30 Aralık 2008 Salı

"Turkish Society and Culture" / Birinci Bölüm-6




"KAYI" MESELESİ

Ankara Savaşı öncesinde Timur, Yıldırım Bayezid'e yazdığı mektuplardan birinde, Osmanlı "soyuna" hakaret eder. Köprülü bunu şöyle özetler: "Timur, Yıldırım Bayezid'i tehdit ve tahkir maksadiyle gönderdiği bir mektupta, onun 'gemici' bir Türkmen neslinden geldiğinin kendisince malûm olduğunu ve bütün Mısır, Suriye, Anadolu halkının da bunu bildiğini" ifade eder.
...Sırf hakaret maksadını güden bu ifadenin tarihî bir ehemmiyet ve kıymeti olamayacağı, pek tabiîdir. Bizanslı tarihçi Chalcocandilas, Osman'ı, "1298'de donanması ile Mora, Eğriboz ve Şarkî Yunanistan'ı tehdit eden Oğuz reisi Ertuğrul'un oğlu ve ‘1310'daki Rodos seferinin kahramanı gibi göstermiş ise de, XVIII. asırda Hezarfen Hüseyin'in de tekrarladığı bu rivayetin essassızlığını H. A. Gibbons daha yıllarca evvel meydana koymuştu (Köprülü, Osmanlı, 285 d.n.105).
Timur'un hakaretinin bir "tarihî doğru" içermediği besbelli; ama tarihî önemi olmadığını söylemek o kadar kolay değil. Tarihte soyluluk, şecere v.b. her zaman önemli olmuştur. Timur ufukta göründüğünde Bayezid Mekke Şerifi'nden "Roma Kayseri" ünvanını kullanmak için izin istemiş ve almıştı. Belki de Timur, buna karşılık olmak üzere, Osmanlı sultanının "neslini" küçümsüyordu. Osmanlılar'ın ezelî düşmanları

Karamanoğulları da "bî-asl", yani "aslı, nesli olmayan" sıfatıyla onlara hakaret etmişlerdi. Tarih boyunca ideolojik savaş, psikolojik savaş ne kadar etkili ve önemli olduysa, bunlar da o kadar etkili olmuştur.
Timur'un ne dediğini anlamak zor. "Gemici bir Türkmen neslinden gelmek"! Türkler'in öteden beri suyla ve denizle başlarının fazla hoş olmaması dışında, ne anlama geliyor ve niçin bir hakaret oluyor? Timur'un ayrıntılı bir açıklamaya girişmeyip bunu bildiğini söylemekle yetinmesi, bana bunun o dönemde bilinen bir söylenti olduğu izlenimini veriyor.
Aslında Köprülü böyle bir efsaneyi Habibü's-Siyer'den aktarıyor (onaltıncı asırdan bir eser): Kıpçaklar'dan bir boy, Davud adında birinin önderliğinde, Kırım'daki Kefe'den deniz yoluyla Anadolu'ya geliyor ve Selçuklu Sultanı Alaeddin Keykubad'ın yanına yerleşiyor. Bu Davud'un oğlunun adı Osman. Bizim Osman Gazi bu efsanede kariyerine böyle başlıyor.
Ama bu hikâyede de, "deniz" yoluyla gelmiş olmanın niçin kötü olduğu anlaşılmıyor. Bu nedenle, bilinen, Osmanlılar için onur kırıcı sayılacak ayrıntıları olan bir söylenti olması gerektiğini düşünüyorum. Örneğin, denizden gelenlerin, Kırım çevresinden "Kıpçaklar" olmasının o çağda özel çağrışımları mı vardı?
Tabiî, olmayabilir de. Timur'un, Bayezid'e yazdığı mektup dışında söylediği bir söz yok. Oysa Osmanlılar'ın beş para etmez adamlar olduğuna dair başka şeyler de söylemiş, ama bu "deniz yoluyla" gelme temasını devam ettirmemiş. Yeniden Asya içlerine çekilirken bu bölgenin hükümdarı olmak üzere burada bıraktığı oğlu Şahruh ile toparlanmaya çalışan Osmanlılar arasında yeni temaslar olmuştur. Bunların da çok dostane olduğu söylenemez. Ama Şahruh da babasının iddiasını tekrar etmemiştir.
Timur istilasını izleyen "Fetret Devri"nde Çelebi Mehmet yavaş yavaş dizginleri ele almaya başlamıştı. Devleti yeniden toparlama çabasında dışarıdan da gözle görünür bir başarı elde ettiği, bir aşamada Şahruh'un bir mektup göndererek fazla ileri gitmemesini söylemesinden anlaşılıyor. Ortaçağ'ın genel vasal-süzeren kalıpları içinde yer alan bu yazışmada Şahruh tamamen yukarıdan konuşmasına ve Mehmed'i azarlamasına rağmen babasının iddiasına yer vermemişti.
Mehmed bu aşamada Şahruh'a kafa tutacak güce sahip olmadığı için aşağıdan aldı. Her Müslüman için geçerli olması gereken "Cihad" mazeretine sarılarak, kendisini bu kutsal amaçtan alıkoyanlarla çarpıştığını söyledi. Tabiî o anda sorunun politik görünüşü, Bayezid-öncesi Osmanlı topraklarının Bayezid'in oğulları arasında paylaşılmış olmasıydı ve Şahruh bu statüko’nun devamını istiyordu. Çelebi Mehmed statükoya karşı gelmeyeceğine dair teminat vermekle birlikte, Osmanlılar'ın "tek-varislilik" ilkesine saygı ve inancını belirtmekten de geri kalmadı.
Timur-Bayezid ve Şahruh-Mehmed ilişkileri, bir zaman, Şahruh-II. Murad arasında da sürdü. Sonunda Timur'un Osmanlı diyarı üstündeki etkisi büsbütün yok oldu.
Ama bu arada, yani II. Murad zamanında, yeni bir Osmanlı tarihi ısmarlandı. Selçuk tarihini de Arapça'dan Türkçe'ye çeviren Yazıcızade (Tevarih-iÂl-iSelçuk) böylece isteğe uygun bir "Osmanlı şeceresi" çıkararak yazıya geçmiş ilk "Kayı" iddiasını ortaya atmış oldu. Yani, bu "Kayı-Osmanlı" bağlantısının sözü ilk olarak 1430'larda telaffuz edilmiş oldu. Buna göre, Kayı reisi Ertuğrul ve oğlu Osman öteki uç beyleriyle birlikte bir araya gelip danışıyorlar; Oğuz töresinin gereklerini yerine getirmek üzere, Osman'ı "Han" olarak seçiyorlar.
Böylece, Asya'dan kalan "hanlık"la İslâmî"gazi" kavramları "Sultan Osman"da birleşmiş oluyor (İnalcık, The Ottoman Empire, 56).

Belli ki II. Murad zamanında, Ankara Savaşı'nda yıkılan imparatorluk yeniden toparlanırken, Osmanlı hanedanında yeni komşu ve rakiplerine karşı bir saygınlık geleneğine ihtiyaç doğmuştur. "Kayı" bağlantısı da böyle kurulmuş, bu kanaldan Osmanlı soyu ta Oğuz Han'a kadar uzatılmıştır. Bu bağlantıların gerçekten olup olmadığı ayrı bir sorun. Köprülü bir yerde böyle bir şey olmadığını söyler; kendisinin de aynı "şanlı gelenek"ten yararlanmak istediğinden kuşku duyanlara karşı. Hiç değilse, "Kayı olmadıklarına dair" herhangi bir kanıt bulunmadığını söyleyerek Wittek'le tartışmaya girerken, bunun prestijli sayılan bir boy olduğunu da kabul eder.
Zaten önemli olan, Kayılar'a ilişkin bu prestijin 1299'dan çok 1430'da genel kabul görmesidir. Yukarıda belirttiğim gibi, Timur İmparatorluğu'nun etkileri daha Timur'un oğlu Şahruh zamanında solmaya başlamıştı (Şahruh ta Herat’ta yerleşmişti). Ama bu sıralarda, doğudan gelen son göçebe dalgasını temsil eden Akkoyunlu ve Karakoyunlular Anadolu kapısına dayanmışlardı ve bunlardan birincisi Murad'ın oğlu Mehmed'in (Fatih) de başına dert olacaktı.
Yazıcızade'den sonra Şükrullah da eserinde (Behçet-ü’t tevarih) Kayı konusuna değinmiştir. Şükrullah, Fatih zamanının adamlarından. Demek ki bu döneme gelindiğinde, Kayı boyundan gelindiği tezi (ve Oğuz Han'la akrabalık) artık resmî ideoloji haline gelmiş.
II. Murad saltanatının son yıllarında Şükrullah'ı Karakoyunlu Beyi Cihanşah'a elçi olarak yollamıştı. Şükrullah, Fatih döneminde tamamladığı tarih kitabında, Oğuz ve Kayı bağlantılarını bu sırada öğrendiğini söyler. Cihanşah onu yanına çağırmış ve bu iki boyun akrabalığını da kanıtlayan şecereyi bildirmiştir (şecere tabiî Nuh Peygamber'e kadar gider ama sonunda herkes oraya gittiği için bu fazla önemli değildir; önemli adlar Oğuz Han'la Kayı Han'dır).
Bu sırada Akkoyunlu Uzun Hasan'a karşı bir Osmanlı-Karakoyunlu ittifakı olduğunu eklemeye gerek bile olmayabilir.
Şükrullah'la aşağı yukarı aynı zamanlarda, gene Fatih'in saltanatında, Âşıkpaşazade kendi tarihini -oldukça değişik bir açıdan- yazıyor ve bu arada herkesin bildiği "Osman Gazi'nin rüyası" hikâyesini ilk olarak yazıya geçiriyordu.
Şükrullah'ın Behçet-ü’t tevarih’ini ithaf ettiği Mahmud Paşa bir yandan da Enverî'ye Düsturname'yi ısmarlıyordu. Fatih Mehmed çağı gerçek anlamda imparatorluğun kuruluş çağı, dolayısıyla -mantık da böyle gerektiriyor- Osmanlı tarihinin resmîbir kesinliğe kavuştuğu dönem oluyor.

Tarih biraz böyle işliyor - tarihçilik de. Bu gibi kaynakları okuyor, öğreniyor, "böyleymiş" diye yazıyorlar. Bir tarihçi Yazıcızade veya Şükrullah'a dayanarak "Osmanlılar Kayı boyundan gelmiştir," diyor, ama Yazıcızade veya Şükrullah'ın bunu ne zaman, hangi koşullarda yazdığını anlatmıyor. Daha doğrusu işin bu kısmı profesyonel tarihçiler arasında biliniyor, tartışılıyor. Biz fani tarih amatörleri veya öğrenciler için tasarlanmış kitaplarsa başka türlü yazılıyor.

Devamı...

29 Aralık 2008 Pazartesi

"Turkish Society and Culture" / Birinci Bölüm-5



İşin tuhafı, benzer bir zihnî yönelim, çok daha önceden beri tektanrıcı din egemenliğinde yaşayan Bizanslı akritai için de geçerlidir (akritai: Bizanslı uç beyleri). Örneğin "Digenis Akritas" hikâyelerinde Müslüman savaşçılarla hem çarpışan hem de dost olan, ama babası "dönme" bir Türk olan bir Bizanslı görürüz. "Uç"ların özgül koşulları, aynı ideolojiyi karşılıklı üretiyor olmalı. Bizanslı tarihçi Padnymeres'in de uzun uzun sözünü ettiği Turkopol Kategorisi, "Türk oğlu" anlamına gelir (Yunanca "polos", bir hayvanın yavrusu demektir, yani bize de "palaz" olarak geçen kelimedir). Daha sonra St. Jean şövalyelerine de "Turkopol" dendi.

Divitçioğlu, Aachen'li Albert’ten, Birinci Haçlı Seferi'nde İznik kuşatmasına dair bir hikâye aktarıyor: "Tövbe Etmeyen Rahibe". Haçlılar'ın kurtardığı bir rahibe, tutsak düştüğünü ve "bir Türk'le tiksindirici ilişkiye zorlandığını" anlatır. Gerekli dinî yol yordam izlenerek rahibenin iradesinden bağımsız uğradığı kirlenmeden arınmasına çalışırken, "Türk sevgili"den haberci gelir ve adamın aşkının devam ettiğini bildirir. Bunun üstüne rahibe arınmayı beklemeden kalkar gider: "Bu öyküyü anlatanın dediğine göre rahibe isteyerek Türk'e kaçmıştı. Fakat, sebebini kimse anlamadı" (Divitçioğlu 23-24).
Divitçioğlu, Aşıkpaşazade'nin klasik cümlesini alıntılar:
Ve hem de bu Rum'da dört tayfa vardır kim misafirler içinde anılır biri Gaziyan-ı Rum biri Ahıyan-ı Rum ve biri Abdalan-ı Rum ve biri Bacıyan-ı Rum.
"Rum", Roma'dır ve dolayısıyla bu bağlamda Anadolu'dur. Aşıkpaşazade'nin bu sınıflandırması genel olarak Anadolu için geçerli olmakla birlikte, yerleşik ve gelişkin kentlerden çok "uç”lardaki durumu daha iyi anlatır. Gaziler, tabiî, savaşçı olanlar; Ahiler ise çeşitli esnaf birlikleri, "fütüvvet" ehli dediğimiz kesim. Abdallar ve bacılar da, çoğu pek Ortodoks sayılamayacak şeyhler, babalar çevresinde örgütlenmiş dervişler, kadın ve erkek müritlerdir. Üç temel etkinlik, savaş, ekonomi ve ideoloji bu insanlar eliyle yürümektedir. Durumu anlamak için önce zihnimizde bu etkinlikleri (ve eyleyenleri) soyutlayıp birbirinden ayırmamız gerekiyor. Ama bundan sonra, durumu daha da iyi anlamak için, bu kategoriler arasında büyük mesafeler veya aşılmaz setler bulunmadığını düşünmeliyiz. Kâğıt üstünde "din adamı" görünen "abdal"ın kılıcına davranması çok uzun bir ikna süreci ve radikal bir hayat tarzı değişimi gerektirmiyordu. Zaten bu hayat tarzı sözgelişi "gazi" dediğimiz kişinin yalnızca ve her zaman asker olmasını sağlayacak kadar gelişkin bir işbölümüne de dayanıyor olamazdı.
Bu akışkanlık, yalnız aynı adamın değişik işler yapmasıyla değil, hep değindiğim gibi, aynı kişiler üzerine değer yargılarının da değişebilmesiyle kendini gösteriyordu. Örneğin Kafadar ortaçağ İslâm yazarlarının "ayyarun"kelimesini "gaziyan" ile eşanlamlı kullandıklarını söylüyor - ama "ayyarun"un kelime anlamı "reziller"!
Herhalde yerleşik bölgelerde bu "gaziler" durup dururken hır çıkarıp huzur bozan kişiler olarak görülüyordu. Aynı olguya Sencer Divitçioğlu da değinir; onun yorumu, 10. yüzyıldan sonra Maveraünnehir'de gayrımüslim kalmayınca, bu "gazi" sıfatlı adamların dar-ül harb’da yapmaları gereken işi dar-ül İslâm’da yapmaya devam etmeleridir. O zaman da bu haydutlukları dolayısıyla "ayyarun"diye anılmışlardır. Ama benzer dar-ül harb koşulları 13. yüzyıldan itibaren Anadolu'da bir kere daha belirince, "gazi" kavramı da yeniden değer kazanmıştır.
"Uç"lardaki akışkanlığı her fırsatta vurgulamaya çalışıyorum. Ama orada olup biten her şeyin, istikrarlı medeniyet merkezlerinden bütünüyle farklı olduğunu düşünmemiz de, başka bir abartma haline gelebilir. Yukarıda, kentte oturan Müslüman'ın uçtaki savaşçıya bakışından ("ayyar" ya da "gazi" demesi) dem vurdum. Ama kentteki yerleşik medeniyetin birçok serpintisi uçlarda da hissediliyordu. Bilinen ilk sikkenin Orhan adına basıldığı söylenmiştir. Üstünde, "Orhan bin Osman Bursa" yazıyor. Ama bir vakfının belgesinde sıfatı biraz daha şatafatlı: "Ben Şücaaddin Orhan bin Fahrüddin Osman"! Kafadar'ın değindiği gibi, bu sıfatların kullanılması yeni ve minik beyliğin önderlerinin, ta Selçuklu zamanından gelen İran ve İslâm geleneklerini bildiklerini gösteriyor.
Bunu söyleyelim ve hemen "madalyonun öbür yüzü"ne bakalım. Osman'ın bastırdığı sikkelerin birinde kendi adı yanlış yazılmıştır. Yok eğer doğru yazılmışsa, o zaman bizim bütün bu tarihi yazarken "Osmanlı" demekten vazgeçmemiz gerekmektedir. Bu konuda en yaygın teori "Ataman" üstüne oturmaktadır (Kaldy-Nagy'ye göre Ertuğrul dört oğlunun üçüne Türk kökenli adlar verdiğine göre -ve Osman da oğluna "Orhan" gibi bir ad vermişken- doğrusu "Osman" değil, "Ataman" olmalıdır). Sözkonusu sikke buna uymuyor, çünkü Arapça "th" ile yazılmış (Batı dillerindeki "Ottoman"ın kökeni olmalı); ama orada da ikinci vokal olarak "elif" yok. Yani, kitabî gelenekler Anadolu'nun Bitinya bölgesine kısmen gelmiş, şüphesiz etkili de oluyor; ama henüz iyice kök salmamışlar.
Osman'ın okuması yazması olmadığı efsanelerle pekiştirildiği gibi, Müslüman oluşunun Söğüt’e yerleşmesinden epey sonraya denk düştüğünü söyleyen efsaneler de vardır; ama bu ikincisi pek akla yakın değildir.
Sonuç olarak, Osmanlı devletinin kuruluşunun dinamiklerini açıklamak için şimdiye kadar bütün farklı tarihçilerin ileri sürdüğü tezler, hep bir arada olmak üzere, hepsi de doğru geliyorlar. Bu durum ünlü hikâyedeki körlerin fili betimlemelerini biraz andırıyor. Çünkü onların her biri "asıl dinamik burada" diye tek bir öğeyi öne çıkarıyor, ama sağduyu ancak bunların bir araya gelmesiyle bu karmaşık durumun açıklanabileceği sonucuna varıyor.
Böyle bir imparatorluğun ancak Roma-Bizans kültürünü devam ettirmekle kurulabileceğini savunan -genellikle Avrupalı- tarihçiler haklı. Gerçekten o kültürün birçok uzantısını Osmanlı kurumlarında da görüyoruz. Hattâ Roma'dan yirminci yüzyıla uzanan bir süreklilikten söz etmek bile mümkün (belirli bir açıdan bakınca).
Buna karşılık, Köprülü'nün, Roma-Bizans kültürü ile doğrudan yüzyüze gelmeksizin Ortadoğu'daki İslâm-Türk devletlerinin siyaset kültürlerinden bu bilginin derleneceği tezi de doğru. Bu, böyle söylendiğinde, Roma-Bizans'ın önemli olmadığı anlamına gelmiyor; İslâm siyaset kültüründe de özümlendiği demek oluyor.

Bu bakımdan Osmanlı devletinin, en erken dönemden başlayarak, İslâm devlet geleneğinin Anadolu'daki son halkası ve temsilcisi olduğunu söylemek doğru. Örneğin, daha Osman'dan başlayarak, bu "ücra" noktadaki "uç" beylerinin bütün bir Selçuklu yönetim deneyiminden ciddi dersler çıkardığını düşündüren kuvvetli belirtiler var.
Aynı zamanda "uç"larda İslâm'ın çok daha eklektik bir biçimde yaşandığı da doğru. Uçlar istikrar kazandıkça, Ortodoks İslâm buralarda da egemen olacaktır ve bu anlamda gelişen gücün bu Ortodoksi olduğu söylenebilir. Ama şu aşamada kültürel/idarî merkezler dışındaki, özellikle kırlardaki toplum "heterodoks". Bu, çoğunlukla bilinçli bir karar sonucu olarak da böyle değil - çoğunluk "Ortodoks olmayalım" kaygısı gütmüyor.
Böyle bir "heterodoksi" varsa, bunun bir kısmı göçebe Türk gelenekleri gereği böyle, dolayısıyla ucu Orta Asya'ya uzanıyor. Bir bütün olarak Osmanlı devlet geleneğinde böyle Asyaî Türk etkileri bulmak zordur ve bu durum Türkçüler’in canını sıkar. Gelgelelim, Asyaî Türk etkisi arayacaksak, bunu en fazla kuruluş döneminde bulabiliriz. Ayrıca, kuruluşa olumlu katkıda bulunduğu için, nihaî çorbanın ortaya çıkışında bunun da payı önemlidir.
Ama bu heterodoksinin öbür ucunda ne Türk ne de Müslüman başka gelenekler yer alır. Bunların bir kısmı -gene gayrı resmî- Hıristiyanlığa bulaşmış olsa da sonuçta hepsi Anadolu'nun Hıristiyanlık-öncesi inanç ve kültürlerine gider. Belki Orfik, Diyonizyak ayinlere kadar uzanmak mümkündür. Kimi zaman hem Hıristiyan, hem Müslümanlar'ın, kendilerine göre açıklamalarla, pagan kültlerine saygı gösterdiğini görürüz (Boğaz'ın iki kıyısındaki Telli Baba ve Yuşa mezarlarında olduğu gibi); kimi zaman Müslümanlar Hıristiyan inancına göre davranır (belirli bir ayazmanın suyundan, mucizeleriyle tanınmış bir Hıristiyan tapınağının gücünden yararlanmaya çalışmak gibi); kimi zaman, bunun tersi olur ve Sencer Divitçioğlu'nun yeniden düzenlediği 1546'dan kalma beyitteki gibi ("Yahudi, Hıristiyan ve Ermeni/Ağlarlar idi şeyhimiz hani") gayrımüslimler derviş mezarını aşındırır. Akla gelebilecek her kombinezon vardır.
Dolayısıyla, Osmanlı devletinin kuruluşunda yalnız Roma-Bizans kurumları ve kültürünün değil, bu kültürle yetişmiş somut insanların payı olduğunu söyleyenler de haklıdır. Bunların bir kısmı din değiştirmiş ve yönetimde yer almıştır (bütün bir devşirme sistemi de bunun içine ayrıca girer); bir kısmı din değiştirmiş, seçkinler arasında değilse de Müslüman toplumda yer almıştır (muhtemelen çoğu kadındır); ama din değiştirmeyip Rum Ermeni v.b. olarak yeni kurulan devletin "reaya"sı olanların da oluşan yeni kültürde elbette payı vardır.
Ancak, onların bu payından, "onlar olmasa hiçbir şey olmazdı" diye sonuç çıkarmak yanlıştır. Bir kere onları bu yakınlığa davet eden bir sistem var ki, Iorga'dan beri, bunun önemli bir çekiciliği olması gerektiği söyleniyor. Ama daha önemlisi, o sistemi temsil eden Türk-Müslüman insanlar var.
Bu insanların şu ya da bu saikle hareket ettiklerini söyleyenler de teker teker haklı. Örneğin, "gazâ" konusu. Evet, bu ideolojinin bu koşullarda çok etkili olduğu açık. Ama biri işin içine "yağma"yı karıştırıyorsa, o da haklı. Hayatta hiç, başka bir şeyle karışmamış, saf ve halis bir motivasyonla hareket eden bir insan olabilir mi? Aynı adam hem gazâya gider, hem kazandığı ganimetle mutlu, gazâdan döner. Bunun bir "ikiyüzlülük" olduğu da söylenemez.
Ahiyan'ı, Bacıyan'ı v.b. ile bütün bu öğeler bu kuruluşu gerçekleştirdiler. Bütün bu karmaşık öğeler arasından birine, ötekileri çok gerilerde bırakan bir kuruculuk rolü, misyonu v.b. yüklemek, bütün "indirgemecilikler" gibi, yanlıştır. Gene de, son döneme gelinceye kadar, bu yanlışı yapmamış yerli ya da yabancı tarihçi bulmak zordur. Ama yüzyıl sonunu bulduğumuz şu dönemde, Osmanlı tarihyazımı alanı da artık bir savaş meydanı olmaktan çıkıp nesnel araştırmacıların serinkanlı açıklamalarıyla aydınlatabildikleri bir alan olmaya başlıyor.
("Gazavetnameler" bölümünde kutu olarak Dede Korkut ve öteki hikâyelerden kısa bölümler: aslı ve çevirisiyle birlikte.
Sencer Divitçioğlu'nun tablosu: s.43, çizelge I
Bu tip kaynakların listesi - nerede bulunabileceği v.b.)

Devamı...

28 Aralık 2008 Pazar

"Turkish Society and Culture" / Birinci Bölüm-4



GAZAVETNAMELER, DESTANLAR, EFSANELER

Kuruluş döneminin zihinde yeniden-inşasına "dayanak" olması gereken nesneleri iyice "akışkan”laştırdık. Peki, neye "dayanacağız" bu durumda?
Edebiyata! Edebiyat kelimesinin bir "küçümsenmiş" anlamı vardır: "gerçek olmayan", "hayal ürünü" ve benzeri karşılıklar bulabileceğimiz bir kullanımdır bu. "Canım, ona kulak asma, alt tarafı edebiyat" gibi bir cümleden çıkardığımız anlam, örneğin.

Gelgelelim, şu betimlediğim durumda, yani Osmanlı devletinin kuruluş sürecinin verilerinin zihinde yeniden bir araya getirilerek yeniden inşa-edilmesi çabasında, bizim için en esinlendirici, en bilgi verici malzeme, dönemin edebiyatı olabilir. Çünkü her çeşit edebiyat, son kertede, bizi onu yaratanların ruh haline en kestirme yoldan götürecek araçtır. Edebiyattan olguya varmak risklidir, çok zaman yanıltıcıdır (dolayısıyla çıkarsama ve sağlama yöntemlerini iyi geliştirmek ve kullanmak gerekir); ama insanların duygularını, inançlarını, değerlerini anlamak istiyorsak, başvuracağımız en sağlam kaynak edebiyattır. Bu en sağlam kaynaktan çıkaracağımız en sağlam malzeme de, genellikle, sözkonusu eserin bize öncelikle anlatmaya çalıştıklarından çok, farkında olmadan ve dolayısıyla söyledikleridir.
İslâmiyet'in doğuşu ve hızla gelişmesi, Ortadoğu'da iki farklı dünya yarattı (sayısal azlıkları ve iki dünyaya dağılmış olmaları gibi nedenlerle bu bağlamda Yahudiler üstüne bir şey söylemiyorum): Hıristiyanlık ve İslâmiyet, konuya uzaktan bakan biri için Ortadoğu monoteizminin çok da farklı durmayan iki kolu gibi görünebilir; ama içinde olan açısından farklar büyük olmak zorundaydı. İki din arasındaki farklar, etnik, kültürel, geleneksel v.b. her türlü farklılık tarafından da büyütülüyor veya destekleniyordu. İslâm İran'a ve Kuzey Afrika'ya doğru hızla yayılırken, Bizans'la sınırı görece az değişti. Bu çeşit sınırdaşlık da zaten bu iki dine göre ayrılmış medeniyetlere bugün "jeo-politik" adıyla andığımız bakış açısını ve mantığını aşılıyordu. Yükselişte olan, İslâmiyet olduğu için, sınırları o zorladı, Konstantiniyye kuşatmaları o taraftan geldi. Ama Bizans bunlara karşı koymayı başardı.

Bu savaşlar, kuşatmalar v.b. Arap-Müslüman edebiyatına doğal olarak yansıdı. Örneğin, Hazreti Muhammed'in sancaktarı Eyyüb Ensarî'nin İstanbul kuşatmasında ölmesi bu çeşitten yığınla esere malzeme oldu. Peygamber’in amcası ve damadı Hamza ile Ali'nin kahramanı olduğu bu türden anlatılar da çok popülerdi. Bunların dışında Antarnameve Ebumüslimnamegibi hikâyeler yazılmıştı.
Anadolu'ya gelen ve Müslüman olan Türkler de bu edebiyatı aldılar ve bunun benzerlerini yarattılar. 1071'den sonra Anadolu'da Batı'ya doğru oldukça istikrarlı bir ilerleyiş içine giren Selçuklu Türkleri'nin bu türden ilk özgün eserleri Danişmendname'dir. Bu eserin öncülerinden biri de efsanevi bir Arap kahramanı olan (Seyyid) Battal Gazi’dir. Bu destanların kronolojisi Türkler'in Anadolu'daki (ya da "Batı'ya doğru" diyelim) ilerleyişine de uyar. Battal Gazi Malatya çevresinde etkindir; Melik Danişmend, Malazgirt sonrası, Batı Anadolu'ya varmıştır; onları izleyen Saltukname'de ise Balkanlar'a geçeriz. Düsturname Ege Beyleri'nden Umur Bey'in hikâyelerini anlatır; Dede Korkut’ta Trabzon Rum devletini izleriz.
Bütün bu hikâyeler, ele aldıkları olaylar ve dönemler bittikten çok sonra yazılmıştır: Battal Gazi'nin 8. yüzyıldaki serüvenlerinin 11. ve 12. yüzyıllarda yazılmış olması gibi. Bu durum, başlı başına bunları tarihî kaynak olarak yeterli saymama gerekçesi olabilirdi. Ama oraya gelinceye kadar başka birçok özelliklerinden ötürü bunlardan tarihî olayları çıkarsamaya kalkışmamamız zaten gerekiyor. Öte yandan, yukarıda söylediğim, sözkonusu dönemin ideolojisi, ruh hali, değerleri ve bu tür "elle tutulmaz" ama son derece önemli psikolojik-zihnî fenomenleri anlayabilmemiz için bundan değerli bir malzeme düşünülemez.
Bu çerçevede en önemli işaretlerden biri, tarihçilerin "gaza" ve "kabile" kavramları ekseninde tartıştığını gördüğümüz "dışlayıcılık" konusunda ortaya çıkıyor. "Uç”larda geçen bütün bu serüvenlerde doğal olarak bir sürü Hıristiyan karakterle karşılaşıyoruz. Ama bunların bir kısmı "bizim" tarafta, yani iyi ve doğru yoldaki kahramanlar arasında. Battal Gazi'nin Bizanslı düşmanı, daha sonra en iyi arkadaşı (ve gazâ yoldaşı) olur. Melik Danişmend ise hikâyesinin başında Artuhi ile Efromiya adlı bir genç çiftle tanışır. Bunlar Danişmend'in temsil ettiği İslâm'ın üstünlüğünü hemen anlayıp onun safına geçer ve bundan sonra kâfirlere (Efromiya'nın babası da içlerinde olmak üzere) yapmadıklarını bırakmazlar (Cemal Kafadar, 67-8).
Kafadar'ın da dikkat çektiği üzere, "uç”lardaki ruh halinin başka özelliklerini de bu destanlardan çıkarsayabiliriz. "Artuhi" Ermeni, "Efromiya" da Rum sesi veren adlar, tabiî. Ama asıl ilginç olan, Efromiya'nın müthiş bir savaşçı olması ve hak dinine dönmüş olmasına rağmen kaç göç kuralları yokmuş gibi davranması - üç kahraman birbirlerinden ayrı gün geçirmiyor ve Efromiya serüvenin ancak sonuna doğru Artuhi ile evleniyor. Demek "uç”larda "Ortodoks" İslâm fazla revaçta değil.
Efromiya bu efsanelerin tek "cengaver Hıristiyan kızı" değil. Dede Korkut’un "Kan Turalı"sı da Trabzon tekfurunun kızı ile aşk serüvenine giriyor. Tekfur önce "iyi" Hıristiyanlar gibi kızını güle oynaya verirken herhalde "gavur”luğu tuttuğu için hayınlık ediyor. Ama kız ("Selcen Hatun" olmuş durumda) Hıristiyan orduyu dağıtıp Kan Turalı'yı kurtarıyor. Üstelik, maçoluk yapan sevgilisini bir ok sallayıp yola getiriyor.
İslâmiyet-öncesi Türk gelenekleri ve kadın-erkek eşitliği bağlamında Dede Korkut hikâyeleri sık sık anılır. "Kan Turalı"da hem kabile ve onun aile yapısını, hem de buraya (üstüne üstlük fena halde cengaver) Hıristiyan'dan dönme bir kızın ne kadar rahat girebildiğini görüyoruz. Demek ki, ne "kabile" ne, de "gazâ" ideolojisi, "dışlayıcı" bir işlevle tanımlanıyor. Buradaki "dönme" kızın da "Ortodoks" Müslüman olarak tanıdığımız kalıplara uymadığını ayrıca görüyoruz.
Aydınoğlu Umur Bey'in hikâyesini anlatan Düsturname'de (Fatih'in sadrazamı Mahmud Paşa tarafından ısmarlanmıştır) Müslüman (ve Türk) kahramana yardım eden Bizanslı kadın motifi gene karşımıza çıkar (bu sefer kale anahtarını vermek türünden yaygın efsane biçimlerinde). Ama bundan daha ilginç olanı Umur Bey'in "İmparator" Kantakuzenos ile ilişkisidir: "dost" olurlar, ama bu dostluk Umur Bey açısından "kardeşlik" derecesine varmıştır. Öyle ki, imparator kızını ona verince, bunun "aile-içi" cinsel ilişki olacağı kaygısıyla, yüreği kan ağlayarak, kızı reddeder. Hikâyenin "tragedya"sı budur!
Buradaki Kantakuzenos tarihte var: Osmanlı yardımıyla tahta tırmanmayı başaran İoannis VI Kantakuzenos. Kendini onunla pek kardeş saymadığı anlaşılan Orhan Bey, İoannis'in kızıyla evlenmişti. Osmanlılar'ın Gelibolu'ya, yani Avrupa kıtasına, ilk ayak basmaları da, bu yakınlaşmaların sonucuydu. Kafadar’a göre Orhan Bey döneminin bu olay ve evreleri Osmanlı tarihçileri tarafından derin bir sessizlik içinde geçilmiştir. Buna karşılık, Kantakuzenos'un Aydınoğlu Umur Bey'le -aslında olmayan- ilişkisi üstüne, Fatih döneminde, böyle bir destan yazılabilmiştir.
Bu dönemde yazılmasının açıklaması, Fatih'in Osmanlı tarihinde ilk ciddi "donanma kurma" çabasına girişmesi olabilir. Bu durum, denizciliğiyle ünlü Umur Bey'in seçilmesinin nedeni olabilir.
Bu destanlardaki Müslüman-Hıristiyan ilişkileri üstüne görece kısa bir parantez açmak istiyorum. Göçebe hayat tarzını sürdüren, dolayısıyla "savaşçı" değerlerle yaşayan topluluklar ortaçağ boyunca tektanrıcı dinlerin (Batı'da Hıristiyanlık, Doğu'da altıncı yüzyıldan sonra İslâmiyet) etkisine girdiler. Destanî edebiyatları da bu yeni inanç sistemleriyle eklemlendi. Tektanrıcılık, öncekilerle kıyaslandığında, hayatın her alanını kapsayan, sistematik, güçlü bir dinî ideolojidir. Rakip tanımaz ve tam doğruyu temsil ettiğine inanır. Bu durumda, kendinden başka dinlere inananları adam yerine koyması zordur. Oysa savaşçı "pagan”ların "öteki"ne bakışları çok daha hoşgörülüdür. Çünkü o "öteki" de, son analizde, "buradaki" kahraman gibi bir savaşçıdır. Eğer o yiğit ve güçlü bir savaşçıysa ve ben buna rağmen onu yenmişsem, bu benim çok iyi bir savaşçı olduğumu kanıtlar. Dolayısıyla, otantik kahramanlık edebiyatında, "düşman" aşağılanmaz, tersine övülür. Ama tektanrıcı inançlar yerleşip zihinlere sindikçe, ortadaki sorun "doğru inanç" sorunu olduğu için, kâfirlere hoşgörü göstermek mümkün olmaktan çıkar; düşmanlar, korkak, hilekâr, yalancı v.b. olur. Edebi ideoloji böylece "ortodoks”laşır.
Kısaca göz attığımız "uç" edebiyatı örnekleri otantik kahramanlık edebiyatı ortamından ve "ethos"undan henüz pek fazla uzaklaşmadığımızı gösteriyor. Bu durum, "uç ideolojisi”nin birçok özelliğini kavramak bakımından önemlidir.

Devamı...

26 Aralık 2008 Cuma

"Turkish Society and Culture" / Birinci Bölüm-3




AKIŞKAN BİR ORTAM
Şimdiye kadar kısaca gözden geçirdiğimiz, Osmanlı devletinin kuruluş koşullarının oluşumu üstüne tartışmada
ortaya çıkan kargaşalığı bu belirsizliğe, kaynak eksikliğine bağlayarak, belki kulağa biraz fazla "psikolojistik"
gelebilecek bir açıklama ya da yorum yapmak istiyorum.

Bu koşullarda bir tarihçi, kendini açık denizde pusulasız kalmış bir kaptana benzetebilir. Tarihi anlamaya çalışırken,
elbette "yorum" yapacağız. Yorum, tanımı gereği, varsayımsal, her an çürütülebilir bir şey. Yorumumuzu daha
sağlama bağlamanın başlıca yolu, ona dayanak olarak sunduğumuz "veri”lerin çokluğu, sağlamlığı, kesinliğidir.
Ama burada, Köprülü'nün dediğine göre, asıl böyle verilerden yoksunuz ve sorun da bundan çıkıyor.
Elimizde çok genel bilgiler var: bu Türkler, erken Osmanlılar, belli ki bir kabile olarak buraya gelmişler... "Kayı"
diye bir laf var... O sıralar Anadolu'da "ahi teşkilâtı”ndan söz ediliyor... Bu gelenler Müslümanlar, yani bir zaman
(ama kesinlikle, ne zaman?) Müslüman olmuşlar... Müslümanlık'ta "gazâ" diye bir şey var...
"Kabile", "gazâ", "ahi", "İslâm" v.b. Bunlar bazı somut olguları anlatan soyut kavramlar. Sanırım tarihçiler, ampirik
olgu düzeyinde bulamadıkları kesinliği bu soyut kavram ve tanımlarda aramaya başladılar: "gazâ şudur", "kabile
böyle tanımlanır" v.b.
Bizde "tanımlama"nın klasik bir tanımlaması verdır: "Efradını cami, ağyarını mani"... Yani onu öyle yapan özellikleri
toparlayan, ona ilişkin olmayanları da dışlayan. Şimdi bu, kırmızı ya da sarıyı tanımlarken iyi, ama turuncuyu ne
yapacağız? Moru, kahverengiyi v.b. ne yapacağız? Yaşayan insanlardan talep edilebilecek en büyük haksızlık bu:
tutarlı olmalarını talep ediyoruz. Müslüman'sa ve "gazâ" yapıyorsa, bunu tutarlı bir biçimde yapacak: "Şu ve öteki
bir arada tutarlı olmadığına göre 'öyle' değildi," diyoruz. Peki, öyleyse neydi, şamanist miydi? Bu sefer şamanizmin
"efradını cami, ağyarını mani" tanımını yapıyoruz; bir de bakıyoruz ki, adamlar buna göre de tutarlı değil - bu sefer
başka işleri yanlış yapıyorlar.
Diyelim ki "şamanist" sarıdır, "Müslüman" da kırmızı. Adam ilkinden yola çıktı, ikinciyi olmaya çalışıyor. Ama bu
çaba zaman alacak; Ortodoks bir Müslüman olması şöyle böyle on beşinci yüzyılı bulacak. Ya o zamana kadar?
"Ortodoks" değilse de, "heterodoks", yani zihninde ve davranışında İslâm'la birlikte başka ideolojik ögeler, örneğin
eski inancından, çevresinde gördüklerinden, duyduklarından ögeler de taşıyan, bunları kendine göre birleştiren biri
olamaz mı? Yani "turuncu" olamaz mı? Yaşadığımız çağda yapılmış tanımlara uygun davranışları mı beklemeliyiz
bu insanlardan, yoksa o tarihte Müslüman olduğuna inanan sözgelişi bir Yörük'ün nasıl davrandığını hayal etmeye
mi çalışacağız?
O tarihler hakkında bilgimizin daha az olduğu doğru. Ama o tarihte insanların her zamankinden daha "tutarsız"
davrandığını söylemeye hakkımız yok. Tutarsızlık gayet insanî bir davranış biçimidir. Herhalde şu yaşadığımız gün
kadar bilgi sahibi olacağımız bir dönem az buluruz. Şu günlerde "Avrupa Birliği" üstüne yazılıp çizilenleri,
Türkiye'nin nasıl davranması gerektiğine dair söylenenleri okuyun, sınıflandırmaya çalışın. Çok kısa bir zamanda,
inanılmaz bir kaosta olduğunuzu farkedeceksiniz.
On dördüncü yüzyılın başındaki insanların hayata ve tarihe, kendilerine ve komşularına, yapmak istedikleri ve
istemedikleri şeylere dair düşüncelerinin daha net ve tutarlı olmasını gerektiren bir şey yoktu.
Osmanlı tarihçilerinin devletin kuruluş aşamasını açıklamaya çalışırken değindikleri kavramlar, burada özetle
sıraladığımız bütün bu "gazâ”lar, "şamanistik kalıntılar", "kabile”ler v.b. sonuçta bu alanın manzarasını oluşturan,
konturlarını oluşturan nesnelerdir. Ama şöyle bir metafor çerçevesinde bunlara bakmamız daha yararlı olacak:
onları katı, sınırları belli cisimler gibi değil, sıvı ya da yarı sıvı, birbirleriyle geçtikleri ilişkiye göre biçim
değiştirebilen şeyler gibi görmek. Tarihin özel bir zamanında ve mekânında, zemin kaygan ve değişken, ortam
dinamik. Burada her şey kendi olarak var, ama aynı zamanda başka bir şeye dönüşmeye de hazır.

Devamı...

24 Aralık 2008 Çarşamba

"Turkish Society and Culture" / Birinci Bölüm-2



Turancılar arasında Moğol-Türk akrabalığı konusu devamlı tartışılır. Sanırım geçmişteki parlaklığımız içinde Cengiz'i
de görmekten vazgeçmeyen kesim Moğollar’la akrabalığımızı savunmaktadır. Köprülü ise "Türkiye Türkçülüğü"
yapmaktan yanaydı. Togan'ın "Kayı”larını kesin bir dille reddeder: "... Iorga, Marquart, Gibbons gibi birtakım garp
alimlerini de şaşırtan, hattâ, bu hususta ileri sürdüğümüz tenkitlerin alâkalı garp tarihçileri tarafından kabulünden
sonra bile, yukarıda gösterdiğimiz veçhile, Z. V. Togan tarafından -mahiyet ve kıymetleri her bakımdan çok
şüpheli bazı kaynaklara dayanılarak- tekrar canlandırılmak istenen bu masalların, Kayı muhaceratı meselesini
aydınlatamayacağı, artık iyiden iyiye anlaşılmıştır" (Osmanlıİmparatorluğu'nun Kuruluşu, 254-5).


Ama Köprülü, Wittek'e karşı, Moğol değil de Oğuz bir Kayı oymağı olduğunu ve Osmanlılar'ın bu soydan geldiğini
savunur. Bunu yaparken, bir yandan da, bu kabile konusunun aslında hiç önemli olmadığını söyler.
Bütün bunların anlamı ne olabilir? Gördüğünüz gibi, bazan tarihçileri anlamak, en azından tarihi anlamak kadar
güç bir iş.
Wittek, "kabile" yapısının "dışlayıcı" olduğunu düşündüğü için bu "Kayı" iddiasının temelsiz olduğuna inanıyordu.
Evet, bu konuda yazıya geçmiş kayıtları ilkin II. Murad döneminde, yani 15. yüzyılda görüyoruz. Bundan önce
Osmanlılar kendilerinin Kayı soyundan olduğunu iddia etmemişler. Bu bakımdan Wittek'in hakkı var, ama Wittek'in
bununla varmak istediği bir yer de var (ona az sonra geleyim).
Köprülü ise bir yandan Moğollar’la akraba çıkmamak için Togan'a itiraz ediyor, bir yandan da Oğuz, yani Türk
olduğu kanıtlanmış (üstelik, Oğuzlar içinde prestiji de olan) bir Kayı oymağına itiraz etmiyor. Çünkü Köprülü,
Birinci Dünya Savaşı sonrasının milliyetçilik ve millî-devletler döneminde yaşamış, bu ortamdan doğal olarak
etkilenmiş bir tarihçi. Bu sıralarda bütün "millet”lerin aydın sözcüleri, soylarının "devlet" kuracak kadar "olgun"
olduğunun kanıtlarını tarihte bulmaya çalışıyor. Bu anlayışın, Köprülü'nün bir tarihçi olarak çabasını belirlememesi
mümkün değildi. Öte yandan, aklı başında, iyi bir tarihçi olarak, bu "kabile" sorununu pek fazla öne çıkarmanın
doğru olmadığını da çok iyi anlıyordu: "... Osmanlı Devleti’nin bu kuruluş hadisesinde, bu küçük etnik çekirdeğin
hiçbir rol oynayamaması pek tabiîdir ve işte bundan dolayıdır ki, Osmanlı Devleti, siyasî tekâmülünün ilk
safhalarında bile, asla tribalbir mahiyet göstermemiştir" (Ibid, 307).
Yani, kurulan devletin kökeninde karışmamış "Türk" olduğunu gösterdiği ölçüde, Moğolluk'tan arınmış Kayı oymağı
Köprülü'nün de işine geliyor; ama kurulan devletin başarısını böyle bir kabile yapısına bağlamanın akıl kârı
olmadığını bildiği için, "bu kadarıyla yetinelim" diyor.
"GAZA" VE "KABİLE"
Wittek "kabile"nin "dışlayıcı" olduğunu söylerken ne demek istiyor?
Geleneksel kabile "kan bağı" temeli üstünde biçimlenmiş bir toplumsal birimdir. Evlenme kuralları, nereden kız
alınır, kime kız verilir v.b., kabilenin en katı kurallarını oluşturur. Bu bakımdan kabile, böyle kurallar çerçevesinde
içine kapalı ve dolayısıyla "dışlayıcı" bir yapıdır. Oysa Wittek, Osmanlı devletinin kuruluşunda, bu işi
gerçekleştirenlerin "gaza" ruhuyla (şimdi bunu da açıklamamız gerekiyor) hareket eden insanlar olduklarını ve bu
durumda kabile kurallarına bağlı kalmaksızın, İslâm'ı benimseyenleri aralarına kabul edeceklerini ileri sürüyor.
"Gaza" Osmanlı kuruluşunu inceleyen herkesin bir şekilde, bir yerinden takılmak zorunda olduğu kavramlardan bir
başkası.
En kısa ve kestirme tanımıyla "gaza", İslâm'da, "din uğuruna girişilen savaş" anlamına gelir. Bilindiği gibi bir
Müslüman, "hak dini" olan İslâmiyet'i bütün dünyaya yaymakla yükümlüdür. Bu hedef, doğal olarak çok zaman
savaş gerektirecek veya böyle sonuçlar üreten bir savaş da "gaza" olacaktır (yani, "gaza" yalnız "korunmak" için
yapılmış bir savaşı içermez; bundan çok, İslâmiyet'i yayma çabasını anlatır). İslâm'ın doğduğu yıllardan sonra kısa
zamanda büyük bir hızla yayıldığını biliyoruz. Bu, "gaza"nın da epey parlak bir örneğiydi. Ama bu etkinlik elbette ki
bir süreklilik kazanamazdı. On üçüncü yüzyılın sonunda, Anadolu'nun özellikle Bizans'a komşu bölgelerinde
yeniden uyanan bir "gaza ruhu" olduğunu sanırım söyleyebiliriz.
"Gaza" kaçınılmaz olarak savaşla içiçe gider ama yalnız savaştan ibaret olamaz. Şöyle anlatayım: "gaza", henüz
İslâm'ı tanımamış insanlara İslâm'ın üstünlüklerini göstermeyi içerir. Dolayısıyla, en azından teoride, ikna olan ve
Müslüman olmak isteyenlerin olacağını varsayar. O halde, "gaza"yı yürüten topluluk, kendi yapısı içinde, bu
insanlara da yer bulmalıdır. Wittek'in söylediği bu: "kabile", belirli kurallar içinde evlenerek "kandaş" olan,
dolayısıyla bunun dışındakilere kapalı bir toplumsal birim, oysa gazâ için mücadele edenler ikna ettiklerini de kendi
saflarına katacak biçimde yapılaşmış olmalılar.
Wittek de bu teziyle bir bakıma Osmanlı düzeninin bu aşamada kendine katılanlarla güçlenip geliştiğini söylemiş
oluyor, ama bunu Gibbons gibi, Türkler’i küçümsemek üzere yapmıyor. Ayrıca, mantıklı bir şey söylüyor.
Elimizdeki kayıtlarda, bunun çok fazla somut ve bireysel örneğini bulamıyoruz: bilinen klasik örnek, Köse Mihal.

Ünlü akıncı beylerinden Evrenos'un da Bizans kökenli olduğu düşünülüyor. Başka kayıt yok, ama sırf sayılara baksak, Osmanlılar'a katılan pek çok kişi olması gerektiği sonucuna varmamız çok zor olmaz. Ama bu bir teori. Aslında aynı ögeleri kullanarak tamamen farklı bir teori "yapmak" da mümkün. Yunan Bizantolog George Arnakis "gazâ" kavramına karşı çıktı: "gazâ mı yapıyorlardı, yağma mı?" sorusunu sordu. Tahmin edeceğiniz gibi, tercih ettiği cevap ikincisiydi. Bu da bir önyargı mı, Türkler’i "haydutlaştırma" çabası mı? Kısmen, belki, ama tamamen değil; çünkü Arnakis'e göre tam da bu nedenden ötürü birçok Bizanslı'nın onlara katılması mümkün olmuştu. Arnakis iki kavrama, Wittek'in tam karşıtı değerler yüklüyordu. Erken Osmanlılar "gazâ" yapıyor olsalar Bizanslı gavurları yanlarına kabul etmezlerdi, başka Müslüman-Türkler'le savaşmazlardı, egemen oldukları gayrımüslim köylüleri müslimleştirmek için zorlarlardı v.b. Bunların hiçbiri böyle olmamıştı. Öte yandan, o koşullarda "kabile", Wittek'in dediği gibi "kapalı" olmak zorunda değildi. Sonuçta Arnakis "kabile" ve "gazâ"nın yerini değiştirdi, ama özünde Wittek'in tezini doğruladı.
Wittek-Arnakis çizgisiyle önem kazanan "gaza/kabile" tartışmasına 1980’lerde Rudi P. Lindner de katılır. Lindner'e göre de Wittek'in "kabile" anlayışı eski ve dolayısıyla yanıltıcıdır. Wittek, on beşinci yüzyılda çıkarılan Osmanlı şecerelerini ele almış, sıkı kabile kuralları belirleyici olsa böyle keyfi şecereler uydurulamayacağını savunmuş ve bunu zaten aklına yatan "gaza" açıklamasına bir kanıt (ama önemli bir kanıt) olarak eklemişti. Ama Lindner de "kabile"nin değil, asıl "gaza" ideolojisinin dışlayıcı olduğunu (Arnakis'ten sonra) tekrarlayarak Wittek'e karşı çıkar. Bu noktada, Cemal Kafadar'dan uzunca bir alıntı, tartışmanın mahiyetini ve hedeflerini zihnimizde biraz daha açıp neyin nerede olduğunu daha iyi görmemize yardımcı olabilir:
Yöntemsel açıdan, can alıcı sorun, Osmanlı devletinin doğuşunu incelerken dikkatimizi Bitinya'daki yerel koşullar üzerinde mi odaklamamız, yoksa erken Osmanlılar'ı bundan çok daha geniş olan İslâm ve Anadolu-Türk gelenekleri içinde mi ele almamız gerektiği sorunudur; ikinciye yer verdiğimizde, birincinin geçersiz saydığı on beşinci yüzyıl Osmanlı kaynaklarından da bir ölçüde yararlanabiliriz. Bu konuya karşı aldığı tavır gereği, incelemeci iki şeyden birine ağırlık vermek durumunda kalacaktır: ya Bizans'ın çürümesine ve bu durumun erken Osmanlılar açısından yarattığı imkânlara ya da Türk-İslâm mirasının yaratıcılık yeteneğine. Bu iki alternatifin birbirini dışlaması gerektiğini ileri sürmek, ancak ideolojik gerekçelerle mümkün olacak bir şeydir. Ne var ki, konuyu inceleyenlerin çoğu, dar kapsamlı 'Bitinya koşulları' bakış açısı ile daha geniş Türk-İslâm gelenekleri bağlamını birleştirmek yerine, Osmanlı devletini "özünde" kimin, "Avrupalı" mı, yoksa "Asyalı" bir halkın mı kurduğu sorusuna saplanıp kalmış görünüyorlar. Wittek ötekilerden biraz daha esnekti, çünkü Osmanlılar'ın gazi geleneklerinin mirasçısı olduğunu söylerken Bizans'ın Bitinya'daki çöküntüsünü, Bizans uyruklarının karşı kamplara geçme eğilimlerini resmetmekten geri kalmıyordu; ama sonuçta her şeyden önce "cihad ideolojisi"ne öncelik vermesi öteki etkenlerin ciddi bir şekilde tartışılmasını engelledi (Kafadar, 43).
Bunlar hepsi, bu arada Wittek'e yönelen son eleştiri dahil, doğru. Aslında Köprülü bu tür tek kaynağa indirgenmiş
açıklamalara hep karşı çıkmıştı.
"Kötü tarihçi"yi "iyi tarihçi"den ayıran çizgi "olanı anlamak" ile "anlamak istediğini anlamak" arasından geçer.
Gelgelelim, bunun ilk tarafında epey bir kalabalık toplanmışken, ikinci tarafta rahat rahat, babasının arsasıymış
gibi duran hiç kimse olmadığını da söyleyebiliriz. Olsa olsa, büyük kalabalıktan ayrılıp oraya daha yakın duranlar
vardır. Köprülü'nün de belirli durumlarda "olan"ı biraz fazlasıyla "anlamak istediği gibi" anladığını görmüştük; gene
de, Köprülü "hikâyeci" (narrative) dediği tarih anlayışına getirdiği eleştiriye uyarak, çizginin "iyi tarihçi" tarafına
oldukça yakın durmaktadır.
Başta dediğim gibi, zor bir dönemi araştırıyoruz. Zor, çünkü güvenilir (burada daha çok "çağdaş", yani "olayın
yazıldığı dönemde yazılmış" anlamında) kaynak yok gibi bir şey. Gene Köprülü'ye başvuralım:
Bugün elimizde bulunan menbalara dayanarak alelâde bir historiographie gibi, meselâ Osmanlı devrinin vakalarını sene sene kaydeden bir yıllık yazmaya teşebbüs edecek olursak, buna maddeten imkân bulunmadığını söyleyebiliriz; çünkü Osmanlı kroniklerinin buna verdiği vusûk derecesi tamamiyle şüpheli malûmatı kontrol edebilecek hiçbir vasıtaya mâlik değiliz; bu hususta ne Bizans ve Arap menbalarında, ne resmî vesikalarda, ne kitabelerde hiçbir şey yoktur (Köprülü, Osmanlı, 65).

Devamı...

23 Aralık 2008 Salı

"Turkish Society and Culture" / Birinci Bölüm-1



BİRİNCİ BÖLÜM

Osmanlı devletinin kuruluş dönemini aydınlatacak "bir türden yeni bilgi" bulmamız bir hayli güç görünüyor. Nasıl
"bir türden”? Sözgelişi, Osman Gazi'nin hayatını anlatan, şimdiye kadar kimsenin görmediği bir elyazmasının
bulunması türünden... Yeni sikkelerin bulunması, bilinmedik belgelerin, kayıtların, yazışmaların v.b. ortaya
çıkması. Böyle durumlarda hiçbir zaman "kesinlikle olamaz" diye kestirip atmamak, ama "ah, bir oluverse!" diye
hayal kurmamak, ikisi de aynı sağduyunun ürünü olan iki tavır.


Dolayısıyla, şu ana kadar elimize geçmiş olan verilerle yetineceğiz. Bu söz kulağa çok katı bir yargı gibi geliyorsa, gelmesin! Verilerin kendilerini çoğaltamasak da, bilimsel tarihçiler olarak, verilerden anlam üretme yöntemlerimizi zenginleştirebiliriz - zaten zenginleştiriyoruz. Sonuçta bunlar da varsayımsal. Ama tarihte varsayımsal olmayan fazla bir şey yoktur. Bırakın, bir devletin kuruluşu gibi, zaten kural olarak az bilinen özel dönem veya olayları, bırakın üstünden çok uzun zaman geçmiş çağları, Birinci Dünya Savaşı'nın aslında neden çıktığı gibi bir konudan, hemen bugün olmuş bir olaya kadar, her şeyi ancak varsayımlar halinde formüle edebiliriz. Önemli olan, bu varsayımların akılcı ve nesnel olması, çeşitli olgularla desteklenebilmesi. Tarihî bilgiler alanında -ve aslında bütünüyle toplumsal bilgiler alanında- bilimsellik birtakım kesinlikler saptanması değil, birtakım "makuliyet”lerin oluşturulmasıdır.
Tarihçiliğin genel bir seyri var: Fransa Devrimi büyük bir tarihî olay olarak yalnız tarihin "olma" biçimini değil, "tarihyazımı"nı da değiştirmiş. Michelet, Guizot veya bir başka uçta Carlyle derken, geçen yüzyılın sonlarına doğru başını Leopold van Ranke'nin çektiği "belgeci", "ampirist" anlayış egemen oldu; yirminci yüzyılda bambaşka gelişmeler yaşandı, yeni yeni tarihçilik akımları belirdi v.b. Bu gibi değişimler Osmanlı tarihçiliği pratiğinde de kendini gösterdi. Gelgelelim, Osmanlı tarihçiliğinin bu genel eğilimlerden bağımsız, kendi iç dinamiğinin ürünü olduğunu söyleyebileceğimiz dönemeçleri de vardır. Ayrıca, şu aşamada üstünde durduğumuz "kuruluş dönemi", çeşitli "Osmanlı tarihçiliği" okullarının ayırıcı özelliklerinin de ortaya çıktığı bir çeşit deneme tahtası gibidir. Dönemle ilgili bilginin azlığı, zorunlu olarak, "tahminî" ve "teorik" yaklaşımları teşvik etmiştir. Bu da, açıklanmaya çalışılan tarihî olguya karşı benimsenen, çok da "tarihî" olduğunu söyleyemeyeceğimiz, çeşitli tavırların normalden biraz daha net görünmesine imkân vermiştir. Şimdi bunların üstünde biraz duralım.
Dünyada tarihçilik oldukça yakın zamanlara kadar belki her şeyden çok savaşları araştırmış ve incelemiştir. Çünkü, gene yakın zamana kadar, savaşın en belirleyici tarihî olgulardan biri olduğu inancı epey yaygındı. Ama aynı zamanda, tarihyazımı alanının kendisi de bir "savaş meydanı" gibiydi - muhtemelen hâlâ öyle. Böyle olması, aslında "tarih"in lehine olarak yorumlanmalı. Bunca kişi o meydanda durup başkalarına karşı bir savaş kazanmaya çalıştığına göre, demek olmuş bitmiş, kapanmış, kimsenin ilgisini çekmeyen bir alan değil. Tersine, hâlâ canlı; üstelik, geleceğimize biçim vermek için her an başvurmak gereğini duyduğumuz bir şey. Az önce, Fransız Devrimi gibi büyük bir toplumsal olayın, tarihyazımına da yön verdiğini söylemiştim. Bu büyük olayın Avrupa'da tetiklediği ve 19. yüzyıl boyunca devam eden ayaklanmalar, devrimler v.b., Batı'da daha çok "toplumsal" bir içerik taşıdı ve kendini sınıflar arasında bir mücadeleyle ortaya vurdu; Doğu'da ise, ön planda "millî" bağımsızlık sorunları vardı, çünkü bu bölgede kurulu "çok-uluslu imparatorluklar" (yani Habsburg, Romanov ve Osmanlı hanedanlarının hegemonyası altındaki son derece geniş teritoryal imparatorluklar), buradaki zengin milletler mozaiğinde güçlü bir "millî kurtuluş" özlemi yaratıyordu.
Toplumsal dinamiklere damgasını vuran bu özellik, doğal olarak, toplumsal olayların kayda geçmesi demek olan "tarihyazımı"na da yansıdı. Onun için Avrupa'nın bu yakasında tarihçilik milliyetçilikle içiçe gelişmiştir. Bu da, tarihî araştırmanın nesnellikten sık sık uzaklaşmasına yol açmıştır. Bu durumu, demin, bir devletin kuruluş dönemine ilişkin bildik sorunlara ekleyince, Osmanlı tarihinin başlangıç dönemlerinin epey çetrefil bir tarihçilik alanı olduğu sonucuna varmamız güç olmaz. Osmanlı devleti çok geniş bir alana yayılmış ve bu alanda yaşayan halkları doğrudan etkilemiştir. Onlar bu tarihi nasıl açıklayacaklar? Bunun çok dostane olması beklenemez. Ama bu "nesnellik" konusu, Osmanlı etkisine böyle dolaysız biçimde açık kalmış toplumların tarihçileriyle sınırlı bir durum değil. Osmanlı tarihi, aslında daha geniş bir medeniyetler karşıtlığı içinde bir yere oturuyor ki, bu karşıtlık Osmanlı'dan önce de (örneğin Haçlı Seferleri sırasında) vardı, bugün de var. Bu da, nesnelliği güçleştiren bir başka durum.
Son olarak, Osmanlılar'ın kendilerine ya da bugünkü dünyada kendini onların varisi sayan tek millet olan Türkler'in tarihçilerine bir göz atalım. "Kendisi hakkında nesnel olmak" gibi, dünyada kimseye pek fazla nasip olmamış bir erdeme onların sahip olmasını beklemek bir haksızlık olur. Tabiî amaç, "hoşumuza giden”i değil de, "doğruya en yakın olan"ı bulmaksa.

Son yıllarda bu oluyor, bunun olmasında Türk tarihçileri de doğrusu çok olumlu bir rol üstleniyor. Türk ulus-devletini tarihiyle birlikte yüceltmekten çok, Osmanlı İmparatorluğu'nun gerçekte ne olduğunu araştıran tarihçilerin sayısı eskiye oranla çok arttı.
Batılılar eskiden beri Doğu'yu tanımaya ve anlamaya çalışmışlardı. Batı'da entelektüel hayatın bir hayli yoğunlaştığı Rönesans döneminden itibaren de, gözünü Doğu'ya çeviren bir Batılı karşısında ilkin Osmanlı İmparatorluğu'nu görüyordu; sonraları, keşifler ilerleyince, Osmanlı'nın da Doğusunu, gidip kendi gözleriyle ve daha derinden inceleme imkânını buldular.
Macchiavelli de merak etmiş ve incelemişti Osmanlı toplum ve devlet yapısını; daha sonraları Montesqieu da. Yığınla gezgin -elçi, siyaset adamı, tüccar veya sadece serüvenci- buraları seyahatnamelerinde anlatmıştı. Avusturyalı Baron Joseph von Hammer-Purgstall, bunların hepsinin bir toplamı gibidir: hem tipik bir oryantalist, hem de bir diplomattı. Osmanlı tarihini kendi doğum yılı olan 1774'e kadar inceledi ve bundan (Fransızca'sı) 18 cildi bulan bir eser çıkardı. Hammer, Ranke döneminin bir tarihçisiydi. Anıtsal eserinde Osmanlı tarihini (bunun herhangi bir dönemini, olayını, dönemecini v.b.) sorunsallaştırmamıştır ("problematize" etmemiştir). Bulduğu olguları sıralayarak rahat bir anlatı oluşturmuştur. Tarihyazımında sorunsallık, denebilir ki, bu yüzyılın başında başladı.
Birçok Balkan tarihçisini öncelikle ilgilendiren soru, Osmanlı egemenliğinin kendilerine ne kötülük ettiği sorusuydu. Örneğin resmî Yunan tarihçiliğinin hâlâ geçerli sayılan dönemleştirmesi ilginç ve oldukça temsilîdir: Buna göre Elen tarihinin "Klasik" ve "Bizans" dönemleri vardır. İstanbul'un fethiyle "Turkokratia" dönemi (Türk yönetimi) başlar; yani, bununla birlikte Yunan tarihi yaklaşık dört yüzyıl sürecek şekilde sanki buzdolabına girer ve donar. Sonra bağımsızlık savaşı kazanılır ve tarih yeniden başlar. Ama bu gibi tek tek uluslara özgü denebilecek takıntıların ötesinde, genel Batılı bakış açısının merakını kurcalayan soru, nasıl olup da, Osmanlı İmparatorluğu gibi bir şeyin olmasıydı. 600 yıl devam eden bu nesne, nereden, hangi koşullarda doğmuştu?
Bu hikâyeyi Cemal Kafadar'ın 1995'te yayımlanan kitabı Between Two Worlds’ü temel alarak özetleyeceğim. Osmanlı tarihi üstüne yüzyıl başından beri süren bu meydan savaşının çeşitli anlatımları vardır (örneğin Taner Timur'un Osmanlı Toplumsal Düzeni de oldukça aydınlatıcıdır); ama Kafadar'ınki en yenisi. Şüphesiz "yeni" kelimesi "iyi" ile eşanlamlı değil; onun için, Kafadar'ın anlatımının bence aynı zamanda "en iyi "si olduğunu da ekleyeyim.
Cemal Kafadar Romen tarihçi Nicolae Iorga'dan (1871-1940) başlıyor. Iorga'nın yaklaşımı milliyetçi önyargıdan bir hayli arınmıştır (bu Iorga'nın milliyetçi olmadığı anlamına gelmiyor). Osmanlı "başarı"sı için onun sunduğu açıklama, bugün de bütün bilimsel yaklaşımların hesaba katması gereken bir şey: Osmanlılar'ın sunduğu yeni toplumsal düzen alternatifinin, Batı Anadolu ve Balkanlar'da yaşayan köylüler açısından, burada hüküm sürmekte olan "senyörler" düzeninden daha katlanılır, ona tercih edilir olduğunu söylemiştir Iorga. Onun bu tesbiti o zamandan beri pek çok tarihçi tarafından pekiştirilmiştir. Bugün bu konuda egemen görüşe göre, Osmanlılar hem çok radikal biçimde farklı bir değişim getirmediler, hem de getirdikleri ılımlı değişim eskisinden iyiydi. Iorga'nın Gescichte des Osmanischen Reiches’i 1908'de yayımladı. Bundan az zaman sonra Herbert Adams Gibbons adında bir Amerikalı gazeteci ve tarihçi İstanbul'a geldi ve bir süre Robert College'de ders de verdi. Osmanlı tarihine, tam da yukarıda özetlediğim sorunsal içinde merak sardı. Araştırmasının sonuçlarını, 1916'da, The Foundations ofthe Ottoman Empire adlı kitabında açıkladı. Orta Asya'dan buralara gelmiş bu göçebelerin böyle bir imparatorluk kurmaları imkânsızdı. Şu halde, kendilerini kaptırdıkları İslâmî gaza ruhuyla bu topraklarda yaşayan Hıristiyan halkın birçoğunu da kendi dinlerine çevirmişler, "dört yüz çadır" olarak geldikleri bu yerde sayılarını böyle yükseltmişlerdi. Dolayısıyla, barbar Asyalılar değil, sonuçta gene medenî Roma-Bizans'ın insanları sorumluydu kurulan imparatorluktan.
Gibbons'ın bu tezi için her şey söylenebilir: "Batı-merkezci", "ırkçı", "kültürel ırkçı" v.b. Bir yığın çelişki de gösterilebilir: "ciddiye alınamaz" diye Osmanlılar'ı küçümsedikten sonra Osman Bey’in ünlü rüyasını teorisinin temel direği haline getirmesi bunlardan biri. Ama bence daha büyük çelişkisi, bir imparatorluğu Asyalı barbarlara bırakmamak için bütün işi "Avrupalılar"a yaptırdıktan sonra, "Osmanlı" denen bu kişiyi küçümsemeye devam etmesi!
Gibbons, Osmanlı bilmecesini çözme teşebbüsüne erken girişmiş tarihçilerden biridir. Onun pek de farkına varmadan "ırk" temeline doğru çektiği bu yorumu kurumlar düzeyinde yapan başka tarihçiler de oldu. Bunların çoğu Bizans tarihçileridir. Onlar, Osmanlılar'ın, Roma'dan beri devam eden kurumları Bizans'tan alarak kendi adlarına bir imparatorluk kurmayı (ya da, aynı imparatorluğu, adını değiştirerek sürdürmeyi) başardıklarını iddia etmişlerdir. Bu, öbür yandan, Iorga'nın teziyle de çakışır: Osmanlı devleti için Iorga, "Bizans'tan sonra Bizans" demişti.

Şimdi, genel çizgileriyle bakıldığında (Gibbons'daki görece aşırı haliyle bile) bu teze de "yanlış" demenin hiçbir
anlamı yoktur. Bu adaptasyon yalnız Osmanlılar değil, benzer durumdaki bütün "yeni gelenler" için geçerlidir.
Dünya tarihi bunun örnekleriyle doludur. Dolayısıyla, hiçbir ciddi tarihçi Osmanlı sisteminin Bizans'tan etkilenmiş
olduğunu reddetmiyor. Ama konunun ayrıntılarına inilip nerelerde ve ne ölçüde Bizans etkisi bulunduğunu
tartışma noktasına gelince, burada da kızılca kıyamet kopuyor.
Türkiye'de tarihçilik, Halil Berktay'ın da belirttiği gibi, ilkin Fuat Köprülü ile bilimsel bir disiplin haline geldi. Ancak
Köprülü Türk milliyetçiliği ile aynı yıllarda doğmuş bir insandır. İmparatorluğun yıkılışını, Cumhuriyet'in doğuşunu
bizzat izleyen biri olarak, onun da bir "milliyetçi"den başka bir şey olması elbette beklenemez. Gözlemlediği
koşulların zorluğuna rağmen, milliyetçi eğiliminin, bilimsellik çabasını alt etmemiş olmasına ancak hayranlık
duyulur. Ama Köprülü de, son kertede, tarafsız değildir. Iorga ve Gibbons gibi burada adı geçenlerin yanısıra, adı
geçmeyen bir dolu Batılı tarihçinin Osmanlı devletini ele alış biçimi de, tarafsız kalamamasını belirleyen etkenler
arasındadır.
Bu konudaki başlıca eseri Bizans Müesseselerinin Osmanlı Müesseselerine Tesiri’dir. Ayrıca 1934'te Sorbonne'da
verdiği üç konferans bir yıl sonra Les origines de l'empire ottoman adıyla yayımlandı (Türkçe'ye Osmanlı
İmparatorluğu'nun Kuruluşu adıyla çevrildi). Köprülü bu iki kitabında çok önemli işler yapar.
Diehl, Grousset, Sokolov, Rambaud, Deny, Kramers ve daha birçok tarihçiyle tartışarak (genellikle yüzyılın ilk otuz
yılında yazılmış eserler) sözkonusu edilen kurumların çoğunun daha önce bu geniş bölgede yaşamış Türk ya da
Müslüman devletlerin yapısında görüldüğünü kanıtlayarak, ortada bir "ödünç alma" durumu varsa, Bizans'tan önce
bu kaynaklardan alınabileceğini ileri sürer. Ama işin bu kısmı sonuçta ister istemez bir polemik özelliği kazanmıştır
ve Köprülü'nün açıklamaları, nihaî kaynağın Roma-Bizans olmadığını kanıtlamaz. Ama Batılı tarihçilerin gerçek bir
incelemeye girmeksizin, zihinlerindeki şemaya daha uygun düştüğü için "Bizans kökenli kurumlar" varsayımını
hemen kabullendiklerini sergiler.
"Kuruluş" üstüne kitabı daha önemlidir. Polemik burada da vardır (biraz değişik biçimde) ama Köprülü bu kitapta,
Fransa'da yeni oluşmaya başlayan ve başlıca temsilcilerini şahsen tanıdığı Annales okulunun anlayışına da bir hayli
yaklaşarak, Osmanlı devletinin kuruluşunu açıklayacak ilkeleri, 13. yüzyılda iyice Türkleşmiş ve Müslümanlaşmış
Anadolu'nun morfolojisinden çıkarabileceğimizi söyler. Bu, gerçekten, doğru ve bilimsel bir yaklaşımdır.
Köprülü, yüzyılın ilk otuz yılındaki tartışmalardan bu tür sentezlere varırken, Avusturyalı bir subay olarak savaş
sırasında Türkiye'de bulunan ve sonra da Osmanlı tarihçiliğine merak saran Paul Wittek (1894-1978) Köprülü ile
yer yer örtüşen, yer yer de çatışan tezlerini ileri sürmeye başladı. Onun The Rise ofthe Ottoman Empire kitabı
1938'de (Londra'da) yayımlandı. Wittek Menteşe Beyliği'ni de incelemiş ve kitabının temelini -Köprülü gibi-
konferanslarıyla atmıştı. Bu iki iyi tarihçinin arasındaki tartışmanın verimli ve başka tarihçiler için de yararlı olacağı
belliydi.
Her ikisi de kuruluşa yol açan dinamikleri Anadolu'da yerleşmiş Türkler'in genel kültürel yapılanmalarında
arıyorlardı. Burada bir ikiliğe dikkat çekiyorlardı: bir yanda bu genel kültürün öteden beri daha çok İran kaynaklı
olarak yayıldığı daha oturmuş denebilecek yerleşimler, yani kentler ve istikrarlı bölgeler vardı. "Oturmuş" veya
"istikrarlı" gibi sıfatların da anlattığı şekilde, bunlar özellikle Bizans'la ilişkilerinde muhafazakâr bir tavırdaydılar (bir ortaçağ "detant”ı yaşıyorlardı). Bir yanda da, "uç" diye bilinen sınır bölgeleri vardı ki burada her şey çok daha
dinamik, değişken, akıcı idi. Zamanla tarihe damgasını vuracak öge de buydu.
Köprülü ile Wittek'in anlaşamadıkları noktalar, Osmanlı devletinin kuruluşunu anlamak için yüzleşmemiz ve
hesaplaşmamız gereken bazı yeni kavramları gündeme getirir. Örneğin, "aşiret".
"Aşiret" veya "Kabile" bugün hâlâ dünyanın belirli yerlerinde varolan bir toplumsal fenomen. Buna rağmen,
tanımlanması da, işleyişinin betimlenmesi de, pek kolay değil. Sözkonusu dönemdeki "aşiret" herhalde
şimdikinden de epey farklıydı.
Osmanlı bağlamında bu "aşiret" veya "kabile" kavramı ile hepimizin belleğinde Oğuz soyundan "Kayı" kabilesi
canlanır. Bu konuda Fuat Köprülü iki cephede savaş vermek durumunda kalmıştır: ilkin Zeki Velidi Togan'a, sonra
da Wittek'e karşı.
1917 Sovyet Devrimi'nden sonra Başkırdistan başkanlığı ve bildiğim kadar ordu komutanlığı yapmış olan tarihçi ve
Türkolog Togan Türk tarihine epey "pan-Turanist" gözle bakan bir kişiydi. Atalarımız olan bu Kayı uruğunu da
Moğollar'a bağlamaya niyetli görünüyordu: "Osman Bey’in ataları gerçekten Kayıyahut Kayiseler, bunların 'Oğuz'
heyetine dahil kayı (Kayığ) oymağı olmaktansa, II. asırda Uzakdoğu'dan gelerek Horezmşahlar devrinde
Horasan'daki ‘Türkmen'lere katılan büyük Kayı'ların esas kolları olması ihtimalini kuvvetlendirecek deliller de
vardır" (Umumi Türk Tarihine Giriş, 322).

Devamı...

22 Aralık 2008 Pazartesi

Lit 281-"Turkish Society and Culture" / Ders Notları- Giriş


Bir varmış bir yokmuş, bir zamanlar Elif Şafak Bilgi Üniversitesi Karşılaştırmalı Edebiyat bölümde ders veriyormuş. Karşılaştırmalı Edebiyatın duayeni Murat Belge ile LIT 281 kodlu "Turkish Society and Culture" başlıklı bir ders de bunlardan biriymiş.
Bu nadide dersi alabilmiş bir kaç şanslı insan varmış. İşte şimdi dersi kendisi olmasa da notları Karşılaştırmalı Edebiyat.com'da! Herkes okusun, bilsin, faydalansın. Ders notu arıyordum diyenler sevinsin :)
Giriş ile başlıyoruz...

Giriş
Bir devletin veya bir medeniyetin tarihini araştırmak isteyenlerin en büyük güçlüklerle karşılaştığı dönem, kuruluş
ve ilk oluşum dönemidir. Çünkü eldeki bilginin en azı, en güvenilmezi v.b., bu dönem üstüne olanıdır.
Ansiklopedide eski çağlarda yaşamış bir sanatçının, düşünürün maddesine baktığınızda, çok zaman ölüm yılının
kesin bilinmesine rağmen doğum tarihinin tahminî olduğunu görürsünüz. Ölene kadar ün kazandığı için bu tarih
artık kaydedilmiştir, ama doğuşta durum aynı değildir. Bu kurallar bireyler kadar devletler ve medeniyetler için de
geçerlidir. Yeni kurulan bir yapı... muhtemelen birçok benzeri var... Çoğu çağdaşı ciddiye alıp kaydını tutmaz;
kendisi, henüz kendi belgelerini üretip saklayacak kadar sofistike olmamıştır. Dolayısıyla, bu son derece kritik
dönemde olup bitenler hakkında gerçekçi bir fikir edinmek çok zordur, tarihçiyi çok uğraştırır.
Bu durum, Osmanlı devletinin kuruluşu için de tamamen geçerlidir. Sencer Divitçioğlu, Osmanlı Beyliğinin
Kuruluşu adlı kitabının önsözünde bu dönemle ilgilenmiş çeşitli yerli ve yabancı tarihçileri andıktan sonra, ama,
diyor, "bu tarihçilerden hiçbiri size Osmanlı toplumunun doğrularını gösterip tam olarak anlatamayacak.
Anlatamayacak; çünkü, ilk Osmanlı tarihleri (Tevarih-i Âl-i Osman) ancak 15. yüzyılda, Ahmedî, Şükrullah, Oruç,
Âşıkpaşazade ve Anonim yazarının kronikleriyle ortaya çıkmıştır; kuruluş döneminden, aşağı-yukarı, bir yüzyıl
sonra."
Evet, durum aynen Divitçioğlu'nun belirttiği gibidir. Bir yüzyıl sonra yazılmış "tarih”lere, terimin bugünkü
anlamıyla, ne kadar "tarih" deneceği ayrıca tartışılır (ve tartışacağız); hele tarihin o çağlarında şüphesiz, efsane
yanı ağır basar. Ancak şununla avunabiliriz ki (gene Divitçioğlu'nun ima ettiği gibi) tam o sırada yazılmış metinler
olsa, bunlarda da "efsane" tarzından uzaklaşmamız mümkün olmazdı.
Oysa, 1299 ya da 1300 olarak kabul edilen bu "kuruluş tarihi" üstüne, hattâ ondan önce olup bitmiş olaylar
hakkında birçok şey okuduk. Bu okuduklarımız ve okulda bize anlatılanlar, kesinleşmiş bilgi değil miydi, diye
sorabilirsiniz. Sormasanız da ben sormuş sayıp cevap vereyim.
İlkin, genel olarak, "kesinleşmiş bilgi" diye bir şey, hele tarih alanında, hiçbir zaman mümkün değildir. Tarih
hakkında bildiklerimizde her zaman "varsayım" özelliği ağır basar. Her yeni bilgi, öncekilerin yeniden
değerlendirilmesini, sağlanmasını ve anlamlandırılmasını gerektirir.
Ama Osmanlı devletinin kuruluşuna ilişkin bilgiler bu genel çerçeve için geçerli olandan da farklıdır: yani, bunların
"bilgi" niteliği çok daha azdır, bilgi olarak sunuluşunda ideolojik öğelerin oranı çok daha fazladır v.b. Dolayısıyla,
okuduklarımızdan aklımızda kalmış bütün bu bilgileri şöyle bir sarsmamız, neyin ne olduğunu yeniden görmeye
çalışmamız gerekecek.
Osmanlılar'ın "Kayı boyundan" geldiğini okumuşsunuzdur. Bu iddia, iki önemli tarihçi olan Fuat Köprülü ile Zeki
Velidi Togan arasında -çözülmemiş- bir tartışmanın nesnesiydi. Aşiretinin başında Anadolu'ya gelirken Fırat'ı atla
geçme çabası sırasında nehirde boğulup ölen Süleyman Şah vardı, hani? Sencer Divitçioğlu şöyle diyor:
"Osmanlı'nın atası Süleymanşah aslında, 1075-1086 yılları arasında İznik'te hüküm süren... Kutalmış oğlu
Süleymanşah'ın efsaneyle diriltilen suretidir"...
Demek asıl Süleymanşah da epey eskide kalıyor ve Ertuğrul'un bu adda bir babası olup olmadığı gerçekten
bilinmiyor. Ama onun oğlu Ertuğrul (Ertugrıl, Ertoğril v.b.) Bey’i biliyoruz.
Evet, onun yaşamış olduğuna ve Osman'ın babası olduğuna dair kanıtlar çok daha fazla ve inandırıcı. Ama bu da,
bazı soru işaretlerine, bazı şüphelere engel değil. Osman Bey’in babasının Ertuğrul Bey olduğu bir sikkede yazılı ve
bu şüphesiz sağlam bir bilgi. Ama Ertuğrul'un nasıl biri olduğunu, neyi amaçladığını, oğluyla fikir birliği içinde olup
olmadığını, Dündar adında bir kardeşi varsa -ki var gibi görünüyor- onunla ilişkisinin ne olduğunu bilmiyoruz.
Çünkü bu konularda bilgi ve kaynak yok. Olan yakın tarihli kaynaklar ise, sözgelişi, Ertuğrul'un düş görüp suret
değiştirip uçarak "doğru Konya'ya" vardığını da anlatırlar.
Geliyoruz hanedanın kurucusu Osman Bey'e. Onunla ilgili en çok bildiğiniz şey de bir rüyadır: karnından çıkıp
büyüyen, geleceğin koca imparatorluğunu temsil eden muazzam ağaç! Örneğin Tarık Buğra gibi bir romancı bile
bu efsane öğesini romanına almayı ihmal etmemiştir (Osmancık, 106-8).
İyi de, bu hikâyeyi gördüğümüz ilk kaynak Âşıkpaşazade tarihidir - yani bir yüzyıldan fazla bir zaman sonra
yazılmıştır. Ondan sonra habire tekrarlanır. Bu da şüphesiz anlaşılır bir şeydir: Osmanlı devletinin manevi onayıdır.
Yalnız, kaynakların çoğunda, Edebali'nin kızı Bâlâ Hatun'dur ve Osman Bey’in ondan olan oğlu Alaeddin Bey'dir.
Maveradan kaynaklanan rüyadaki çınar, herhalde hanedanın padişah (ya da o zaman "bey") olmuş üyelerini
kapsamalıydı. Oysa Osman'dan sonra bey olan Orhan'ın annesi Mal Hatun'dur. Bazı kaynaklarda Ede Balî'nin kızı
da Mal ya da Malhun Hatun olarak anılıyor. Ama Orhan Bey’in annesi Mal Hatun'un babasının adının "Ömer Bey"
(bu, "Umur Bey" de olabilir - alfabe konusu) olduğunu biliyoruz!

Kısacası, başta dediğim gibi, Osmanlı devletinin kuruluş yıllarında olanlar hakkında bilgimiz bir hayli az - olan bilgi de pek güvenilir değil. Bize "tarih" diye sunulmuş her şeyden şüphelenmemiz gerekiyor - en hafif deyimle.

Devamı...

20 Aralık 2008 Cumartesi

Aralıkta Dünya Edebiyatı-World Literature in Between



Varlık dergisinin 75. Yıldönümü etkinlikleri kapsamında, İstanbul Bilgi Üniversitesi, Kültür ve Turizm Bakanlığı, Kültür AŞ ve KA Araştırma Ltd. Şirketi'nin ortak destekleri ile İstanbul Bilgi Üniversitesi Santralistanbul kampüsünde düzenlenen "Aralıkta Dünya Edebiyatı" Sempozyumu üç gün boyunca konunun takipçileri tarafından büyük ilgi ile karşılandı.
18-19-20 Aralık günlerini kapsayan ve toplam 5 panelden oluşan sempozyum kapsamında Türk ve dünya edebiyatının önemli isimleri, akademisyenler, edebiyat eleştirmenleri ve edebiyat çevreleri ve tabii ki öğrenciler, biraraya gelerek edebiyatın hem kendisini hem de diğer sosyolojik ve tarihsel durumlarla ilişkisini tartıştılar.



Karşılaştırmalı Edebiyat.com olarak ancak 19 Aralık Cuma günü, Ferda Keskin yönetiminde gerçekleştirilen, “Milliyetçilik ve Kozmopolitlik/Nationalism and Cosmopolitanism” ana temalı 3.panele katılabilmiş olsak da konferans salonunun havasını, kısa süreliğine de olsa, solumuş olmak güzeldi. Katıldığımız panelin konuşmacıları ve sunumlarını sıralarsak :

Bruce Robbins (Columbia Üniversitesi) "Hipotetik Bir Yıldız Gözlemcisi: Chomsky ve Kozmopolitlik/A Hypothetical Extraterrestrial Observer: Chomsky and Cosmopolitanism"
Mads Rosendahl Thomsen (Aarhus Üniversitesi, Danimarka), “Edebiyat Tarihine Bir Meydan Okuma Olarak Uluslararası Edebiyatlar/Transnational Literatures as a Challenge to Literary History”
Süreyyya Evren, “Üç Bayrağı Yakmak / Milliyetçilik, Anarşistlik ve Edebiyat-Burning Three Flags / Nationalism, Anarchism and Literaturet”
Murat Belge (İstanbul Bilgi Üniversitesi), “Türk Edebiyatında Milliyetçilik ve Kozmopolitlik / Nationalism and Cosmopolitanism in Turkish Literature”



Halen devam eden sempozyumun bugünkü son programı ise şöyle:

20 Aralık

10:00-12:00: Panel 4, “Şarkiyatçılıktan Sonra Edebiyat”
Yöneten: Bruce Robbins (Columbia Üniversitesi)
Konuşmacılar:
Aamir Müfti (UCLA), “Şarkiyatçılık ve Dünya Edebiyatının Kurumlaşması”
Sabry Hafez (SOAS), “Şarkiyatçılıktan Sonra Edebiyat ve Garbın Süregelen Cazibesi”
Burcu Gürsel (Pennsylvania Üniversitesi), “Din, Eşitlik, Akıl: Osmanlı ve Fransız Egemen Söylemlerinin Savaş Alanı Olarak Mısır”
12:00-13:00: Öğle Yemeği
13:00-15:00: Panel 5, “Sürgünde Karşılaştırmalı Edebiyat”
Yöneten: Faruk Birtek (Boğaziçi Üniversitesi)
Konuşmacılar:
David Damrosch (Harvard Üniversitesi), “Sürgünden Sonra: İstanbul’dan Geçen Yollar”
Emily Apter (NYU), “Bağlamında ve Dışında Hümanizm: Edward Said’in Sürgün Karşılaştırmacılığı”
Djelal Kadir (Penn State Üniversitesi), “Karşılaştırmalı Edebiyatın Konumu”
15:30-17:30: Yuvarlak Masa ve Tartışma
Yöneten: David Damrosch (Harvard Üniversitesi)
Konuşmacılar: Karşılaştırmalı Edebiyat/ Dünya Edebiyatı Öğrencileri


December 20
10:00-12:00: Panel 4, “Literature after Orientalism”
Chair: Bruce Robbins
Speakers:
Aamir Müfti (UCLA), “Orientalism and the Institution of World Literatures”
Sabry Hafez (SOAS), “Literature after Orientalism and the Enduring Lure of the Occident”
Burcu Gürsel (University of Pennsylvania), “Religion, Equality, Intellect: Egypt as the Battleground for Ottoman and French Sovereign Discourses”
12:00-13:00: Lunch
13:00-15:00: Panel 5, “Comparative Literature in Exile”
Chair: Faruk Birtek (Boğaziçi University)
Speakers:
David Damrosch (Harvard University), “After Exile: İstanbul Trajectories”
Emily Apter (NYU), “Humanism in and out of Place: Edward Said's Exilic Comparatism”
Djelal Kadir (Penn State University), “The Place of Comparative Literature”
15:30-17:30: Round Table and Discussion
Moderator: David Damrosch
Discussants: International Students of Comparative/World Literature

Akademik edebiyat çalışmalarına bir taş daha ekleyen bu etkinlikte emeği geçen herkese çok teşekkür ediyoruz.
Varlık Yayınlarından çıkacak olan sempozyum derlemesini ise merakla bekliyoruz...

Devamı...

8 Aralık 2008 Pazartesi

Yeraltından Notlar-8




IX
"Evime başın dimdik ve korkmadan, Evimin kadını olarak gir."
Liza tam karşımda duruyordu ve ben şaşkınlıktan perişan bir haldeydim. Bir taraftan gülümsemeye çalışıyor, diğer taraftan da —önceleri sıkıntılı bir anımda düşündüğüm gibi— eski püskü sabahlığımın düğmelerini ilikliyordum. Apollon, bir süre başımızda bekledikten sonra nihayet gitti, ama onun gidişi bile beni rahatlatmadı. Liza'nın şaşkın, karşımda ne yapacağını bilemez hali daha da kötüleştiriyordu bu durumu. Belli ki kız, beni bu şekilde görmeyi beklemiyordu.


Bir çırpıda:
— Otur!., dedim.
Masanın yanındaki sandalyeyi Liza'ya doğru ittim, ben de kanepeye kendimi atar gibi oturdum. Liza öylece oturuyor, sanki benden bir şeyler bekliyordu. Liza'daki bu çocuksu görünüm iyice sinirlerimi bozmuştu, ama kendi
144
mi tutabildim.
Az önce olanlar çok normal şeylermiş, ya da hiçbirini görmemiş gibi davranabilirdi pekâlâ... Ama o... Bu davranışını ona pahalıya ödetecektim, emin değildim ama hissediyordum bunu.
Kekeler gibi, kısık bir sesle:
— Beni çok garip bir halde buldun Liza! dedim.
Kızcağız, birden kızarıverdi. Keşke lafıma bu şekilde başlamasaydım, diye düşündüm ve devam ettim:
— Sakın yanlış anlama!.. Fakirliğimden utandığımı da sanma sakın!.. Tam aksi, ben bununla övünç duyarım. Fakir bir soyluyum ben. Elbette ki insan, fakir ve aynı zamanda soylu olabilir. Eee... Çay içer misin Liza?..
— Hayır.
— Biraz bekler misin?
Odamdan çıkıp Apollon'un yanına gittim. Neresi olduğu önemli değil, oradan uzaklaşmam gerekiyordu. Avucumun içinde sıktığım yedi rubleyi önüne doğru fırlatarak kısık bir sesle ve hızlı hızlı konuştum:
— Apollon!.. İşte aylığım veriyorum. Ama sen de bana yardım etmelisin. Hemen git ve biraz çayla on tane çörek al. Eğer gitmezsen her şeyi berbat etmiş olacaksın. Bu kadını tanımıyorsun!.. O... O, benim en değerli şeyimdir. Belki de kötü şeyler düşünüyorsun, ama bilmiyorsun onun nasıl bir kadın olduğunu!
Apollon gözlüğünü takmış, dikişle uğraşıyordu. Kafasını kaldırmadan yan gözlerle paraya baktı ve işine devam etti.
Tıpkı Napoleon gibi kollarım önümde, bir iki dakika
145kadar bekledim. Şakaklarımdan ter boşanmaya başlamıştı ve suratımın sapsan kesildiğim hissediyordum. Zannediyorum, Apollon halime acımıştı. İğneye ipliği geçirdikten sonra yavaşça ayağa kalktı, sandalyesini masaya doğru itti, gözlüklerini çıkardı ve bana çayın ne 'kadar alınacağını sorduktan sonra yavaş yavaş odadan çıktı.
Liza'nın yanına dönerken, öyle garip bir halim vardı ki, üzerimdeki sabahlıkla dışarı çıkmayı ve sokaklarda öylece koşmayı istedim. Ne olursa olsun!..
Tekrar koltuğa oturdum. Liza, şaşkın bir vaziyette bana bakıyordu. Birkaç dakika hiç konuşmadan öylece oturduk.
Birdenbire masaya bir yumruk indirdim ve:
— Geberteceğim alçağı!., diye bağırdım.
Masaya çok kuvvetli vurmuş olmalıyım ki, üzerindeki mürekkep hokkasından mürekkepler saçıldı ortalığa.
Liza sıçrayarak:
— Aman Tanrım! Neler oluyor? dedi.
Ben ise Liza'nın şaşkınlığı karşısında, "Geberteceğim o alçağı, geberteceğim..." diyerek masayı yumrukluyordum. O anda da yaptıklarımın ne kadar aptalca olduğunun farkındaydım.
— Ah Liza! Bilemezsin, ne canavar bir heriftir o! Bir katilden de beterdir!.. Şimdi çörek almaya gitti.
Konuşurken birdenbire ağlamaya başladım. Bu gözyaşları bana çok büyük utanç veriyordu ama elimde değildi, kendimi tutamıyordum.
Liza, olanlardan korkmuş, etrafımda dönüp dolaşıyordu.
146
— Neler oldu size? Neyiniz var? diye sorular soruyordu.
— Bana biraz su ver, su! İşte şurada!..
Gerçekten bir sinir krizi geçiriyordum, rol yapmıyordum. Fakat su içmeye ihtiyacım da yoktu.
Liza'nın yüzünde çok şaşkın bir ifade vardı. Tam o sırada Apollon da çayı getirmişti. Sonra Apollon'un getirdiği çayın ne kadar kalitesiz olduğunu düşününce bunun, biraz evvel olanlardan çok daha utandırıcı olacağını anladım ve yüzüm kızardı. Apollon, çayı bıraktı ve çıkıp gitti.
Liza'nın gözlerinin içine bakarak:
— Beni küçümsüyorsun, öyle değil mi? diye sordum.
Neler düşündüğünü öylesine merak ediyordum ki, bu merak beni titretmeye başlamıştı. Liza ise utanmış ve tek kelime laf etmemişti.
Öfkeli bir sesle:
— Çayını içsene!.. dedim.
Aslında kızdığım tek kişi kendimdi, ama Liza'dan çıkarmak istiyordum acısını. Öylesine öfkeyle dolmuştum ki, sanki o anda öldürebilirdim Liza'yı. Onunla tek kelime konuşmamaya karar verdim, çünkü her şeye onun sebep olduğunu düşünüyordum.
Beş dakika geçtiği halde ne konuşmuş, ne de çay içmiştik. Sırf Liza'yı zor duruma sokmak için çay içmeme kararı almıştım. Kızcağız ilk hareketi yapmaya cesaret edemiyordu. Birkaç kez yüzüme dikkatlice baktı. İfadesinde şaşkınlık ve üzüntü vardı. Bense hâlâ konuşmuyordum. Yaptığım bütün bu hareketler, bana çok acı çektiriyordu; ama buna rağmen böyle davranmaktan kendimi
147alamıyordum.
Kız, bu sessizliğe bir son vererek:
— Şey... Ben... Oradan tamamen ayrılmak istiyorum, dedi.
Zavallı Liza!... Böyle bir anda, benim gibi bir adama söylenmemesi gereken tek şeyi söylemişti. Liza'daki bu acemilik ve gereksiz içtenlik, benim bile içimi sızlatmıştı. Fakat içimde başka bir ses yükselmiş ve bu hisleri altüst ederek kötülük yapmam için beni itelemeye başlamıştı. Bu düşüncelerle hiç konuşmadan tam beş dakika geçti.
Liza, sandalyesinden kalkarak, korkak bir sesle:
— Sizi daha fazla rahatsız etmeyeyim, dedi.
İncinmiş onurunun verdiği ilk tepkiydi bu, ama beni iyice öfkelendirmişti. Önce bir titreme geçirdim, sonra da öfkeden ne dediğimi bilmez bir halde konuşmaya başladım.
— Neden geldin buraya? Söylesene, neden?
Kendimi kontrol edemiyordum, konuşmaktan tıkanacak hale gelmiştim. Ne söylediğimi bile bilmeden hızlı hızlı konuşuyor, bir an önce her şeyi bitirmek istiyordum.
— Neden geldin buraya, neden? Söylesene!.. Ben sana söyleyeyim neden geldiğini; o gün seninle güzel birkaç laf ettim diye geldin. Çok hoşuna gitti ve şimdi o laflan yine duymak istiyorsun, öyle değil mi? Şunu iyice anla ki, o zaman alay etmiştim seninle, şimdi de ediyorum!.. Neden titriyorsun? Evet, alay ettim! Benden önce evinize gelenler, o gece beni küçük düşürmüşlerdi ve onlardan birini dövmek için gelmiştim oraya. Ama gitmişlerdi, yapamadım. O anda da sen çıktın karşıma; tüm öcümü senden almak, seninle alay etmek istedim. Onlar benimle alay et
148
tiler, ben de seninle ettim. Güçlü olduğumu ispatlamak istedim. İşte her şey böyle... Sen de, oraya seni kurtarmaya geldiğimi düşündün, değil mi?
Liza'nın, söylediklerimin hepsini anlayamayacağını biliyordum ama en azından gerçeği farkederdi. Aynen düşündüğüm gibi oldu. Liza'nın yüzü sapsarı kesildi, konuşmak istiyor ama konuşamıyordu. Sandalyeye yığılıverdi, ağzı açık kalmış, bakışları donuklaşmış, öylece dinliyordu. Sarfettiğim o iğrenç laflar altında ezildiğini görüyordum. Hızlıca ayağa kalktım ve odanın içinde hızlı hızlı yürümeye başladım. Bağıra bağıra:
— Kurtarmak ha!.. Söylesene, nasıl kurtaracağım seni? Senden daha kötü bir durumdayım. O gün sana onca beylik laflar ederken neden, "Madem öyle, sen neden buradasın?" "Tırnağın varsa kendi kafanı kaşı" demedin? O gün birilerine gücümü ispatlamam gerekiyordu ve ben de seni ağlatıp, üzerek bunu gerçekleştirdim. Öylesine yufka yürekli bir adamım ki ben, fazla dayanamayıp sana adresimi verdim. Bu yüzden, daha eve gelmeden kendi kendime kızmaya başlamıştım. Benim yapmak istediğim şey, güzel sözler söyleyip, hayaller kurmaktı; yoksa senden bana ne? Canınız cehenneme hepinizin!.. Kafamı dinlemek istiyorum ben! Bunun için elimden gelen her şeyi yaparım, hem de hiç düşünmeden. Önümde, ya dünya yok olacak ya da sen çaysız kalacaksın diye iki seçenek olsa, ben çay içmeyi tercih ederim, biliyor musun? Ben alçak, beş para etmez, sadece kendini düşünen bir herifim. Tam üç gündür, buraya geleceksin diye ödüm patlıyordu. Beni en çok düşündüren neydi biliyor musun? Buraya geldiğinde karşında bir kahraman değil de sefalet ve pislik içinde yüzen bir herif görmendi. Az önce fakirliğimin utanç vesilesi olmadığım söylemiştim ya, yalandı!.. En çok utandığım şeydir bu; belki bir hırsız olsaydım bile bu kadar utanmazdım. Çok gururlu bir insanım ben, ama şu halim
149le kendimi çıplak gibi hissediyorum ve küçücük bir hava değişimi bile beni mahvediyor... Şu eski püskü, iğrenç kıyafetlerle beni gördüğün için seni asla affetmeyeceğimi anlamış olman gerekirdi. Kurtarıcın olarak gördüğün adam, tıpkı sokak köpekleri gibi uşağının üzerine saldırıyor, uşağı ise onunla alay ediyor!.. Karşında karılar gibi ağladığını için seni hiç affetmeyeceğim ve bunun cezasını çektireceğim. Her şey senin yüzünden oldu. Çünkü ben, dünyadaki solucanların en aptalı, en rezili, en tembeli, en kıskancıyım... Solucanlarla aramda hiçbir fark yok, sadece onlar utanmanın ne olduğunu bilmiyorlar. Bense... Herkesin küçümsediği biriyim. Ne yapayım, böyleyim işte... Senin orada geberip gitmen de hiç umurumda değil. Hiç aklına gelmiyor mu, buraya gelip beni dinlediğin için senden tiksineceğim? İnsan, hayatı boyunca yalnız bir defa içindekileri boşaltır, bunun için de iyice bunalıma girmesi gerekir. Daha ne istiyorsun benden? Bütün olanlardan sonra karşımda nasıl durabiliyorsun? Hadi çek git buradan, hadi!..
Tam o sırada çok tuhaf bir şey oldu.
Her şeyi kitaplardaki gibi kafamda oluşturup planladığım için bu olayın tuhaflığı beni çok şaşırttı.
Rezil ettiğim ve küçümsediğini Liza, beni öylesine iyi anlamıştı ki... Seven bir kadının, kocasının yüzünde hemen farkedeceği şeyi, mutsuzluğumu anlamıştı.
Yüzündeki çekingen, alıngan ifade kaybolmuş, acımayla beraber bir hayret belirmişti. Kendime alçak, namussuz gibi sözler sarfedince ve ağlayınca, (ki, konuşma boyunca ağlamaya devam ettim) Liza da acı içinde yüzünü buruşturuyordu. Bir iki defa yerinden kalkarak beni susturmaya çalıştı. Sözlerimin sonunda, "Hadi git, çek git..!" diye bağırdığım halde, buna aldırmamış gibi görünüyordu. Çok gariptir ki, bana kızmamıştı; kendisini ben
150 •
den aşağı görmesine ve gururunun bu kadar kırılmasına rağmen.
İçindeki hislerin taşmasını engelleyemeyecek bir hale gelmiş olacak ki, ayağa fırladı ve bana doğru atıldı; ama sonra çekingenliğinden, sadece bana doğru ellerim uzattı. Bunlar olup biterken yüreğimin sızladığını, yüzümün kızardığını hissettim. Liza ise boynuma sarılmış, sessizce ağlıyordu. Ben de dizginleri bıraktım elden ve hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladım.
— İzin vermiyorlar... İyi olamıyorum... diyebildim sadece.
Sonra kendimi kanepeye attım hızlıca ve sinir krizleri geçirerek, yaklaşık on beş dakika ağlamamı sürdürdüm. Liza da yanıma oturmuş ve kollarıyla bana sarılmıştı.
Bu sinir krizi elbette ki bitecekti. (Sizlere utanç verici bir şey anlatacağım şimdi.) Yüzüm eski deri bir yastığa gömülmüş durumda yatarken, içimde bazı şeylerin harekete geçtiğini hissettim. Başımı kaldırıp da Liza'ya bakmak bana çok zor geliyordu, utanıyordum. Neden bilmiyorum, sadece utanıyordum. Duygularım darmadağın olmuştu ve şunları düşünüyordum: "Artık her şey değişti. Şimdi Liza kahraman oldu. Sen de dört gün önce karşında utançtan kıvranan kızın yerindesin..." Bunların hepsi, kanepede yatarken zihnimden geçen şeylerdi.
Aman Tannm, Liza'yı kıskanıyor muydum yoksa?
Bu soruya hâlâ cevap bulamadım, o zaman da üstünkörü geçmiştim. Hayatımın tek gayesi, birilerini ezmek ve sömürmek olmuştu. Fakat düşüncelerle bir şeyleri anlatmak çok zordur. O nedenle en iyisi, üzerinde durmamaktır.
151Kendimi zorlayarak sonunda kafamı kaldırabildim, önünde sonunda yapacaktım bunu. Yüzüne bakmaya utandığım halde, o anda Liza'ya sahip olmak duygusu alevlendi içimde. Gözlerim şehvetle bakmaya başladı ve Liza'nın ellerini sımsıkı tuttum. Ondan nefret ettiğim gibi onu deliler gibi arzuluyordum. Bu iki his birbirine karıştıkça hırçınlığım daha da artıyordu. Liza, önce korkulu bir şaşkınlık anı geçirdi, ama kısa süreli oldu bu. Sonra büyük bir istekle sarıldı bana.
152
Yaklaşık on beş dakika sonra, odamda bir aşağı bir yukarı dolaşırken, arada bir paravana yaklaşarak Liza'ya bakıyordum. Yerde oturmuş, başını da yastığa dayamıştı. Öyle zannediyorum ki, ağlıyordu. Çok fazla sıkılmıştım. Neden kalkıp gitmiyordu ki bu kız?
Her şeyi anlamıştı artık. Korkunç bir biçimde aşağılamıştım onu. Ama bunları anlatmamın ne gereği var ki? Az önceki şehvet anlarının onu tekrar aşağılamayı amaçladığını, içimdeki nefrete artık bir yenisinin daha eklendiğini anlıyordu. Doğrusu şu ki, onu delice kıskandığım için ondan bu denli nefret ediyordum. Buna rağmen onun her şeyi bu netlikte görebildiğinden pek emin değilim. Fakat, benim ne kadar alçak bir herif olduğumu ve hiçbir zaman onu sevemeyeceğimi kesinlikle anlamıştır.
Şundan eminim ki, benim kadar alçak ve namussuz bir herifin, dünyada bir eşinin daha bulunmadığını söyleyecekler. Bununla da kalmayıp Liza'yı sevmenin veya sevgisini kabullenmenin benim için neredeyse zorunluluk olduğunu söyleyecekler. Ben de, "Neden olmazmış?" diye
153karşı çıkacağım onlara. Ya sevmesi imkânsız olan bir insansan ve sevgiyi manevi üstünlük olarak görüp, baskı aracı olduğunu düşünürsen? Ben, hayatım boyunca başka bir sevgi olduğunu düşünmedim. Şu anda da sevgiyi, seven insanın kendisini esir etmesi olarak kabul ediyorum. Yeraltı hayallerimde dahi sevgi, hep hayat kavgasının içindeydi. Kurduğum hayallerde hep nefretle başlamıştır sevgi, sonra da bir manevi zaferle sonuçlanmıştır. Buna rağmen sevdiğim kadını ele geçirdikten sonra bir türlü ne yapacağımı bilemem. O kadar garipsenecek bir şey değil bu. Ruhen öylesine çökmüşüm ki, Liza'nın benden duygusal laflar dinlemek için değil, beni sevdiği için geldiğini farkedememiştim. Kızcağızı da bu nedenle utandırmaya çalışmış, küçük düşürmüştüm. Liza'yı içinde bulunduğu pislikten kurtaracak, onu hayatla barıştıracak tek şey sevgiydi...
Odamda hızlı hızlı dolaşıp, arada bir paravanın arkasındaki Liza'yı süzerken, ondan pek de nefret etmiyordum aslında. Beni en fazla sıkan şey, onun burada bulunmasıydı. Hiç vakit geçirmeden buradan uzaklaşmasını istiyordum. Sonra da yeraltımda huzuru yakalayabilecektim. Gerçek hayata hiç alışamamıştım ve boğulacak derecede bunaltıyordu beni.
Dakikalar geçmişti, ama Liza aynı şekilde baygınmış gibi yatıyordu. Öylesine sabırsızlanmıştım ki, sonunda gidip paravanın kapısını tıklattım. Aniden yerinden fırladı; atkısını, şapkasını ve mantosunu aramaya başladı. Galiba o da hemen uzaklaşmak düşüncesindeydi.'Bir iki dakika geçmemişti ki, yavaş yavaş paravanın arkasından çıktı, hareketsiz bakışlarını üzerime dikti. Dudağımın ucuyla gülümsedim Liza'ya. Zorlama, sırf kibarlık olsun diye yapılan bir gülüştü bu. Sonra da kafamı diğer tarafa çevirdim.
154
Liza, kapıya doğru ilerledi ve:
— Hoşçakal! dedi.
Yanına koştum hemen, elini tutup avuçlarını açtım, sonra içine bir şeyler sıkıştırıp tekrar kapadım. Yüzünü görmemek için hızla arkamı döndüm ve odama doğru ilerledim.
Şimdi bile, bütün bu yaptıklarımı yalanlayacak, aslında bunları istemeden, zoraki yaptığımı söyleyecektim. Fakat yalan söylemek istemiyorum artık... İtiraf ediyorum ki, onun avucunu açıp içine bir şeyler koymayı, sırf acı çeksin diye planlamıştım. Bütün bunları da Liza paravanın arkasında yatarken, ben de odamda dolaşıp dururken kararlaştırmıştım. Fakat şu da var ki, tüm bunlar, içimden gelerek yaptığını şeyler değildi; sırf huysuzluk etmek için yapmıştım. Öylesine yapmacık, hayal ürünü, kitaptan alınma bir huysuzluktu ki bu, ben bile fazla dayanamadım. Az önce yüzünü görmemek için odama kaçmıştım, ama şimdi onu görmek için sabırsızlanıyordum.
Giriş kapısına yaklaşıp kulağımı dayadım. Ürkek bir sesle:
— Liza!.. Liza!.. diye fısıldadım.
Cevap gelmedi. Aşağı katlardan ayak sesleri duyar gibi oldum ve sesimi yükselterek:
— Liza!.. diye bağırdım.
Yine cevap gelmedi. O anda aşağıdaki camlı sokak kapısının yavaş yavaş açıldığı, sonra da sertçe kapandığı sesi geldi kulaklarıma. Merdiven aralığından bir uğultu yükselmeye başlamıştı.
Gitmişti. Dalgın bir vaziyette odama döndüğümde sıkıntıdan boğulacak hale gelmiştim.
155Masanın önünde, Liza'nın az önce oturduğu sandalyenin yanında oturmuş, anlamsız bakışlarımı, öylesine yere dikmiştim. Bir süre böyle kaldıktan sonra, birden sıçrayıverdim. Masanın üzerinde, az önce Liza'nın avucuna sıkıştırdığım mavi, buruşuk beş ruble duruyordu. Bu, o beş rublelikti. Evde aynından başka yoktu. Ben odama doğru hızla ilerlerken Liza da bu parayı masaya fırlatmıştı demekki.
Onun böyle bir şey yapacağını tahmin etmeliydim. Ama hiç de düşünemedim böyle bir şeyi... Öylesine bencil bir insan olmuştum ki, insanları önemsememem yüzünden, Liza'nın böyle bir şey yapabileceğini hiç de düşünememiştim. Buna tahammül edemedim. Telaşla üzerimi giyinmeye başladım ve sonra da kendimi dışarıda buldum birden. Liza, en fazla iki yüz adım uzakta olabilirdi.
Cadde çok sessizdi. Dimdik düşen kar taneleri, yollan ve kaldırımları bir yorgan gibi örtüyordu. Tek bir insan bile görünmüyordu, ses namına da hiçbir şey yoktu. Sokak fenerleri boş yere, üzüntülü bir şekilde göz kırpıyorlardı. Büyük kavşağa kadar hızlı adımlarla yürüdükten sonra birden durdum. Acaba ne tarafa gitmişti? Üstelik, ben neden peşinden koşuyordum?
Neden? Ayaklarına kapanıp ağlayacak, affetmesini mi isteyecektim? O anda gerçekten de bunları yapmak istiyordum. Yüreğim sızlıyordu. O anı hatırladıkça, şimdi bile aynı şeyleri hissediyordum. "Fakat ne işe yarar ki?" diye düşünmeye başladım sonra. Ayaklarına kapanıp yalvardığını için ertesi gün ondan nefret etmeye başlayacaktım. Onu mutlu edebilecek miydim? Neredeyse yüzüncü defa, nasıl bir insan olduğumu anladım. Kızcağızın hayatını zehir edecektim.
Yağmaya devam eden karın altında, gözlerimi
156
uzaklara dikmiş, bunları düşünüyordum.
Çok geçmemişti ki, kendime yeni düşler bulmuştum bile ve bunlar da acımı hafifletiyordu. "Aşağılanmış bir şekilde gitmesi daha iyi oldu. Aşağılanma gibi bir duygunun, insanın ruhuna acı çektirdiği gibi şereflendireceğini de kim kabullenmez? Kısa süre sonra zaten kalbini kıracaktım. Fakat bu durumda, kalbindeki bu acı hiç silinmeyecek, içine düştüğü pislik ne olursa olsun onu kurtaracak ve kini ruhunu temizleyecektir. Peki ama, bu ne işe yarar ki?"
Burada şöyle bir soru geliyor aklıma: Ucuz bir mutluluk mu, yoksa insanın ruhunu yücelten acı mı daha iyidir? Evet, hangisi iyidir?
Bütün bu düşünceler, o gece üzerime çullanmışlardı; yorgun, bıkkın ve usanç dolu o gecede. Hayatım boyunca hiç böylesine acı hissetmemiştim. Evden hızlıca çıkıp Liza'ya doğru koşarken, yarı yoldan geri döneceğimi düşünememiş miydim?
Liza'yı bir daha hiç görmedim. Daha sonra neler yaptı bilmiyorum. Şunu belirtmeden geçemeyeceğim: O günlerde üzüntüden neredeyse hasta olup yataklara düşecekken, aşağılanma ve nefret duygusunun insana kazandırdıklarını düşünerek teselli buldum.
Bütün bu yaşananla rınüzerinden çok fazla zaman geçti; ama hâlâ ruhumdaki izleri silinmedi. Geçmişe dair birçok anı üşüşüyor zihnime ama... Ama, bu kadarı yeterlidir diye düşünüyorum. Öyle sanıyorum ki, bu notları yazmakla da büyük hata işledim. En azından bu hikâyeyi yazarken, büyük bir utanç duydum. Bu durumda benim yaptığım edebiyat değil, sadece günahının bedelini ödemek.
Daracık dünyamda, insanlardan kopuk, manevi ola
157rak çürümüş, yeraltında kinimle başbaşa nasıl boğuştuğumu anlatmak pek de hoş olmasa gerek. Üstelik romanların bir kahramanı olur, bense bir kahramanın taşımaması gereken tüm özellikleri taşıyorum. Bizim gibi insanları anlamanın en kolay yolu budur. Bizler, yaşama yabancılaşmış, zorla yürüyen insanlar olduğumuzdan dolayı bu yazdıklarım etkili olacaktır. Üstelik gerçek hayata öylesine yabancılaşmışız ki, adını bile duymak istemeyiz. Bunda da o kadar ileri gideriz ki, gerçek hayatı ancak kitaplardan öğrenebileceğimize inanırız.
Peki ama, neden bazen olmadık hareketler yapıp, aptalca arzular peşinde koştururuz? Bunun nedenini biz bile bilmiyoruz. Üstelik, bu olmadık isteklerimiz gerçekleştiğinde en çok zararı görecek olan da bizizdir. Sırf denemek için içimizden birinin bağlarını çözüp, esaretim kaldırarak özgürlüğe kavuştursanız bile, o yine esaret altına girmek isteyecektir. Eminim ki, bu yazdıklarımı okuduğunuzda kızgınlıktan ayaklarmızı yerlere vuracak ve:
— Siz, kendi rezil hayatınızdan, kendi yeraltınızdan bahsedin. Hepimizi karıştırmayın bu işe! diye bağıracaksınız.
Hepinizi bu işin içine katarak kendimi kurtarmaya çalışıyorum. Ben, sizlerin yarım yamalak bıraktığı şeyleri sonuna kadar götürdüm. Sizler, korkaklığınıza "ölçülü davranış" kılıfını geçirip, onunla teselli buluyorsunuz. Şu halde, sizlerden daha gerçek bir hayat sürüyorum ben.
Şöyle bir düşünün bakalım, bizler "canlı"nın nerede olduğunu, nasıl bir şey olduğunu, nasıl ifade edildiğini bile bilmiyoruz. Kitaplarımızı elimizden alsalar, öylece ortada kalakalacağız. Sonra da kimi sevip kime kızacağımızı, kimden uzaklaşıp kime yaklaşacağımızı, hiçbir şeyi bilemeyiz.
Etiyle, kemiğiyle gerçek bir insan olmak, bizim için o kadar zordur ki!.. Utanıyor, ayıp kabul ediyoruz bunu. "Ortalama insan" denebilecek, belirsiz bir tip olmaya çalışıyoruz. Gerçekte, bizlerin yaşadığını söylemek pek mümkün değil, uzun bir zamandan beri canlı olmayan babalardan meydana geliyoruz ve bunu zamanla sevmeye de başlıyoruz. Öyle ki, eğer başarabilsek, düşüncelerden doğmayı bile kabul ederiz.
Bu kadar yeter artık. Bir daha "Yeraltı"ndan bir şey yazmayı düşünmüyorum.
Fakat çelişkilerle dolu, hasta ruhlu bu insanın notlan bu kadar değil elbette. Daha fazla dayanamadığı için yazmıştı bunlan. Biz ise artık burada bir nokta koymalıyız sanırım.


Devamı...

7 Aralık 2008 Pazar

Yeraltından Notlar-7




VII
— Keser misin Liza! Hangi kitaptan bahsediyorsun? Hiç de umurumda olmadığı halde, senin şu halin sinirimi bozuyor. Doğrusu, hiç umurumda değil de diyemem ama, şimdiye kadarki söylediklerim hep içimden gelen şeylerdi. Söyler misin, bu hayat sıkmıyor mu seni? Doğru, artık alışmış olmalısın... Alışkanlıkların insanı hangi yollara ittiği belli olmaz. Hiç düşünmüyor musun? Bir gün yaşlanacaksın, çirkinleşeceksin ve o zaman seni burada tutmayacaklar. Sana buranın iğrençliğinden daha fazla bahsetmeyeceğim. Sadece şunu söyleyeyim ki genç, güzel, alımlı, iyi bir kızsın... Fakat sarhoşluğun etkisi üzerimden gittiğinde, burada olmama karşı duyduğum pişmanlığı gideremedi bu. Anladım ki, ayıkken buraya asla gelmem ben.
Düşünüyorum da seninle başka bir yerde karşılaşsaydık ve sen de namusunla çalışıyor olsaydın, senden hoşlanmak değil, aşık olurdum. Senin bir tek lafın, bakışın beni deli eder, belki evinin önünde diz çökerek sana yalvanrdım. Nişanlım olarak görürdüm seni ve büyük bir mutluluk verirdi bu bana.


Asla senin için kötü şeyler düşünmezdim. Fakat, şimdi ne istesem yapmak zorundasın, sen istemesen bile... Köylüler, uşaklık yapmaya giderken, bunun her zaman böyle olmayacağını, bir gün serbest kalacaklarını bilir. Söylesene, sen ne zaman serbest kalacaksın? Üstelik neyini satıyor ve kiralıyorsun burada, farkında mısın? Bedenin değil sadece, ruhun da kullanılıyor...
Sarhoşun biri geliyor ve senin aşkını değersizleştiriyor. Sen de bunu kabul ediyorsun. Ama aşk... Aşk her şeydir... Aşk, bir genç kız için öyle değerlidir ki, dünyadaki tüm elmaslarla bile ölçülemez. Bu aşk uğruna her şeyini feda edecek, hayatını ortaya koyabilecek çok erkek vardır. Peki, senin aşkın ne kadar değerli? Her şeyinle satılıksın sen; ruhunla ve bedeninle... Seni elde edebilmek için senin sevginin olmasına hiç gerek yok. Daha rezil bir durum olacağını zannetmiyorum, yani bir genç kız için.
Duyduğum kadarıyla, patronlarınız sizi memnun etmek için birer dostunuz olmasına göz yumuyorlarmış. Böyle yaparak sizinle alay ediyorlar, tabii siz de kanıyorsunuz. "Dost" denen adam, gerçekten seviyor mu sizi? İmkânı yok! Seven bir adam, sevgilisini başka biriyle asla paylaşmaz. Eğer sevebiliyorsa midesiz bir erkektir. Bir erkeğin size saygı duyması mümkün değildir. Hiçbir yönünüz uyuşmaz. Bir erkeğin seni sevmesi nasıl olur, biliyor musun? Seni çırılçıplak soyar ve sonra da karşına geçerek alay eder... Üstelik dayak atmadığına da şükretmelisiniz. Eğer bir dostun varsa Liza, bir gün sor, "Benimle evlenir misin?" diye. Yüzüne tükürüp evire çevire dövmezse eğer, bir kahkaha patlatıp geçecektir. Üstelik hiç de işe yaramayan bir adamdır bu. Hayatını niçin tükettiğini anlayabiliyor musun? Neden sizi yedirip, içiliyorlar? Düşündün mü hiç? Namuslu bir kız burada her şeyi farkedeceği için bir lokma bile boğazından geçirmez. Hayatı
124
mz boyunca buraya borçlu kalacaksınız.
Eğer müşterileriniz sizden bıkarsa, patronlarınıza olan borcunuz da sona erecektir. Şu anda genç ve güzel olabilirsin, ama bu fazla da uzun sürmeyecek. Zaman öyle çabuk geçer ki, birden kendini kapının önünde bulursun. Elbette ki bu bahsettiklerim birdenbire olmaz, önce yaptıkları her şeyi senin burnundan getirirler; azarlarlar, seni ezerler...
Yaptığın her şey unutulur ve gençliğini, güzelliğini onlar için harcadığın görülmediği gibi, onları soyup soğana çevirmişsin, beş parasız kapı dışarı etmişsin gibi davranırlar. Eğer arkadaşlarının sana arka çıkacağını sanıyorsan çok yanılıyorsun, hepsi seni dışlayacaklardır. Patronlarına iyi görünmek için her şeyi yaparlar. Vicdansızdır bu insanlar, kimseye acımazlar. Öyle sefil bir hayat sürüyorsunuz ki, sizin küfürleriniz, hele aşağılayıp küçük görmeniz kadar iğrenç bir şey olamaz. Sahip olduğunuz her şeyi; sağlığınızı, gençliğinizi, hayallerinizi, kısaca tüm varlığınızı vermek zorunda kalırsınız ya da elinizden alırlar. Yirmi iki yaşındayken otuz beşlik kan gibi görünürsünüz. Tanrı'ya şükredin ki, bir de bulaşıcı bir hastalığınız yok. Ağır bir iş yapmıyorum diye düşünebilirsin, belki bu rahatlatıyordur seni; ama şunu söyleyeyim ki bu iş kadar ağır, yıpratıcı bir iş olamaz. Düşündükçe üzüntüden kahroluyorum. Bir gün mutlaka kovulacaksın buradan; sen de hiçbir şey yapamayacak ve çaresizlik içinde eşyalarını toplayıp gideceksin. Başka bir ev bulursun, sonra başka bir ev... En sonunda Sennaya sokağında bulursun kendini. Orada hiç durmadan döverler seni. Oradaki insanların okşamaları böyledir çünkü. Yoksa Sennaya sokağı için anlattıklarıma inanmıyor musun? Oraya git ve kendi gözlerinle gör. Bir keresinde, bir yılbaşı sabahı, böyle bir evin kapısının önünde bir kadın gördüm. Kadın çok ağladığı için, soğuktan donsun diye dışarı atmışlar,
125üstüne de kapıyı kilitlemişler. Sonra da onun bu haliyle eğleniyorlardı. Sabahın dokuzunda sarhoştu kadın. Saçları dağınık, üstü başı perişan bir haldeydi. Yediği dayaklardan dolayı her tarafı ezikler ve çürüklerle doluydu. Ağzının ve burnunun kenarından kanlar sızıyordu. Bir arabacı iyi benzetmişti anlaşılan. Kadın, elinde tuzlu bir balıkla merdivenlere oturmuş, hem balığı merdiven basamağına vuruyor, hem de kötü kaderinden şikâyet ediyordu. Kapının önünde bir sürü sarhoş arabacı ve asker birikmiş, onunla alay ediyorlardı. Bir gün gelecek sen de öyle olacaksın; bana inanmıyor musun? Biliyor musun, ben de inanmak istemiyorum... Ama düşünüyorum, belki o kadın da uzak bir yerlerden buraya gelmişti, o da saf bir kızdı ve konuşurken utancından yanakları kızarıyordu... O da senin gibiydi belki, gururlu ve alıngan... Ağır hareketler edip bir kraliçe gibi davranırdı. Bir gün seveceği adamın ne kadar da mutlu olacağını düşünürdü. Ama bak!.. Şimdi ne halde? Saçları dağınık, üstü başı hırpalanmış bu sarhoş kadın, balığı merdivenlere vururken babasının evinde geçirdiği günleri düşünmemiş midir acaba? Okula gidiyordu belki ve komşularının oğlu, onun yolunu gözler, ateşli aşk yeminleri eder, tüm varlığını onun uğruna feda edeceğini söylerdi... Sevgileri hiç bitmeyecek ve büyür büyümez de evleneceklerdi... Hayır Liza, hayır... Sen de demin anlattığım veremli kız gibi bir bodrum köşesinde öleceksin. Hastaneye götüreceklerini söylüyorsun, keşke öyle olsa... Patronun götürür mü acaba? Verem, humma gibi bir hastalık değildir; son nefesine kadar sağlıklı olduğunu sanırsın. Patronun da zaten bundan çok hoşnut olacaktır. Artık ölümün iyice yaklaşınca da herkes sırtını çevirecek ve senden uzaklaşacaktır. Neden mi? Artık sen onların işine yaramayacaksın da ondan. Ölmediğin ve hâlâ yer işgal ettiğin için sana bir sürü de kızarlar. Su istediğin zaman küfrederek verir, "Gebermedi kahpe! İniltileri uyutmuyor bizi, müşteriler de rahatsız oluyor," diye söylenir
126
ler. Doğru söylüyorum, bu laflan kulaklarımla duydum. Sonra da seni bodruma atarlar. Karanlık, nemli, iğrenç kokulu bir yerde düşünmek için çok fırsatın olur. Öldüğünde de hemen götürürler seni, arkandan ne bir ağlayan, ne de dua eden olur. Alelacele bir tabuta koyar ve alır götürürler seni... Sonra da doğruca meyhaneye giderler. Mezar, ağzına kadar su doludur; sulusepkenle beraber buz gibi de bir ayaz vardır. O havada sana tören yapacak değiller ya!.. "Hadi Vanyuha, indir!.. Kahpenin işine bak be, burada bile bacakları havada... Sıkı tut şu ipi, ahmak herif... Bırakma sakın..." "Bu da böyle olsa ne olur?" "Olur mu canım, yan duruyor, ne de olsa insan ölüsü... Tamam tamam, hadi toprağı at!" Senin için uzunca bir kavgayı bile çok görürler. Senin üzerim mavimsi bir çamurla öylesine kapadıktan sonra meyhaneye doğru yollanırlar. Çok geçmeden adın bile unutulmuş olur. Diğer mezarların başında çocuklar, babalar, eşler... Onlar için dua edip ağlayan o kadar insan varken, senin mezarına bir tek insan gelmez. Sanki hiç yaşamamışsın, Liza isminde biri hiç olmamış gibi unutulursun. Geceleri mezarlıkta hortlaklar çıkınca, tabutuna vur vurabildiğin kadar... "Ne olur, bırakın beni!.. Lütfen, dünyaya dönüp biraz daha yaşayayım. Dünyayı tanıyamadım, hayatın kıymetini anlayamadım... Sennaya genelevlerinde tükettim kendimi! Ne olur, izin verin dünyayı doyasıya yaşayayım!" diye bağır bağırabildiğin kadar.
Konuşmaya kendimi öylesine kaptırmıştım ki, boğazım kupkuru olmuş ve sesim kısılmaya başlamıştı. Neden bilmiyorum, birden konuşmamı kestim ve korkuyla sıçradım. Başımı yana doğru eğerek dinlemeye başladım. Korkuyla sıçramamı gerektirecek şeyler görmüştüm.
Liza'nın ruhu üzerine ağır darbeler indirdiğimi, yüreğini sarstığımı epeydir hissediyordum. Hedefime daha fazla yaklaştığımı hissederek tüm gücümle çabalıyordum.
127Kendimi çok kaptırmıştım bu oyuna... Ama bir oyun muydu bu acaba?
Zorlama, yapmacık, kitap gibi bir konuşmam olduğunu biliyordum. Ama kitap gibi konuşmaktan başka seçeneğim de yoktu. Bu yaptığım, hiçbir sıkıntı vermediği gibi işime geldiği için çok da hoşuma gidiyordu. Buna rağmen konuşmamın Liza üzerindeki etkisini görünce korktum doğrusu. Şunu söyleyebilirim ki, hayatım boyunca hiç böylesine ümitsiz bir insan görmemiştim.
Liza, yüzüstü uzanmış ve yüzünü sımsıkı sarıldığı yastığın içine gömmüştü. Hıçkırıklarından göğsünün paramparça olacağını zannettim. Dipdiri vücudu titriyordu. Göğsünde biriken hıçkırıklarını tutamıyor ve çığlıklar, haykırmalar şeklinde dışarı vurabiliyordu ancak. O zamanlar başını yastığa iyice gömüyordu. Üzüntüsünü ve gözyaşlarını evdeki tek bir insanın bile görmesini istemiyordu anlaşılan. Sürekli yastığı ısırıyor, bazen de kanatırcasına ellerini ısınyordu. (Elbette, bunu sonradan farkettim.) Parmaklarım dağılmış saçlarına daldırıyor, arada bir dişlerim sıkarak nefessiz nöbetler geçiriyordu. Onu sakinleştirecek, rahatlatacak bir şeyler söylemek istedim ama yapamadım. Sırtımda soğuk bir ürperti hissediyordum; üstümü başımı giyinip oradan gitmek için karanlıkta el yordamıyla ayağa kalktım. Öylesine karanlıktı ki içerisi, bir türlü giyinemiyordum. Karanlıkta elime bir kibrit kutusu geçti ve yanında içinde mum olan bir şamdan vardı. Liza, oda aydınlanır aydınlanmaz yataktan sıçrayarak doğruldu. Yüzü bir garip görünüyordu, dudaklarında da delice bir gülüş vardı. Boş boş bana bakıyordu. Yanına oturup ellerim tuttum. Birdenbire kendine gelerek bana doğru atıldı. Sarılmak istiyordu, ama cesaret edemedi ve başını sessizce önüne doğru eğdi.
— Liza, yavrum... Yapmamalıydım, beni affet! de
dim.
Parmaklarımı öyle kuvvetli sıktı ki, konuşmamın çok gereksiz olduğunu düşünerek sustum.
— Al, bu benim adresim. Gel bana Liza! Yüzüme bakmadan, kesin bir tarzda:
— Gelirim... diye fısıldadı.
— Ben gidiyorum... Hoşçakal, beklerim...
O da benimle beraber ayağa kalktı, kalkar kalkmaz yüzü kıpkırmızı oldu, bir titreme nöbeti geçirerek bir atkı aldı ve boynuna sardı. Atkıyı çenesine kadar sarındı, sonra da acıklı bir gülüşle bana baktı. Suratı kıpkırmızıydı ve bana çok garip bakıyordu. İçimde bir eziklik hissettim, oradan bir an önce uzaklaşmak istedim.
Salonun kapısına yaklaştığımda birden paltomdan tuttu ve:
— Durun biraz! dedi. Elinde tuttuğu şamdanı masanın üzerine hızlıca bırakarak içeriye doğru koştu.
Bir şey unutmuştu ya da bana göstermek istediği bir şey vardı. İçeriye giderken yüzü iyice kızarmıştı ve gözleri ışıldıyordu. Dudaklarında da hâlâ o gülümseme vardı. Acaba neden bekletiyordu beni? Mecburen bekledim.
Çok geçmeden geldi, yüzünde bağışlanmak ister gibi bir ifade vardı. Karşımda kuşkulu, suratı asık, inatçı o kız yoktu artık, yalvarır bir tarzda bakıyordu; yumuşak, sevgi dolu, güven veren bir bakışı vardı. Sanki bir çocuğun, bir şeyler isteyeceği zamanlar baktığı gibi bakıyordu. Sevgiyle beraber nefreti de hissettiren canlı, bal rengi gözleri vardı.
128
129Her şeyi anlayabilecek, çok üstün bir varlıkmışım gibi hiçbir açıklama yapmadan bir kağıt uzattı bana. O sırada yüzünde çocuksu bir zafer mutluluğu okunuyordu. Kağıdı açtım. Bir tıp fakültesi öğrencisinin ya da onun gibi bir öğrencinin mektubuydu. Gösterişli, çok süslü, bunun yanında da alabildiğine saygılı, Liza'ya yazılmış olan bir aşk mektubuydu. Kullanılan sözcükleri pek hatırlamıyorum ama çok içten ve samimi ifadeler vardı içerisinde. Mektubu bitirdiğim an, karşımda Liza'nın sabırsız ve meraklı bakışlarını buldum. Gözlerini benden ayırmıyor ve söyleyeceklerimi bekliyordu. Çok hızlı bir şekilde, bu gençle bir aile toplantısında tanıştıklarını anlattı. Tanıştıkları evin sahibi olan aile çok iyiymiş. Onun hakkında da hiçbir şey bilmiyorlarmış. Bu eve daha yeni gelmiş Liza. Burada kalmayı hiç düşünmüyormuş, borcunu ödeyip hemen gidecekmiş. O genç öğrenci de o toplantıdaymış; bütün gece beraber dans etmiş ve konuşmuşlar. Sonra bir de bakmışlar ki, birbirlerini çocukluklarından, Riga'dan tanıyorlarmış. Hatta beraber oyunlar oynarlarmış. Çocuk, onun tüm ailesini tanıyormuş, fakat şu anki durumu hakkında hiçbir şey bilmiyormuş. Böyle bir şeyi düşünmesi bile imkânsızmış... Toplantıdan sonraki gün (bundan üç gün önce) mektubu bir kız arkadaşıyla göndermiş...
Liza'nın anlatacakları bitince, utançla bakışlarını önüne çevirdi.
Kızcağız, bu mektubu en değerli mücevheri gibi saklamış; bir erkeğin onu içten bir sevgiyle, üstelik saygılı bir şekilde sevdiğini öğrenmem için bu mücevherini bana göstermişti. Büyük ihtimalle bu mektup çekmecede kalmaktan ileriye gidemeyecekti. Öyle olsa bile Liza, mektubu hayatının sonuna kadar sevildiğine dair bir belge olarak saklayacaktı. Şimdi de böyle bir geceden sonra, kendine bir değer kazandırmak ister gibi, belki de gurur duyarak mektubu bana getirmişti. Hiçbir şey söyleme
130
dim, elini sıktım ve çıktım. Oradan uzaklaşmak için aceleci davramyordum. Dışarıda sulusepken vardı hâlâ, ama ben yine de eve kadar yürüdüm. Yorgun, perişan, ezik bir halim vardı. İçinde bulunduğum şaşkınlıktan hâlâ kurtulamamıştım. Buna rağmen gerçek de gün yüzüne çıkmaya başlamıştı. Üstelik, olanca çirkinliğiyle...
131l
VIII
Gerçeği bir türlü kabul edemedim. Birkaç saat uyuduktan sonra uyandım ve bir gün önce olanları, Liza'ya söylediğim o duygusal laflan, çizdiğim o acımaklı, hüzünlü tabloları düşündüğümde çok şaşırdım. "Yuh sana! Bunalımlı karılardan hiç farkın kalmıyor bazen..." diye düşündüm. "Ne demeye adresimi verdim o kıza, anlamıyorum. Bir de gelirse ne yapacağım ben? Gelirse gelsin, ne olacak sanki..." Aslında üzerinde durulacak konu bu değildi. En kısa zamanda, Zverkov'la Simonov'un karşısında kırılan onurumu tamir etmeliydim. En büyük problem buydu... Bunca sıkıntı arasında Liza aklıma bile gelmemişti doğrusu.
Bir an önce, dün Simonov'dan aldığım parayı geri vermeliydim. Benim için en umutsuz yöntemi denemeye karar verdim. Anton Antonoviç'ten on beş ruble borç isteyecektim. Tanrı'ya şükürler olsun ki iyi bir gününe rastgeldim, Anton Antonoviç parayı hemen verdi. Öyle sevinmiştim ki bu duruma, borç senedini imzalarken bir taraftan da, çok önemsiz bir şeyden bahseder gibi, "Dün Hotel
de Paris'teydik. Bir arkadaşımız için veda partisi düzenlemiştik. Arkadaşım, çocukluktan beri tanıdığım yakın bir dostumdur; asil bir aileden, çok zengin, işinde çok başarılı, şakacı, hoş ve fazlaca çapkın birisi... Şu bilinen kadınlarla çapkınlıklarının haddi hesabı yoktur. Dün de neredeyse yarım düzineden fazla kaçırdık..." ve daha birçok şey...
Bunları anlatırken çok rahat, kendimden emin ve halimden memnun görünüyordum.
Eve döner dönmez, Simonov'a bir mektup yazdım. Mektup, efendilere yakışır bir tarzda açık ve samimi bir dille yazılmıştı; şimdi bile aklıma geldikçe gurur duyarım. Çok büyük bir beceriyle, oldukça nazik ve lafı uzatmadan tüm suçun bende olduğunu yazıyordum. Eğer kusurumu söylememe izin verilirse, saat beşten altıya kadar içtiğim iki kadehle sarhoş olduğumu söylüyordum. Mektupta Simonov'dan özür diliyor, bu özrün diğerlerine, özellikle Zverkov'a iletilmesini istiyordum. "Tam olarak hatırlayamıyorum, ama galiba Zverkov'u küçük düşürdüm," dedikten sonra, "Başımın ağrısı olmasa, ondan da önemlisi utanmasam kendim gelecektim," diye devam ettim. Mektup çok rahat bir ifadeyle ve nezaket kurallarının dışına çıkmadan yazıldığı için çok memnundum. Önceki akşam yaşanan rezil olayları, belki de hiçbir açıklamanın beceremeyeceği bir tarzda önemsemediğimi belirtiyordum. Kendisine saygı duyan, akıllı bir efendiye yakışır bir biçimde olaylara baktığımı belirtiyor, aslında beylerin düşündüğü gibi yerin dibine geçmediğimi söylüyordum. Şunu unutmamaları gerekir ki, "insan hatasız olmaz."
Sonra mektubu baştan tekrar okudum. Şöyle düşünüyordum: "Bunları ancak soylu bir insan yazmış olabilir. Ne de olsa okumuş bir aydınım ben. Şu içinde bulunduğum durumdan başka birisi kesinlikle kurtulamazdı. Ben
132
133çok rahat bir şekilde kurtulduğum gibi şimdi bu durumla alay ediyorum, çünkü zamanın okumuş aydınlarındanım. Şarap, tüm bu olanların nedeni olabilir mi? Hayır, kesinlikle hayır... Akşam beşle altı arası bir damla bile içmedim. Simonov'a yalan söyledim, üstelik hiç de utanmadan. Gerçi, şimdi de utanmıyorum ya... Aman, boşver bunları! Kurtuldun ya bu dertten, ona bak sen!..."
Altı rubleyi de içine koyup, Apollon'u mektubu Simonov'a götürmesi için ayarladım. Apollon, içinde para olduğunu öğrenince garip bir saygıyla mektubu götürmeyi kabul etti.
Akşama doğru biraz dolaşmak için dışarı çıktım. Hâlâ başını ağrıyor ve midem bulanıyordu. Ortalığa karanlık çöktükçe düşüncelerim ve duygularım değişmeye, birbiri içine girmeye başladı. Ruhumun derinliklerinde bir şeyler beni oldukça sıkıyor, içimi daraltıyordu.
Her zaman şehrin en kalabalık semtlerinde; Sdovaya caddesinde, Yusupov parkında ve Meşçanskaya sokaklarında dolaşmayı severdim. Akşam karanlığında, işlerinden çıkıp evlerine giden işçilerin o hırçın ifadeleriyle, üçbeş kuruş için gösterdikleri basitlikleri seyretmek çok hoşuma giderdi. Bu akşam ise, bu kalabalık sinirlerimi bozuyordu. Bir türlü zihnimi toparlayamıyordum. Sanki bir cinayet işlemişim gibi ruhumda büyük bir sızı duyarak eve döndüm.
Üzüntüm, Liza'nın gelebileceğini düşündükçe daha da artıyordu, fin garip olanı da dün yaşadıklarım içinde Liza'nın farklı bir konumda olmasıydı. Diğer olup bitenleri çoktan unutmuştum, yalnızca Simonov'a yazdığım mektubun sevinci vardı üzerimde. Fakat Liza'ya gelince, tüm sevincim ortadan kalkıyordu. Sanki beni üzen tek sebep oydu. "Ya gelirse, ne yaparım?" diye düşünüyordum. Sonra da, "Gelirse gelsin, ne yapayım!" diyordum. Ama gelir
134
se şu halimi görecek. Dün bir kahraman gibi davrandım ona, peki ya bugün... Bu kadar ileri gitmemeliydim. Şu evin haline bak!.. Üstelik şu kılıkla veda partisine de gittim. Bir de içinden kırpıntılar dökülen şu eski kanepe var. Hele şu sabahlık, hiç kusurumu kapatamayacak bir halde. Geldiğinde, bunlar yetmiyormuş gibi Apollon'u da görecek. O herif kızı tersleyecektir mutlaka, sırf bana saygısızlık etmek için. Ben de her zamanki gibi saçma sapan hareketler yaparak bir yandan sırıtıp, bir yandan da sabahlığımın önünü ilikleyeceğim. Bu arada da alabildiğine yalan söylerim. Aman Tanrım, ne kadar aşağılık bir herifim ben. Ama, asıl kötü olan bu değil. Bundan daha kötüsü, yine o yalan maskesini takacağım kendime. Asıl kötü olan da bu işte!.."
Bunları düşününce öfkeden patlayacak gibi oldum:
— Utanacak ne var ki? Dün çok içten konuştum, Liza'nın da bazı duyguları hissetmesini istemiştim. Ağlaması onun için iyi oldu, biraz kendine gelir...
Ne yaparsam yapayım, kafamdaki düşünceleri atamıyordum. Her şey karmakarışıktı.
O gece eve döndükten sonra saat epey ilerlemiş olmasına rağmen, Liza'nın gelemeyeceğim bildiğim halde o hep gözümün önündeydi. Üstelik, hep o aynı duruşuyla. Dün geceden aklımda kalan tek görüntü, kibriti çaktığım anda yüzündeki acı dolu buruşukluk ve hüzünlü bakışlardı. Yüzündeki o delice gülüş, çok yapmacık ve acı doluydu. Hiç aklıma gelmezdi, on beş sene sonra bile, Liza'yı o garip gülümsemesi ve buğulu bakışlarıyla hatırlayacağım.
Kendimi, ertesi gün, bu yaşadıklarımı sinirlerimin bozukluğundan uydurulmuş hikâyeler olarak görmeye hazırlamıştım. Yaşadığım olayları böyle görmek, benim
135
en büyük zaafımdı. "Her şeyi öylesine büyütüyorum ki, bu yüzden işlerim hep aksi gidiyor," diye düşünüyordum; üstelik bu düşüncenin bana korku verdiği de oluyordu. O günlerde bütün düşüncelerim, "Liza gelecek, kesinlikle gelecek," teraneleriyle sonlanıyordu. Bu fikirler, beni çıldırtacak hale geliyordu bazen. "Gelecek, kesinlikle gelecek," diye bağırarak odanın bir ucundan diğer ucuna yürüyüp duruyordum. "Bugün gelmese de yarın gelir, bak görürsün, gelecek... Temiz kalpli insanların bu romantikliğini Tanrı kahretsin! Şu iğrenç ruhların ahmaklığına, kabalığına, küçüklüğüne lanet olsun!.. Hepinizin canlan cehenneme! Neden anlamıyorlar, neden?.."
Düşüncelerimde tam bu noktaya geldiğimde şaşkınlıktan olduğum yerde kalakalıyordum.
"Bir insanın hayatım şekillendirmek için bu kadar az ve yapmacık söz, (üstelik kitaplardan alıntı) bir iki içten hareket yetti! Bakir bir ruh ve işlenmemiş bir maden bu işte..." diye düşünüyordum.
Bazen Liza'ya gitmeyi ve her şeyi anlatıp bana gelmemesi konusunda onu ikna etmeyi düşünüyordum. Sonra da çok büyük bir öfke duyuyor ve Liza yanımda olsaydı yüzüne tükürür, aşağılar ve öldüresiye döverdim, diye içimden geçiriyordum.
Aradan birkaç gün geçip de Liza hâlâ gelmeyince biraz rahatlamıştım. Hele akşamları vakit iyice ilerleyince keyfime diyecek olmuyordu. Bazen güzel hayallere daldığım da oluyordu. Liza, bana gelip gitmeye başlıyor ve ben, onu konuşmalarımla doğru yola sevkediyordum. Okuyup, bir şeyler öğrenmesine yardımcı oluyordum, sonra da Liza'nın bana delicesine aşık olduğunu anlıyordum ama anlamamazlıktan geliyordum. (Neden böyle anlamamazlıktan geldiğimi bilmiyorum, galiba böylesi daha hoştu.) Sonra Liza, daha fazla dayanamayıp ayaklarıma ka
136
panıyor ve beni ne çok sevdiğini itiraf ediyordu. Ben de şaşkın bir eda ile: "Liza, benim de seni sevdiğimi anlamıyor musun?" diyordum. "Senin beni sevdiğini elbette ki biliyordum, ama ilk senin söylemeni bekliyordum. Senin üzerinde etkili olduğumdan, şükran duygularınla beraber, beni sevmek için kendim zorlamandan korkuyordum. Böyle bir kabalığı asla yapamam. (Daha sonra da George Sand tarzında Avrupa romantizmi üzerine birçok laf ediyordum...) Sen, tüm saflığın ve güzelliğinle benim eserimsin, benim biricik karımsın!.."
"Evime başın dimdik ve korkmadan, Evimin kadını olarak gir!.."(*)
Sonra da bizim için mutlu günler başlıyor, uzun seyahatler düzenliyorduk... Daha bunun gibi birçok hayal... Bütün bunlardan sonra, böyle hayaller kurduğum için kendimden utanıyor ve alay ediyordum.
Daha sonra kendi kendime, "İzin vermezler o kahpeye, onları istedikleri zaman dışarı bırakmazlar zaten, hele akşam vakti hiç olmaz!.." diye söyleniyordum. (Neden bilmiyorum ama, hep Liza'nın bana akşam saat yedide geleceğini düşünüyordum.) Ama oraya bağlı olmadığını, özel bir anlaşma yaptığını, borcunu ödeyince ayrılacağını söylemişti bana... Eminim, kesinlikle gelecek...
Tanrı'ya şükürler olsun ki, o aralar Apollon iyice kabalaşmıştı ve bu, beni oyalıyordu. Artık ona sabredemeyecek duruma gelmiştim. Tanrı'nın benim için yarattığı bir cezaydı bu herif ve ömrümü yiyip bitiriyordu. Özellikle son yıllarda iyice bozulmuştu aramız ve ondan nefret ediyordum artık. Hele bazı zamanlar içimdeki nefret öylesine kabarırdı ki, ancak Tanrı bilir bunu. Aslında oturaklı, yaşlı bir heriftir Apollon. Elinden dikiş dikmek bile ge
(*) Puşkin'in bir şiirinden.
137lir. Bilmem neden, o da bana hep yukarıdan bakar, değer vermezdi. Sadece bana d.eğil, herkese karşı aynı şekilde davranıyordu. Briyantinleyip taradığı düz san saçlarına, alnındaki perçemine, "V" şeklinde kapanan koca ağzına bakınca, kendine çok fazla güvenen bir insan bulurdunuz karşınızda.
İnanılmaz derecede bilgiç bir insandır Apollon, hayatım boyunca onun gibisini görmedim. Sanki Büyük İskender karşınızdadır, kendisini o kadar pahalıya satar. Adam, neredeyse elbiselerinin düğmelerine, tırnaklarına bile aşıktı. Buna rağmen sertliği de elden bırakmazdı; bana karşı her zaman yüksekten, alaycı bir bakışla bakardı, bu da beni çileden çıkarırdı. Bana büyük bir lütufta bulunuyormuş gibi hizmet ederdi. Doğru düzgün iş yaptığı da pek söylenemez gerçi, hiçbir görevi üstüne alınmazdı çünkü. Beni, her ay parasını aldığı, bu nedenle yanında bulundurmak zorunda olduğu bir salak olarak görüyordu. Ayda yedi rubleye benim evimde keyif çatmayı zoraki kabul etmiş gibi bir hal vardı üzerinde. Zannediyorum ki, günahlarımın çoğu, bu adamın çektirdikleriyle ortadan kalkmıştır.
Herif, yürüyüşüyle bile benim sinirlerimi bozuyordu. Konuşması da peltekti ve bu, cinlerimi iyice tepeme topluyordu. Dili ağzına o kadar büyük geliyordu ki, ıslık sesleri çıkararak, şapırtılı şapırtıh konuşurdu. Bir de bu iğrenç konuşmasıyla marifet yaptığını sanırdı. Ellerini arkasına bağlar, gözlerini yere indirir ve konuşurken hecelerin üzerinde tek tek dururdu. Tüm bunların yanında, beni sinir eden başka bir şey de, kendi odasında Zebur okumasıydı. Ah! Bilseniz ne sıkıntılar çekmişimdir onun Zebur okumalarından. Geceleri çok monoton bir şekilde, sözcüklerin hepsini uzata uzata, tıpkı bir ölünün başında dua ediyormuş gibi okurdu Zebur'u. Hatta Zebur okuma işini o kadar ilerletti ki, şimdi para karşılığı ölülere oku
138
yor. Bununla da kalmayıp fare öldürme ve ayakkabı boyacılığı işleri de yapıyor.
O dönemler benimle çok kuvvetli bağlar kurmuştu. Onu kovamıyordum bir türlü, zaten kovsam da o gitmezdi. Doğrusu ben de bu saatten sonra pansiyon köşelerinde yaşayamazdım. Yaşadığım bu ev, beni insanlardan saklayan ve koruyan bir kabuk gibiydi. Apollon da artık bu evin bir parçası olmuştu, bu nedenle onu yedi yıldır kovamıyordum.
Apollon'un aylığını birkaç gün bile olsa asla geciktiremezdim. Beni öylesine sıkıştırırdı ki, kaçacak delik arardım. O günlerdeki kızgınlığımı, Apollon'un aylığını iki hafta geciktirerek çıkarmak geldi aklıma. Böyle bir şeyi uzun bir süredir, neredeyse iki yıldır istiyordum zaten. Amacım, bana istediği gibi karşı koyamayacağını, istediğim an onun aylığını kesebileceğimi kanıtlamaktı. Para konusunda da tek kelime etmeyecek ve yüzsüzlük ederek onun benden istemesini bekleyecektim. Sonra da çekmeceyi açıp yedi rubleyi alacak ve sadece vermek istemediğim için vermeyeceğimi söyleyecektim. Vermiyordum, çünkü canım böyle istiyordu; çünkü ben efendiydim, o da saygısız bir uşaktı. Eğer aylığını nazik bir dille isterse, muhtemelen hemen yumuşayıp verirdim. Böyle yapmadığı takdirde haftalarca, belki de bütün bir ay parasını bekleyecekti.
Tüm kızgınlığıma rağmen Apollon'a dört gün sonra yenik düştüm. Bilinen yöntemini kullandı yine. (Daha önceleri de aynı şeyi yapmayı denemiştim, o nedenle nasıl tepki vereceğini tahmin edebiliyordum.) Yaptığı şey şuydu: Ben işe giderken ya da gelirken, evin girişinde durup bana dik dik bakardı uzun süre. Eğer bu bakışları beni caydırmaz, etkili olmazsa başka yöntemler denerdi. Kendi odamda kitap okurken ya da üzerimi giyinirken sessizce
139
gelir ve kapıda dikilirdi. Bir ayağını ileri atar, bir elini arkasına alır ve bana aşağılayıcı, küçümser bir şekilde bakmaya başlardı. Ne istediğini sorduğumda ise hiçbir karşılık vermez, bir süre bakışlarına devam eder, sonra da garip bir tarzda dudaklarını bükerek odasına doğru yollanırdı. Aradan bir iki saat ancak geçerdi ki, Apollon yine dikilirdi karşımda. Bazen öylesine sinirlenirdim ki, ne istiyor diye sormazdım bile. Ben de ona sert, emir verir gibi bakardım. Bu bakışmalar birkaç dakika sürdükten sonra Apollon, tekrar odasına dönerdi, tabii birkaç saatliğine...
Ben parasını vermemekte ne kadar ısrar edersem, Apollon da o uzun bakışlarında ve iç geçirmelerinde o kadar ısrar ederdi. Böyle iç geçirerek ruhumun ne kadar alçaldığını ölçüyordu sanki. En sonunda artık dayanamayacak hale gelirdim. Önce bir güzel bağırır çağırır, sonra da parasını çıkarıp verirdim.
Apollon, her zamanki "sert bakış" uygulamasına geçmişti ki, dayanamayıp üzerine saldırdım. Sinirden çatacak birini arıyordum zaten. Bir elini arkasına almış, ağır adımlarla odasına gidecekken arkasından bağırdım:
— Dur!.. Buraya gel!.. Sana gel diyorum!..
Galiba çok fazlaca bağırmıştım ki Apollon, derhal döndü ve bana şaşkın gözlerle bakmaya başladı. Buna rağmen konuşmuyordu, bu da iyice çileden çıkarıyordu beni.
— Hangi cesaretle ben çağırmadan odama girebiliyorsun? Yüzüme böyle dik dik bakabiliyorsun? Cevap ver bana!., diye bağırdım.
Herifin umurunda bile değildi, hâlâ bakışlarını çekmemişti üzerimden. Sonra da odasına gitmek üzere yürümeye başladı.
140
Sinirimden ne yaptığımı bilmiyordum.
— Dur!., diye haykırdım. Sakın kımıldama! Tamam işte, şimdi odama neden girdiğim anlat bakalım...
Hiç tınmıyordu... Başını ve kaşlarını kaldırarak, hiç duyulamayacak bir sesle, yavaş yavaş:
— Benden bir şey istersiniz diye geldim, ne de olsa benim işim bu, dedi.
Sinirimden titremeye başlamıştım.
— Bunu sormadım sana canavar herif!., dedim. Neden mi buraya geliyorsun? Aylığını vermiyorum ve sen de istemeyi gururuna yediremeyip bana hiçbir şey söylemiyorsun. İğrenç bakışlarınla da beni cezalandıracağını zannediyorsun. Öylesine aptalca, saçma sapan bir davranış ki bu, ancak senin gibi canavarlar yapabilir, canavar!.. Apollon aynı sakinlikle odamdan çıkmaya yeltenmişti ki, yakasına yapıştım.
— Bana bak!.. Paran burada işte, gördün mü? (Bu arada çekmeceden parayı çıkararak gösterdim.) Hepsi yedi ruble. Ama saygılı bir biçimde benden özür dilemediğin sürece tek kuruşunu alamazsın, anladın mı?
— Öyle şey olur mu hiç?., dedi hayretle.
— Olur elbette, olacak da!..
Bütün o bağırmalarım hiç etki etmemiş gibi o sakin sesiyle cevap verdi:
— Sizden özür dilememi gerektirecek hiçbir sebep yok!.. Canavar diye bağıran sizsiniz. Üstelik bana hakaret ettiğiniz için gidip sizi karakola şikâyet edebilirim.
— Ne duruyorsun öyleyse, gidip şikâyet etsene!.. Hemen, şimdi, şu anda... Ne istersen yap, ama sen bir ca
141
navar olmaktan asla kurtulamayacaksın!.. Canavar!..
Bana bir bakış fırlatarak, hiç umursamadan başı önünde çıktı odamdan.
Apollon çıktıktan sonra, bütün bu olanların Liza'nın yüzünden olduğunu düşünmeye başladım. Eğer o olmasaydı bunlar yaşanmayacaktı. Bir süre sonra tüm ciddiyetimi takınarak Apollon'un odasına doğru yürüdüm. Kalbim çok hızlı atıyordu. Çok yavaş konuşuyordum:
— Apollon!.. dedim. Derhal karakola git, buraya bir polis göndersinler.
Apollon, masaya oturmuş, gözlüğü gözlerinde, bir şeyler dikiyordu. Söylediklerimi duyunca gülmesi gelmişti.
— Hemen şimdi gidiyorsun. Yoksa çok pişman ederim seni bilmiş ol!..
Başını kaldırmadan elindeki iğneye iplik geçirmeye çalışıyordu. Bu arada kısık bir sesle:
— Galiba keçileri kaçırdınız. Hiç insan kendi kendini şikâyet eder mi? Beni korkutmak istiyorsanız boşuna uğraşmayın. Hiçbir şey yapamazsınız.
Omuzlanndan yakaladım ve çığlık çığlığa bağırdım:
— Hadi git!..
Suratına bir yumruk patlatmama ramak kalmıştı.
Tam o anda giriş kapısının sessizce açıldığını, içeriye birisinin girdiğini ve olanları seyrettiğini farkettim. Başımı çevirip de gelenin kim olduğunu görünce, utanç içinde odama doğru koştum. Saçlarımı avuçladım, duvara yaslandım ve bir ölü gibi öylece kalakaldım.
Bir süre sonra Apollon'un ayak sesleri duyuldu. 142
Kızgın bir bakışı vardı:
— Bir kadın sizinle görüşmek istiyor, dedi. Sonra da yana doğru çekilip Liza'ya yol verdi. Odadan çıkmıyor ve alaycı bir ifadeyle bizi süzüyordu.
Kızgın bir ifadeyle:
— Çık dışarı, çık!., diye bağırdım.
O anda duvar saatimden horultuya benzer bir ses çıktı: Saat yediyi vuruyordu.



Devamı...

Site Hakkında...

Karşılaştırmalı Edebiyat şimdiye kadar
kez ziyaret edildi. İlginize teşekkür ederiz ::
© 2006-2010 9Kare.Net Yazı İşleri Ürünüdür :: iletişim ::
Resized Header Image Copyright © DHester by freewebpageheaders.com

© Blogger templates The Professional Template Tasarım: Ourblogtemplates.com 2008


PageRank Checking Icon

Takipçilerimiz