinin kaldı­rılması ve birdenbire fonetik bir Latin alfabesiyle modern Türk yazısına geçilmesiyle, Atatürk eski eğitimli sınıfı bir­den okuma yazma bilmez bir hale düşürdüğü gibi, bir sonraki kuşağın tarih arşivlerine, hukuk belgelerine ya da Osmanlı yazınsal geleneğine ulaşmasını da engelledi.35"1 Üniversite hocalarından eğitim bakanına Türk entelektü­ellerin katkılarının bulunduğu "dil tartışmaları" başlığı alanda yayınlanan Spitzer'ın yazısı bu okuryazarlık devri­minin keşmekeşi içine yerleştirilmelidir.Spitzer ve Auerbach, Auerbach'ın çıkardığı İstanbul Üniversitesi dergisinde - Publications de la faculte des lettres de l'Universite d'İstanbul" - öğrencilerinin çalışmalarının yanı sıra filoloji üstüne önemli yazılar yayınlamışlardır. Spitzer'ın Romanoloji seminerini de kapsayan 1937 sayı­sının*** içindekiler tablosu derginin kozmopolit erimine tanıklık eder:Azra Erhat, "Üslup ilminde yeni bir usul"Eva Buck, “Die Fabel in 'Pointed Roofs' von Dorothy Richardson”Rosemarie Burkan, Truchement* Herbert Dieckmann, "Diderots Naturempfinden und Lebengefühl"Traugott Fuchs, "La Premiere Poesie de Rimbaud" Hans Marchand, "Indefinite Pronoun 'One'" Sabahattin Eyuboğlu, "Türk Halk Bilmeceleri" Leo Spitzer, "Bemerkungen zu Dantes 'Vita Nuova”Süheyia Sabri, "Un Passage de 'Barlaan y Josaiat'" Erich Auerbach, "Uber die ernste Nachahmung des Alltâglichen"36Bu tablo gerçekten küreselleşmiş bir karşılaştırmalı edebiyatın in vitro paradigması olarak, dünyayı metnin içi­ne sokan eleştirel okuma uygulamalarının bir tanığı ola­rak okumaya kışkırtıyor bizi.
Hepi topu bir dizi makale, olsa da, Atatürk tarzı (yani Türkiye'nin modernleşme gündemine uyarlanmış) Avrupa hümanizminin Alman temelli filolojinin savaştan sonra ABD'de insan bilimleri bölümlerinde kurumsallaşmasıyla birlikte aldığı adla kar­şılaştırmalı edebiyatın, küresel bir disipline dönüşmesiyle ilgili üstünkörü bir fikir veriyor.37 Bu bakımdan Türk akademisyenlerin bu seminer yayınlarına katkıları özel­likle önemlidir. Yazısı Spitzer'in yöntemi ve söz sanatını ele alan Azra Erhat meslek yaşamını yeni kurulmuş Tür­kiye Cumhuriyeti için modern bir kütüphane yaratmaya dönük devlet destekli bir proje için Yunan ve Latin klasik­lerini çevirmeye adadı. Bu kütüphane, Türkiye'yi "Yunanlaştırma" ve devletin böylece üzerine seküler milliyet­çiliğin inşa edilebileceği Islami olmayan, Osmanlı kültü­rüne karşı kültürel temeller kurma çabasını pekiştirme gi­bi planlı bir görevin parçasıydı. "Mavi Yolculuklardan (Türkiye kıyılarındaki Yunan-Roma uygarlığının kalıntı­larını kapsayan tekne yolculukları) tutun üniversite siste­minde klasik filolojiye yatırım yapmasına kadar çok çeşit­li girişimler, "Yeni Yunanistan olarak Türkiye" mitiyle ilişkiliydi. Kültürel saygınlık ve ulusal kimlik gibi amaç­larla klasisizmin benimsenmesi, Roma Imparatorluğu'ndan bu yana çok tanıdık bir hamledir, ama Ata­türk'ün reformlarının özel bağlamında, daha doğarken karşılaştırmalı edebiyatı milliyetçilikle (aşırı milliyetçi Nazi Kultorkampf’ına tepki olarak, göçmen kuşağı milliyetçi­liğe karşı olma eğilimindeydi) ilişkisini yeniden değerlen­dirmeye ve filolojik hümanizmi Balkanlar'da, Kara Deniz'i çevreleyen ülkelerde ve Küçük Asya'da "kimin Yu­nanistan'ın devamı" olduğuna ilişkin tarihsel tartışmalara açılmaya zorlamak suretiyle yeni içerimler kazandı.38vııı

Klasik filoloji ile milliyetçilik arasındaki karmaşık iliş­ki Erhat ve arkadaşlarının çalışmalarıyla Spitzer'in semi­nerinde temsil ediliyorduysa, seminer aynı zamanda Av­rupalı olmayan diller ve kültürlere uygulandığında edebi­yat incelemelerinde filolojik müfredatın neye benzeyece­ğini anlamak için bir laboratuar işlevi görmüştür. Varlık'm editörlerinden ve dil tartışmalarının hararetli katılımcıla­rından olan Spitzer'in asistanı Sabahattin Eyuboğlu, bu cephede önemli bir oyuncuydu; Spitzer'in yöntemini ye­rel ağızlarda yazılmış masallar, öyküler ve şiirlerin çö­zümlenmesine uyguladı. Eyüboğlu'nun dilbilim ve genel biçimbilime eğiliminin yanı sıra Süheyla (Sabri) Bayrav'ın biçimbilim üstüne çalışması, eski tarz filolojiyi biçimcili­ğe doğru yönlendirdi.39 (Roman Jakobson'un yapısal dil­bilimini getiren) Benveniste ve Greimas'ın gelişiyle İstanbul (ve Ankara) edebiyat tarihi ve kuramında filolojik hümanizmin göstergebilim ve yapısalcılığa geçişinin ger­çekleştiği kurumsal alanlar olarak yeni bir önem kazandı.Filoloji SavaşlanSpitzer'in İstanbul'daki semineri kuşkusuz küresel karşılaştırmacılığın başlangıcı ya da tek örneği değildi. Bu düşünce kültürün kendisi kadar eski ve fazlasıyla yaygın­dır, hele ki akademinin dışında ve ulusaşırı değiştokuş çevrimleri içinde dergiler ya da politik girişimlerde çalışan avangard yazarlar ya da entelektüelleri hesaba katacak olursak. Yine de, Spitzer'in semineri, savaş sonrasında kurulmuş olan karşılaştırmalı edebiyat bölümleri için yol haritası sağladığı ölçüde güncel önemi olan bir küresel translatio örneği sunar. Disiplin biçimini aldığı kentin -Doğu-Batı sınırlarının kültürel olarak bulanık olduğu ve sömürgecilik tarihinin katmanlarının yerli kültürlerin ana-çizgilerini birbirine karıştırdığı bir yerin - izlerini karşılaş­tırmalı edebiyatın bugüne taşıdığını öne sürmek istiyo­rum. Edward Said sürgündeki Weltliteratur'un önde gelen bir figürü olarak seçerken Auerbach'in İstanbul'da bulun­muş olmasının öneminin açıkça ayırdındaydı. Paul Bove ikna edici biçimde Auerbach'in Said'e meslek yaşamı bo­yunca "ilerici seküler potansiyeli"ni gerçekleştirmeye çalışarak geçirdiği "eleştirel bir hümanizmi" miras bıraktığı­nı savunuyor." Bu noktada Said'in Spitzer'in İstanbul öy­küsünü daha yakından bilseydi, Auerbach'i kendi seküler hümanizminin öncüsü olarak kabul edişini çok daha güçlendireceğini düşünüyorum.Spitzer'ı ulusaşırı hümanizmin avam la lettre bir figü­rü olarak diriltmek zorlama görünebilir, ama bu figürü kurarken şansımız yüksek, çünkü karşılaştırmacılığın fi­lolojik mirasına sahip çıkmak, insan bilimlerine simge­sel sermaye elde etmekle eşanlamlı.(41). Rönesans'ın dille­re destan hümanizm geleneğini modern akademisyenli­ğe taşıyarak ve deyim yerindeyse, kökenbilimsel geno­mun haritasını çıkartarak filoloji, yazınsal kurumlar ve ulusal politikaların şekillendirilmesi konusunda uzun bir tarih üstünde hak iddiasında bulunur.42
Bernard Cerquiglini'nin gözlemlediği üzere: "19. yy'ın şafağında, çok değişik türde, nitelikte ve evrimde birçok fenomen birbirine yaklaştı, metinlerin pratiği ve incelenmesiyle bağlantılı, tutarlı bir anlambilim ortaya çıktı. Filoloji bu tutarlılığın en önemli anlatımıdır. Filolojinin tarihi, me-tinsele ilişkin kendiliğinden felsefemizin tarihidir."43. Michael Holquist'e göre, filoloji ve, daha geniş olarak, dil incelemeleri Wilhelm von Humboldt, Johann Fichte, Friedrich Schleiermacher ve Friedrich Schelling'in yeni kurulan (ve Amerikan akademisinin bizzat şablonu olan) Berlin Üniversitesi bağlamında "özerkliğin nasıl kurumsallaştırılacağına ilişkin Kantgil paradoksu çözme"lerine olanak verir.44Alman filolojisinde somutlaşmış olan Kantgil seküler hümanizm idealinin Alman milliyetçiliğinin en kötüsüy­le telafi edilemeyecek biçimde kirletildiğinde ısrar edile­bilirse de, filolojinin tarihi seçkin aksi örnekler içerir. Victor Klemperer kendisini "filologun defteri"ne ("kendime gönderdiğim SOS" ya da "gizli formül" olarak anılır sık sık) adayarak II. Dünya Savaşı sırasında zarar görmeden yaşamda kalma isteğini korudu; kitap, Nazi konuşma di­linin gündelik yaşama verdiği zararların titiz bir güncesidir (LTI, s. 9, 10). Klemperer, Üçüncü İmparatorluğun [Third Reich] Dili'ni anlatmak için Latince lingua terti imperii (ya da kısaca LTI) ifadesini kullandı.45

Roma'nın translatio imperii mirasını devralıp Üçüncü Imparatorluk'un lingua imperii''sine bağlayarak, Klemperer Nazi ve Roma dilsel emperyalizmleri arasında bir koşut­luk kurmakla kalmaz, fetih koşullarında çevirinin niteliği­ni belirleyen özgün anlama ilişkin çok özel küçümseme­nin de altını çizer. Saint Jerome'un "çevirmen düşünce içeriğini bir fatihin (iure victoris) ayrıcalığıyla kendi diline aktardığı bir esir (quasi captivos sensus) olarak düşünür" yollu önermesini kullanan filolog arkadaşı Hugo Friedrich'in konumunu benimsemiş görünür. "Bu," diye bağlı­yordu sözünü Friedrich, "yabancı sözcüğü yabancı bir şey olarak hor gören, ama çevirmenin kendi dili aracılı­ğıyla ona hükmetmek için yabancı anlamı mülkiyetine geçiren Latin kültürel ve dilsel emperyalizminin en çarpı­cı belirimlerinden biridir."(46) Klemperer için, Nazi söylemi benzer bir dil modelini sunuyordu, ilk olarak eski bir aile dostunun konuşmasında kaydedilen ve özellikle Nasyonel Sosyalist olarak tanınan ilk terim niteliğindeki Strafexpedition (ceza yolculuğu) sözcüğünü incelerken, "bir şe­kilde farklı olan insanlara yönelik kaba kibir ve horgörünün somutlaşmış biçimi, öyle sömürgeci bir tınısı vardır ki, kuşatılmış Zenci köyü gözünüzün önüne gelir, suaygırından kamçının saklayışını duyar gibi olursunuz," diye yazar (LTI, s. 43). Klemperer Nazi dilinde, Friedrich'in Roma çevirilerine atfettiği türden şiddet yüklü bir anlam­sal gasp örneği görür, her ne kadar Nazilerin durumunda kaynak dille erek dil aynı olsa da. Bu dil-içi ya da Almancadan Almancaya çeviri (Jakobson'un terimleriyle "yeni­den sözcüğe dökme" veya "sözlü göstergelerin aynı dile ait başka göstergeler aracılığıyla yorumlanması")47 bir di­zi alayı içerir. Nazilerin onayladığı sözcüklerin sıradan yurttaşlar tarafından gelişigüzel benimsenmesine uygula­nan bir ifade olan, Klemperer'in "dilin içme suyunun zehirlenmesi" dediği şey ortaya çıkmıştı; iş arkadaşlarından biri artniyet olmaksızın artfremd (yabancı), deutschblütig (Alman kanından olan), niederrassig (alt ırktan olan) ya da Rassenschande (ırksal bozulma) gibi sözleri kullanır. An­lamsal ikameler de görülüyordu: sözgelimi ("Yahudi libe­ralizminin o iğrenç konusunu taşıyan") Humanitat'in [in­sanlık] yerine "erkekçe" Menschlichkeit [ademiyet] sözcüğü gibi, üstelik sözcük köklerini Almanlaştırma ve "yabancı" kökleri ayıklama programıyla paralel gidiyordu bu. Klem­perer aynı zamanda dilin Naziler tarafından teknolojikleştirilmesini, "saati ya da mekanik bir oyuncağı kurmak" veya "dokuma tezgâhında çözgüyü takmak" anlamına gelen aufziehen gibi bir fiile ayrıcalık tanınmasını da göz­den kaçırmaz. Hem komik hem de duygusuzlaştırıcı olan otomatik, robotsu davranışları hatırlatma babında, fiil Nazi konuşmalarının ya da kazadımı yürümelerin içi boş, cansızlaştırıcı retoriğini yansıtıyordu. Eşikalti psiko­lojik mesajlar verebilen resimyazılar [pictogram] da yay­gındı. Amansız Nazilerin simgesi SS harflerini, "Dikkat! Yüksek Voltaj"ın yaygın simgesinin görsel olarak sahiplenilişine bağlı bir rünik yazı olarak yorumlar.48Klemperer'in Nazi düşüncesine karşı filolojiyi güçlü bir koruyucu ilaç olarak kullanışı (her ikisi de savaşta şif­reci olarak görevlendirilen I. A. Richards ve Leo Marx gi­bi filoloji eğitimi almış edebiyat eleştirmenlerinin strate­jik kullanımını tamamlar bu) Spitzer ve Auerbach'ın sa­vaş sırasındaki filolojik pratiğinin arkasındaki politikayla doğrudan doğruya bağlantılıdır.

Çağdaş kanon ve kültür savaşları bağlamında kimin filolojinin sürdürücüsü oldu­ğuna ilişkin savaşın devam etmesinin nedenlerinden biri de olan, kusursuz bir ahlaksal soya sahip bir "direniş" filolojisidir bu. Charles Bernheimer'ın Comparative Literatu­re in the Age of Multicuhuralism'i (1995) bu bakımdan Lione Gossman ve Mihai Spariosu'nun Building a Proffesion: Autobiographical Perpectives on the History of Comparative Litera­türe in the United States'iyle (1994) birlikte bir meydan mu­harebesi olarak okunabilir. Birinci makale derlemesinde eleştirmenler sömürgecilik-sonrası kuramını, karşılaştır­malı edebiyatın birden çok dili içine alan, uluslararası mi­rasının mantıksal sonucu olarak tanımlıyorken, ikincisin­de sömürgecilik-sonrası dönemeci, kabul edildiği ölçüde, karşılaştırmalı edebiyatın seçkin Avrupalı temellerinin in­dirgeyici biçimde politikleştirilmesi olarak tanımlanır.'" Bu en son filoloji savaşlarının iddiası, Klemperer vd'ninkilerle karşılaştırıldığında akademik ve sınırlı kalsa da, ya­zınsal yöntembilimin kültürel içerimlerinden tutun da dünya edebiyatını İngilizce-merkezli "yabancı" diller pa­rametrelerinin ötesinde yeniden düşünmeye, Avrupa hü­manizminin küresel kültür piyasasında çekiciliğini koru­yup korumayacağına kadar bir dizi önemli eleştirel so­runla ilişkilidir.Artı ve eksileriyle Avrupa savaş meydanında, Said'in hümanizmi önemli bir tutuşma noktası olarak kaldı. Sa­id'in 1978 tarihli çok önem taşıyan kitabı Şarkiyatçılık ve "kontrpuanlı okuma" ("hem öykülenen metropolitan tari­hin hem de egemen söylemin tepki gösterdiği [ve birlik­te hareket ettiği] diğer tarihlerin aynı anda ayırdında ol­ma") kavramını tanıtan 1993 tarihli Kültür ve Emperyalizm, metinleri sosyolojik örneğe indirgeyerek estetik değerle­rini azalttıkları ve bir yandan "kurban incelemelerini ve anahümanizmi destedikleri gerekçesiyle eleştiriye uğra­dı.50

Fakat, Herbert Lindenberger'in bize hatırlattığı gibi, Auerbach'ın Mimesis'i 1980'lerin başında Avrupa-merkezciliği dolayısıyla solun saldırısına uğradığında, kendi­sine, en azından Lindenberger'in değerlendirmesine göre, Auerbachgil kapsamlılığın hakkını vererek kültürel otori­te ve Welt-lit konusunda örnek çalışma olarak kitabı kur­taran Said'den başkası olmayacakta.51Said'in hümanizmi Avrupa'ya Avrupa'nın dışından bakmakla birlikte (Dipesh Chakrabarty'nin deyişini ödünç alacak olursak, “taşralaştırmak"la birlikte), İslam gibi geleneklere sıkıştırılmış, yekpare bir şeymiş gibi gön­derme yapma alışkanlığını eleştirir.52 "Bugün de durum tı­patıp aynı" diyecekti Representations of the Intellectual'da, "İslam dünyasıyla - içindeki bir milyar insanla, yerküre­nin üçte birine dağılmış Arapça, Türkçe, Farsça gibi yarım düzine büyük dili konuşan onlarca farklı toplumla - ilgi­lenirken, Amerikalı veya İngiliz akademik entelektüeller indirgeyici ve bana soracak olursanız, sorumsuz bir biçimde 'İslam' diye bir şeyden söz ediyorlar."53 Dilaşırı perspektifçiliği bir a priori olarak kabul etmek suretiyle, Said'in hümanizmi "diller ve kültürleri tek başlarına gör­meyi reddeden bir entelektüel" tasarımı çevresinde dö­ner. Entelektüelin bilgi ve özgürlük iddiasını meşrulaştıran şey, Babil'in demografisine duyarlılığıdır.54 Said'in hümanizminin radikal yanı — statükoya ilişkin kışkırtıcılı­ğı ve yurt denen çizgileri çekilmiş, alışılmış çevrelere tes­limiyeti reddetmesi- ben derim ki, (kolayca dilsel çokkültürcülük diye sulandırılabilecek) filolojik evrenselciliğinden çok, kültürel karşılaştırmanın şoke edici değerine bağlılığında yatar.Auerbach'ın yapıtını Ansatzpunkt [başlangıç noktası] olarak kabul etmek (ve sürgün fetişinin kapsamını geniş­letmek yerine; çünkü kayıtlar Auerbach'ın İstanbul'da ga­yet kozmopolit bir çevrede bulunduğunu gösteriyor) ye­rine, Said'in hümanizmi Spitzer'dan yola çıkmış olsaydı, Spitzer'ın Ernst Robert Curtius - Spitzer'ın İstanbul'a postalanmasından hemen sonra onun işinin üstüne çulla­nan akademisyen - eleştirisinden,55 kendi "aydınlık" filo­loji pratiğinden, "katılığı'nı, "yavanlığını, "sofuluğu"nu, "ortaçağa özgü kılığı"nı üzerinden atmış bir filolojiden beslenebilirdi. Said'in anı kitabı Out of Place, Shakespeare'i Shirley Temple'ın, Kant'ı Harika Kadın'ın yanına yerleştirmesiyle bu kültürel aydınlığın ve küresel kap­samlı filolojinin bir örneğini verir. Bu anlatı, Amerikan ürün etiketlerinin Arapça'ya ve Anglofon ifadelere yapıştırıldığı bir sözlüğü dolaşıma sokar. Ping Pong ve Dinky Toy gibi sözcüklerin kural dışı işitsel etkileri, aynı sayfa­da, İngiltere'ye özgü isimler (BBC, Greenwich Ortalama Zamanı) ve yerel marka adlarıyla (Chabrawichi kolonya­sı) yansır. Taşıdığımız ve alıp verdiğimiz nesneler gibi, ortak dilimiz ve düşüncemiz de aslında sokak düzeyinde olan çizgi film, film, dizi film, reklam ve popüler bilgiden kaynaklanan bir avuç gözle görülebilir ölçüde banal kü­çük sistemin egemenliğindedir," der Said bize, adeta hü­manizmi, küresel kapitalizm ve ticari marka okuryazarlı­ğının dokunmadığı yerel kültürün yüksek, ciddi, korun­muş alanı yapma yanılgısından kaçınmak için.56 Said'in, popüler kültürün meteliklerinin Avrupa estetiğinin değer­li banknotlarıyla etkileşime girmesine şaşkınlığı, belki de şaşırtıcı olmayan bir şekilde, Spitzer'in 1949 tarihli, Sunkist portakal suyunun logosunu ortaçağdaki hanedan ni­şanlarının modern karşılığı olarak yorumladığı "Popüler Sanat Olarak Açıklanan Amerikan Reklamcılığı" başlıklı çığır açıcı yazısını hatırlar.Öyleyse, bu Spitzer bağlantısı göz önünde tutulursa, Said için, ulusaşırı zamanlar Spitzer'i kiminle somutlaştırabilirdi? Out Of Place'de yazarın aile dostu Charles Ma­lik, aralarındaki siyasal farklara rağmen, en güçlü seçenek olarak kendini gösterir, 1940'larda Filistin'in bir sözcüsü ve Lübnan'ın eski bir BM büyükelçisi olan Malik, Freiburg'da Heidegger ve Harvard'da Whitehead'le öğreni­mini sürdürdükten sonra, Beyrut Amerikan Üniversitesi'nde profesör olmuştu. "
Dolgun Avrupa İngilizcesine eklenen ağır bir Lübnanlı köylü (Kura) aksanı"yla Malik,Said'in tanımıyla, Orta Doğu'nun bir tür Spitzer'ı olur; İngilizce, Arapça, Almanca, Yunanca ve Fransızca'yı akı­cı biçimde konuşur, söyleşilerinde Kant, Fichte, Russell, Plotinus ve Hz. İsa'dan Gromyko, Dulles, Trygve Lie, Rockefeller ve Eisenhower'a geçer (OP, s. 264, 266).Her ne kadar Said (kendi anlatımına göre) Malik'in dil yeterliliğiyle hiç yarışamasa da, entelektüel ilgileri ve başarıları - müzik, siyaset ve edebiyat eleştirisinde - onu aynı ölçüde zorlayıcı bir seküler hümanist örneği olur. "Kendi kendine okuyan biri" olarak, hümanizmin ulusaşırı ulusaşırılığının farkındadır ki, bu, bana öyle geliyor ki, hümaniz­min geleceği için, Said'in yazılarıyla sürgüne yüklenen de­ğerden çok daha önemlidir. Filistinli-Arap-Hıristiyan-Amerikalı olarak kimliğinin tirelerini ya da hayatının çeşitli uğraklarında kendi adının değişimlerini okurken, Said her şeyden çok kendi kendinin çevirmenidir. Kahire'de, Arap­ların İngiliz hayranlığının bir simgesi olarak Edward'dır. Babasının kırtasiye dükkânında Mister Edward ya da Edward Wadie'dir. Mount Herman yatılı okulunda “ 'Ed Said' diye Amerikanlaştırılmış"tır, kâğıt üstünde ikinci adı bi­rincisiyle kafiye oluşturacak biçimde okunur.. Ed Said ko­nuşma beklentisinin yerini tutmaya başlar: Ed said.* ... ne? (OP, s. 236). Anlaşılan Said'in söylediği, artık küresel karşılaştırmacılık, ahlaksal militanlık, sürgün hümanizmi ve kontrpuanlı okuma pratiklerinin ulusaşırı dolaşımda olan bir göstereni olarak adının çevresindeki birden çok değer taşıyan çağrışımlar üzerine yüzünün kızarmasıdır. Adının bu aşırı-okuması, ulusaşırı hümanizmi tanımlama sorunu­nu düşündürür; tanım yükünü kimliğin üstüne taşır, böy­lece ulusaşırı hümanizmin kültür için nasıl ayıkladığı gibi; yani düzensiz metinler yığınından bir örneği seçtiği kadar bir diğerini nasıl dışarda bıraktığı gibi karmaşık bir konu­nun etrafından dolaşır. Bu konuya hakkını vermek için, öz­gün olanın itaatsizliğine saygı duymakla birlikte diller ara­sındaki bağlantılara uzanabilmesiyle filolojinin oynadığı rol üstünde daha eksiksiz düşünmek gerekir.Küresel Translatioİstanbul edebiyat dergisinin içindekiler tablosuna ye­niden daha yakından bakınca, ulusaşırı hümanizm içinde çokdilliliğin önemli rolünü vurgulayan bir translatio para­digmasının ortaya çıktığını görürüz. Türkçe, Almanca ve Fransızcanın bağdaştırılması, özürsüz benimsenmiş bir çevirmeme politikasına tanıklık eder. Bu noktada Spitzer'ın kendi katkıları örnektir; her bir denemede çevrilmemiş diller kulak tırmalar. Fransızca, Almanca, İbranice, Ma­carca, Latince, Yunanca, İtalyanca, İngilizce, Provansal dili, İspanyolca, Portekizce, Katalanca, Romence, Gotik dili, Anglosaksonca, Sanskritçe, Litvanca, Eski Kilise Slavoncası, Arnavutça, Yeni Yunanca'yı (ve artık biliyor ki, bir de Türkçe'yi) iyi bilen bir edebiyat eleştirmeni olarak seçebileceği birçok dil vardı. Elbette çok iyi eğitim görmüş Avrupalı edebiyat uzmanları arasında pasajlar ve ifa­deleri çevrilmeden, olduğu gibi bırakmak yaygın bir uy­gulamaydı; fakat Spitzer için çevirmeme, yönteminin kutsal bir ilkesiydi ve 1948 tarihli "Dilbilim ve Edebiyat Tarihi" yazısının yıldızlı bir pasajında dile getirilmişti bu:Metinlerimde özgün yabancı dilde (ya da dillerde) kalmış alıntılarla sık sık karşılaşılması İngilizce okuyanlar için bir güç­lük doğurabilir. Fakat amacım şairlerin sözlerini (ya da söze dökme biçimlerini) ciddiye almak olduğu ve de üslup konusun­da ulaştığım sonuçların inandıncılığı ve kesinliği bütünüyle öz­gün metinlerin girift dilsel ayrıntılarına dayandığı için, çevirileri­ni vermek olanaksızdı. [Edebiyat eleştirisi okurlarının dil yelpa­zeleri her zaman Spitzer'ınki kadar geniş olmadığı için, bu ki­tabın yaymaları çevirileri sunmayı kararlaştırdı.]"Yayıncıların köşeli ayraç içindeki değinilen sözcüğün tam anlamıyla hedefi ıskalıyor, ingilizce konuşan okurları şımartan iyi niyetleri, doğrudur, erişilebilirliği kolaylaş­tırabilir, ama Spitzer'in tekdillilikten memnuniyeti boz­maya dönük apaçık arzusunu güdük bırakır. Spitzer bu notu sırf okuyucularına özgün metne başvurmayı tem­bihlemek için değil, dilsel tuhaflıkla karşılaşmaları konu­sunu üstelemek için koymuştur. Özgün metnin parıl pa­rıl parlamasına izin vermek suretiyle, çeviri olmamak de­recesinde özgününe yakın olan kutsal kitaplardaki gibi "satır arası" çeviriler kendisi için örnek çeviriyi oluşturan Benjamin'in ideal çevirmenine benzer.58Spitzer'm çevirmeme uygulaması kendi başına çevi­riye karşı bir savunu değil, aksine dil edinimini translatio studii'nin koşulsuz buyruğu [categorical imperative] yap­ma isteğidir. Bir yabancı dilin yabancılığına - bizzat dilin içindeki benzeşmenin ötesinde olanın göstergesi olarak yabancılığa - duyulan derin saygı, Spitzer'ı, biraz alışıl­madık biçimde de olsa, Benjamin, Adorno ve Paul de Man'a bağlamaya izin veren, çokdillilik dogmasının ne­denini oluşturmuştu. "Benjamin'in yabancı sözcüğün gü­müş kıymığını dilin gövdesine sokan yazardan söz edişi"ni Adorno'nun anlatması, bu yabancı düşüncesinin eleştirel kuram için ne denli önemli bir hal aldığını göste­riyor. Bu kıymık Hebbel'in "yaratım yarılmasını temsil eder: "katlanarak", diye kaydeder Adorno, "dilde" ve "ger­çeklikte acı çekme'yi somutlaşunr.59 Adorno'nun formülasyonu, Paul de Man'ın "dilin kendisinde bulunan, özü bakımından yıkıcı olan dilin dipsiz derinliği"ni anlatmak için kullandığı "özgün metnin ızdırabı" (" 'die Wehen des eigenen") olarak çeviri düşüncesini yankılandırır.60 Mes­lek yaşamının sonunda "Çevirmenin Görevi" üstüne ver­diği bir dersin sonrasında sorulan sorulan yanıtlarken de Man, Benjamin'in "tarihsel pathos'un dili, mesihçı olanın dili, sürgün vb'nin pathos'u" kavramlarında ilginç olan şe­yin "hiçbir biçimde insani olmayan dilsel olayları gerçek­ten betimleme”si olduğunu öne sürer (RT, s. 96).61 Sonra de Man, Benjamin'in "özgün metnin acıları" kavramını "çok özel biçimde kullanmayı seçtiği imgelerin, değişmecelerin, pathos'u ya da dramın dilinden çok, dilbilimin insani olmayan, insansızlaştırılmış [dehumanized] terim­leriyle en iyi çözümlenen yapısal kusurlar"a bağlar (RT, s. 96). De Man, Benjamin'in kutsal dilinin (reine Sprache) kalburüstü hümanizminin içini boşaltır ve teknik, "tama­men dilbilimsel" bir şeye çevirir.
Spitzer'ın kendi başına dilsel yabancılığa ilişkin hümanist amentüsü ve de Man'ın dilbilimsel insansızcılığı [inhumanism] birbirin­den çok ayrı görünse de, dilsel yabancılığı sevmeleriyle ortaktır.Spitzer'ın tek tek dillerin bütünlüğüne duyduğu son­suz saygı, 1960'ta ölümünden dört ay önce verdiği "Bir Yöntemin Gelişimi” başlıklı dersinin sonuç bölümünde anlatımını bulur. Dil konusunda birbiri peşi sıra tekeşlili­ğe inanmayı seçerek, eleştirmenin ilgilendiği anda her bir dilin ondan kendisini hiçbir koşul öne sürmeden sevme­sini istediğini belirtir:Filoloji belli bir dilde yazılmış yapıtları sevmektir. Eleş­tirinin inandırıcı olabilmesi için eleştirmenin yönteminin bütün dillerdeki yapıtlara uygulanabilir olması gerekiyor­sa, eleştirmen, en azından şiiri ele aldığı anda, o dili ve o şiiri dünyadaki her şeyden daha çok sevmelidir.62Spitzer Türkçe konusunda klasik, Alman ve Roman dilleri kadar sevgi gösterememiş olsa bile, Türkçeyi aynı ölçüde sevilmeye değer bir dil olarak kabul etmiştir. “Türkçeyi Öğrenirken" başlıklı yazısında beklenebilece­ğinden çok daha fazla sevgi gösterir; bir yandan le demon de midi (ortayaş bunalımı), diğer yandan tehlikeli ilgilerin heyecan vericiliğini çağrıştıran bir mecazla, meslek yaşa­mının ortasında Türkçe öğrenme çabasını "yaşlı bir ada­mın kızakla kaymayı öğrenmesi"ne benzetir. Türkoloji uzmanı olmamasına ve dili temel düzeyde öğrenmiş ol­masına rağmen, gözüpek filolog öyle ya da böyle kaçgöç ("yabancı erkekler eve girince kadınların kaçması") sözcü­ğünü çözümlemeye atılır. Reşat Nuri Güntekin'in Olağan İşler adlı romanındaki kullanımlarına odaklanarak Spitzer, Roma karnaval maskeleriyle koşutluk kurar ve sözcüğü Balkan dillerindeki "gül oyna değildir" ifadesine bağlar.Filolojik yüzeyin altında, Spitzer'ın açıklaması, Avru­palı beyefendinin Türk kadınlığını Müslüman baskıcılığı­nın pençesinden kurtardığı klasik bir tutsaklık anlatısına benzer. Spitzer'ın vardığı sonuç - Türk halkının ruhu mantıktan çok heyecana yatkındır - bildik Avrupa-merkezli teranelere yenik düşer. Fakat Türkçeyi sevdiği, ya­zarın çok eski ve saygıya değer bir dilin karşısında "aşağı­lığı" kabul etmesiyle aşikâr; ve Türkçe ihtiyat ve tedbir ifadelerinin Avrupa dillerindeki manevi karşılıklarını boş yere aradığı yazının ikinci kısmında belirgindir. Üçüncü bölüme gelince, Türkçe "simgesel işitim" ya da "psikofonik" dediği bir nitelikle donanmış biricik dil halini alır. "Gerçek ve sessel benzerlikler" arasındaki bu girift koşut­luk, Spitzer'ın başlı başına bir kitap ayırdığı Almanca Stimmung, atmosferin Batılı olmayan kaçınılmaz sonucu olarak ortaya çıkan, gerçeğin ruh hallerini temsil etme gi­bi fantastik yeteneklere uygun düşer. Türkçe heyecanı daha önce kovma çabasını unutturarak, Spitzer, yazının üçüncü bölümüne gelince, Türk diline özgü soyutlama ve gerçeklik gücünü över. Spitzer birçok sözcükte bun­dan hiç söz açmasa da, yaptığı okuma Hint-Avrupa dille­rinin daha yüksek soyutlama oranı dolayısıyla üstün ol­duğu sloganına meydan okur.
Kurulu Doğu-Batı ikiliklerini ciddiye almayarak; Türkçeyi öğrenerek (hatta Roman olmayan bir dili sev­meyi öğrenerek); ve Türkçenin Avrupa dillerinin yanı ba­şında filolojik araştırma ve eleştirinin konusu yerini aldı­ğı bir seminer kurarak, Spitzer translatio imperii'nin geçmiş­teki ve o andaki tarihiyle güçlü bağlan bulunan dünya öl­çeğinde bir translatio studii paradigması kurdu. Orta Çağ­larda Latinizasyon, 1920'lerde Atatürk yönetiminde Romanizasyon ve Nazizm döneminde Üçüncü İmparatorluk'un dilinin kurumsallaşması arasındaki tuhaf koşutluk; kendi eğitimsel görevlerini Yüksek Latinlik'in kültürel ka­lıntılarını korumak olarak tanımladıkları zaman bile, ça­lışmalarında Avrupalı göçmen akademisyenlerin dilsel emperyalizmin siyasal karmaşıklıklarının daha fazla ayır-dında olmalarını sağladı. Kültürel bilinçdışının gizlerini çözecek bağlantılar bulmak için dünya gramerlerini tara­yarak, Geoffrey Hartman'ın deyişiyle, göstergenin kimli­ğini parçalamak pahasına da olsa, sözcükleri psişik kö­ken bilgilerine çeviren kaynaklar ve niyetlerin izlerini sü­rerek Spitzer'ın semineri; Moretti'nin anlatı-temelli mesa­feli okuma paradigmalarının karşısında bir denge unsuru olarak duracak bir "dilsel olarak odaklanmış bir dünya sistemleri" kuramı sunar.63 Mesafeli okuma çok büyük kültürel karşılaştırma kategorilerine - ulusal destan, "ge­zegen ölçeğinde" toplumsal cinsiyet yasaları - öncelik ta­nıyorsa, filoloji de bir dünya görüşüyle birlikte yakından okuma biçiminde kendi mikrolojik önerisini getirir: dün­ya tarihi olarak sözcük tarihi; sürgünde üslup ve vezin araştırmaları. David Damrosch'a göre, Auerbach'ın, me­tinlerin düzen ve ilişkiselliği keşfettiği bir metinsel özerk­lik ahlakı kurduğu noktada, Spitzer özgünlerin çevirilere teslim edilmediği, aksine özgürce birbirlerini bulduğu, başarısızlık ve şaşkınlık pahasına bağlantı kurmaya çalış­tığı benzer bir "özgünün dili" ahlakı kurmuştur.64

Spit­zer'ın tanımladığı biçimiyle küresel translatio pratiği, çev­rilemez olan önemli anlam boşlukları, boyun eğmek bil­meyen anlamsal farklılık yumruları, şiddet yüklü kültürel aktarma ve karşı aktarma olayları ve beklenmedik aşk iliş­kilerine göre şekillendirilmiştir. Geri bakıldığında, Spitzer'ın İstanbul'da karşılaştırmalı edebiyatı icadı filolojiyi bugün ulusaşırı hümanizmin psişik yaşamı olarak tanınabilen bir şeye dönüştürdü.

Türkçesi: Savaş Kılıç

*Emily Apter, New York Üniversitesi’nde Fransızca profesörü ve konuyla ilgili bir dizi kitabın yazarı.
Kaynak: YasakMeyve Dergisi Aralık 2003


Dip notlar:
*) Greimas, göstergebilimi değilse de, yapısal anlambilimi İstanbul'da geliştirmeye başladığını kabul eder ("Entretien avec A.-J. Greimas", Dilbilim, I, 1976:29). (ç.n.) Buna mukabil Gre-imas'ın neden Türkiye'den ayrıldığına ilişkin çok duyarlı bir gözlem ve saptamayı Tahsin Yücel yapmaktadır. A /. Cre-iınas, Kusur Üstüne, (ev. A.E. Kıran, lstanbul.YKY,i99} (e.n)
"Said" İngilizce "demek, söylemek" anlamına gelen "say" fiilinin geçmiş zaman çekimidir. Söz oyununu bir yana bırakırsak, "Ed dedi ki* diye çevrilebilir, (ç.n.)

*) Özellikle Latin alfabesine geçilmesi kastediliyor. Çevirirken bu anlamı vermek güç oldu. (ç.n.)
**) Derginin adında bir yanlışlık olmuş, yayınlayan kurumun adı derginin unvanı sanılmış. Tam künyesi şöyle: Romanoloji Semineri Dergisi. Travaux du seminaire de philologie Romane I, 1937. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınlan No. 2. Publications de la Faculte des Lettres de l'Universite d'lstanbul nu. 2 (Bkz. Gülser Orhan, l.Ü. Edebiyat Fakültesi Yayınları Bibliyografyası 19U-İ97Z, l.Ü. Edebiyat Fakültesi Yayınları, İstanbul 1974, s. 305.) (ç.n.)
***) Sözü geçen dergi tek sayı yayınlanıyor. Bkz. a. y. Auerbach'ın sonraki yazılan Felsefe Arkivi ve Çarp Filolojileri Dergi-si'nde çıkacaktır. Bkz. A.g.e, s. 81, 101. (ç.n.)
*Karşılaşurmalı edebiyatın olmasa da dilbilimin tarihiyle yakından ilgilenen biri olarak, bu düşündürücü iddiayla ilgili bir not düşmeme izin verilsin: Benveniste ve Greimas'in niçin Saussure'ün değil de Jakobson'un yapısal dilbilimini getirdiği açıklanmamış. Oysa Saussure'ün gündeme gelmesinde büyük payı olmakla birlikte, bu bakımdan ne kadar ince düşünülürse düşünülsün, Benveniste ve Greimas'm çalışmalarını Jakobson yapısalcılığına bağlamak zor. E. Benvenis-te'in hocası, F. de Saussure'ün 1880-1891 arasında Paris'teyken Ecole pratique des Hautes Etudes'de öğrencisi olan ve yıllarca ilişkisini de koparmayan Antoine Meillet'dir; Benveniste, Saussure'ü birinden öğrenmişse bu kişi Meijlet olsa gerek. Nitekim Saussure'ün Meillet'ye yazdığı mektupları (Bayan Meiliet'nin kendisine vermesi üzerine) 1964'te Cahi-ers Ferdinandde Saussım'de (no. 21, s. 91-125) yayınlayan da yine Benveniste'dir. Diğer yandan, Greimas da kendi çalışmalarının dayanağını açıkladığı, yukarıda söz ettiğimiz söyleşide, Jakobson'un adını hiç anmazken, Saussure'e borcunu dile getirir (Bkz. a. g. e., s. 27-8). (ç.n.)



0 yorum:

Site Hakkında...

Karşılaştırmalı Edebiyat şimdiye kadar
kez ziyaret edildi. İlginize teşekkür ederiz ::
© 2006-2010 9Kare.Net Yazı İşleri Ürünüdür :: iletişim ::
Resized Header Image Copyright © DHester by freewebpageheaders.com

© Blogger templates The Professional Template Tasarım: Ourblogtemplates.com 2008


PageRank Checking Icon

Takipçilerimiz