Küresel Translatio: Karşılaştırmalı Edebiyatın "İcadı" - 1
EMILY APTER*
**
Her dil milli olmaktan önce insanidir: Türkçe, Fransızca ve Almanca dilleri önce insanlığa, sonra Türk, Fransız ve Alman halklarına aittir, leo Spiızer, "Türkçeyi Öğrenirken" (1934)
Son yıllardaki edebi "kanon"u küreselleştirme furyası birçok bakımdan insan bilimleri yoluyla ulusal edebiyatların "karşılaşarmalı-edebiyadatlaştırılması" olarak görülebilir. Her ne kadar savaş sonrasında kurumsal olarak kurulması, Avrupa'ya eleştirel dikkat ve Batılı olmayan değeri bilinmemiş edebiyatlar konusunda aslan payını verdiyse de, karşılaştırmalı edebiyat başlangıcından bu yana ilkece küreseldir.
Birçoklarınca değinildiği üzere, karşılaştırmalı edebiyatın kurucu adları - Leo Spitzer, Erich Auerbach - savaşın böldüğü Avrupa'dan ortak bir milliyetçilik kuşkusuyla sürgün ve göçmen olarak geldiler. Kapsamlı bir kültürel sekülerizmle ilişkili olan Goethe'nin Weltliteratur ideali, sözgelimi, milliyetçiliğe karşı olmanın uzun süre varlığını korumuş "mesafeli okuma"nın tehlikeli atılımları için gerçekten tek varlık nedeni olduğu savunulan Franco Moretti'nin "Conjectures on World literature" başlıklı yazısında bugün yankısını bulan, bu alana özgü bir öncül olmuştur. "Vurgulanması gereken nokta şudur," diyor yazısında Moretti, "dünya edebiyatını incelemenin (karşılaştırmalı edebiyat bölümlerinin varlığının) çıban başı olmak, ulusal edebiyadara -özellikle yerel edebiyata - sürekli entelektüel olarak meydan okumaktan başka bir mazereti olamaz. Karşılaştırmalı edebiyat ya budur, ya da bir hiçtir."
Karşılaştırmalı edebiyat konusunda çalışmış olan herkes, Moretti'nin milliyetçi karşın vurgusunu anlayabilir. Ulusal dil bölümlerinin doxa'sı bu alanlarda ya da bu alanların dışında çalışmaya alışmış olanlar için daha belirgin gibidir, oysa eleştirel eğilimler ve okullar kendisini bilinçli olarak ulusal edebiyaları birleştirmeye ya da çevirmeye adamış olanlara çok daha açık biçimde ulusal edebiyaların uzantıları olarak görünüyor. Ulusal nitelik, kültürel karşı özcülük [anti-essentialism] döneminde bile kuramlar ve yaklaşımlara musallat oluyor, İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümleri, pratik eleştiriden tutun Yeni Tarihselcilik'e kadar, pragmatizm mirasıyla tanımlanıyor. Alımlama ve söylem kuramı Almanca çalışmaların içinde doğallaştırılmış durumda. Yapısökümün başka yerlere göçünden sonra bile Fransızca yapısökümle ilişkilidir. Slav dilleri teorik kartvizitleri olarak biçimbilim ve söyleşimciliği [dialogism] korurlar. Üçüncü dünya alegorisi, üçüncü dünya edebiyatlarını sınıflandırmada appellation contrâlée (onaylanmış ad, çn.) olarak varlığını gösterir, vb. Özgül bir ülke ya da tek bir ulusal kimlik olmadığından karşılaştırmalı edebiyat ulusal olarak tanımlanmayan bir alan odağı için çalışır, özellikle ulusaşırı mübadelelerin yönettiği gitgide küreselleşen bir ekonomide, Weltliterature'ün tuzaklanyla başarılı biçimde müzakerede bulunmaya oynar. Fakat, gördüğümüz üzere, Edward Said'in kurduğu doğrultuda kanon'un "dünyalaştırılması" konuşuldukça, bu işin nasıl başarılacağı konusunda daha az görüş birliğine varılıyor. Moretti'nin dediği gibi: "Bizi çevreleyen edebiyat, artık hiç kuşkusuz gezegensel bir sistem. Sorun gerçekten ne yapmamız gerektiği değil - nasıl yapmamız gerektiği. Dünya edebiyatını incelemek ne demektir? Nasıl yaparız? Ben 1790 ile 1930 arasındaki Batı Avrupa anlatısı üstünde çalışıyorum ve Britanya ve Fransa dışında kendimi şimdiden bir şarlatan gibi hissediyorum. Dünya edebiyatı mı dediniz?" ("CWL," s. 54-55).
Tam teşekküllü paradigmalar sayılmasa da, bu, 'nasıl' sorusuna cevaben birkaç başlık ortaya çıkmıştır: (Frederic Jameson ve Masao Miyoshi'nin dile getirdiği) küresel edebiyat, (Bruce Robbins ve Timothy Brennan'dan onayını alan) kozmopolitanizm, (David Damrosch ve Pranco Mo-retti'nin dirilttiği) dünya edebiyatı, (Gayatri Chakravorty Spivak'a borçlu olduğumuz) yazınsal ulusötesicilik [trans-nationalism] ve (silinmez biçimde Edward Said, Homi Bhabha, Françoise Lionnet ve Rey Chovv vb'nin damgasını vurduğu) sömürgecilik sonrası ve diaspora çalışmaları. Batılı olmayan geleneklere önemli ölçüde bağlanmakla birlikte, bu kategoriler birbirinden kökten ayrı edebiyatlar ve diller arasında güvenilir karşılaştırmaların nasıl yapılabileceği konusunda pek az yöntemsel çözüm önerirler. Moretti, bir kez daha, sorunu özlü biçimde dile getirir: "Dünya edebiyatı bir nesne değil, bir sorundur, ve de yeni bir eleştirel yöntem gerektiren bir sorun; kimse bugüne kadar daha fazla metin okuyarak bir yöntem bulabilmiş değil." ("CWL," s. 55) Peki kendisi bir yöntem öneriyor mu? Hem evet, hem hayır. Yeni bir epistemolojinin kurulması adına mesafeli okuma gibi gelecek vaat eden bir düşünce getiriyor (Benedict Anderson'ın uzaktan ya da e-milliyetçiliğini yankılandırarak), ama hiçbir açık sıralama aygıtı olmayan küresel bir sistemde mikro ve makro yazınsal birimlerin dalgalara kapılıp gittiği kırıntılar kentinde potansiyel olarak sıkışıp kalma tehlikesi olan bir düşünce bu. "Mesafe," diyor Moretti, "bilginin koşullarından biridir: metinden çok daha küçük ya da çok daha büyük olan birimlere odaklanmanıza olanak tanır: aygıtlar, izlekler, değişmeceler - ya da türler ve sistemler. Ve metnin kendisi en büyükle en küçük arasında gözden kayboluyorsa, eh o zaman, azın çok olduğu durumlardan biri bu, denilebilir haklı olarak* ("CWL, s. 57).
Bu anlatımda, mesafeli okuma geçmişin karşılaştırmalı edebiyatının eski değişmeceler, izlekler ve türlerinden bir parçacık olsun ayrılıyorsa, hakkını teslim edelim, Moretti çok daha radikal bir şeyin sözcülüğünü yapıyor. Kendi uzmanlık alanında edebiyatın yalnızca "kanonik kısmıyla" ilgilendiğini açıkça itiraf ederek, Moretti yakın okumadan feragat eden, çekinmeden ikinci elden malzemelere dayanan ve entelektüel enerjileri "sentez günü"nün gelmesine adayan bir edebiyat eleştirisi sapkınlığını savunuyor. Dünya sistemleri kuramının başını çeken Immanuel Wallerstein'ın izinden giderek, Moretti kılık değiştiren bir küresel önem paradigması üretecek olan sentetik bir içgörü ışığına bağlıyor umutlarını. Örnekleri, Roberto Schwarz'ın Brezilya romanında yabancı etkisine ilişkin biçimsel okumasından tutun, Doğu-Batı "yorumsal farklılaşmasının kati ifadesi olarak Henry Zaho'nun "tedirgin anlatıcı" kavramına, Ato Quayson'ın emperyal müdahalenin büründüğü kılık olarak anlatısal türü [genre] kullanmasına (Nijerya postrealizmi) kadar, toplumsal olarak donatılmış bir biçimciliği - "toplumsal ilişkilerin özleri olarak biçimler" - vurguluyor ("CWL," s. 64, 63).
Moretti'nin küresel edebiyatın yükünü taşıyan birimler olarak kurgu, karakter, ses ve türe yeniden önem yükleme girişiminin başkalarına önerilebilmesi için daha çok şeye ihtiyacı var, tıpkı küresel simgesel sermayenin engebeli oyun sahasını açıkça kabul eden dünya sistemleri kuramının genişlemiş alanındaki siyasal biçimciliği gibi. Perry Anderson ve New Left Review'un diğer üyeleri gibi, onun da makro yaklaşımı varlığını belli ki Jameson'in Marksizm ve Biçim'ine borçludur. Fakat enternasyonalist dolaşımıyla yüksek kuramın [high theory c.n.] hangi ölçüde bir mesafeli okuma biçimi olduğunu görmezden gelen bir yaklaşımdır bu. Üstelik anlatıyı dilsel bağlanmaya yeğ tutmakta ve bu, bana öyle geliyor ki, Moretti'nin yenilenmiş Weltliteratur'ünün sarkan parçacığıdır.
Moretti tarafından çözülmeden bırakılan sorunla -mesafeyi feda etmeyi reddederken metinsel yakınlığa fiyatını biçecek tam-gaz bir küreselcilik gereksinimiyle -daha önce, 1933'te Türk hükümeti tarafından istanbul'da bir filoloji müfredatı oluşturması istendiğinde Leo Spitzer karşılaşmıştı. Spitzer'in öğütlediğinden - evrensel bir Avrupa-merkezcilik - çok yaptığına - aşamalı bir çokdilli karşılaşmalar kakafonisi - bakınca, hem küresel erişim hem de metinsel yakınlığı yakalayan bir karşılaştırmacılık örneğiyle yüz yüze gelinir.
Spitzer İstanbul'da
Erich Auerbach'ın Mimesis'e yazdığı, 1933-1945 arasında Türkiye'deki sürgünü sırasında kitabın hazırlanma koşullarını anlattığı hüzünlü eki alıntılamak, karşılaşartırmalı edebiyat çalışmalarının tarihinde basmakalıp bir şey halini şimdiden almıştır:
"Kitabın savaş sırasında ve kütüphanelerin Avrupa çalışmaları için pek de donanımlı olmadığı İstanbul'da yazıldığından da söz etmem gerek. Uluslararası kitap alışverişi sekteye uğramıştı; neredeyse tüm süreli yayınlardan, tüm yeni araştırmalardan ve bazı durumlarda elimdeki metinlerin güvenilir eleştirel basımlarından mahrum kalmak durumundayım. Dolayısıyla göz önüne almam gereken şeyleri atlamış olmam pekâlâ olasıdır... Öte yandan kitap varlığım tam da bu zengin uzmanlık kütüphanesinden mahrum olmama borçlu. Birçok konuda yapılmış bütün çalışmalarla tanışmam mümkün olsaydı, yazma noktasına hiç gelemeyebilirdim.'
Edward Said'in bu pasajı alıntılaması, yalnızca Avrupa-merkezci edebiyat eleştirisinin içini kemiren Şarkiyatçı kurdun eleştirisi için köşe taşı yapması değil, aynı zamanda kendi sürgün hümanizminin temeli haline getirmesi de bir o kadar ünlüdür: "Kitap varlığını Doğulu, yani Batılı olmayan sürgüne ve yurtsuzluğa borçludur" diye yazar The World, the Text and the Critic'te.(3). Birçoğunca değinildiği üzere, kariyerinin başında 1969'da "Filoloji ve Weltliteratur" başlıklı ufuk açıcı yazısının (Maire Said'le birlikte) çevirisinden 1999'da onu II. Dünya Savaşı'ndan sonra "yeni" dillerin "pıtrak gibi türemesi" karşısında afalladığı için eleştirdiği "Hümanizm mi?" başlıklı MLA başyazısına kadar, Said için tutarlı bir point de repére (nirengi noktası, çn.) olarak kaldı Auerbach. Fakat, bu eleştirel tutumda bile, Said, hümanizm vizyonu içinde Auerbachgil projeyi yeniden yakalar: "Her durumda," diye bağlar sözünü, "hümanizmin bir konu olarak bizim için kaçınılabilir olduğuna inanmıyorum."4
"Auerbach İstanbul'da: Edvvard Said, Seküler Eleştiri ve Azınlık Kültürü Sorunu" başlıklı zekice yazısında Aamir Mufti, karşılaştırmalı edebiyatı sömürgecilik sonrası dünyada azınlık deneyimi içine sağlam biçimde yerleştirerek onu yeniden düşünmek için Auerbachgil Said'i bir kalkış noktası olarak kullanıyor. Mufti'ye göre, Said'in Auerbach'ın sürgününü "ulus, yurt, topluluk ve aidiyet' gibi yerleşik kavramlan sorgulamak" için devindirici neden olarak kabul ettiği noktada, Mufti "yurtsuzlaşma" politikasından, bütün içerimleriyle, devletsizlik politikasına geçmeyi öneriyor: insan onurunun yitirilmesi, haklardan mahrumiyet ve etnik kimliğin azınlığın çehresiz kategorisine indirgenmesi (Mufti Arendt'in The Origjns of Totalitarianism'deki Yahudilerin paradigmatik azınlık olarak analizini ödünç alır).5
Said'in eleştirel buyruk olarak seküler üzerindeki ısrarı, bir kez yapıtındaki bu azınlık ve sürgünlük itilimini fark edemezsek, sık sık imdada çağırdığı Türkiye sürgünündeki Auerbach'ın unutulmaz figürünü unutursak, seçkinci ve dolayısıyla paradoksal gelir, işte bu anlamda Said'i, sürgünden "ayrıcalık" değil, "modern yaşamı yöneten kitle kurumlarının kalıcı eleştirisi olarak söz ettiği zaman okumalıyız. Saidgil seküler eleştiri(1) ısrarla modernlikte azınlık varoluşunun ikilem ve korkularına, aynı zamanda, her şeyden önce, ahlaksal olanaklarına işaret eder. ["Al," s. 107"]
Mufti'ye göre, Auerbach'ın kendisi için yüce bir hümanistin kısa adı olduğu Ahjaz Ahmad'a karşı çıkarken, Foucauldgil antihümanizmle sürekli savaşa kitlenmiş "Tory' eğilimleri'dir bu, Mufti Auerbach'ın "sentetik" eleştirel pratiği ile Saidgil Şarkiyatçılık'ın bütünsel yönleri arasındaki koşudukların altını çizer ("Al," s. 99, 100). Said'in icat ettiği Auerbach'ta bir eşvaroluş [coexistance] ahlakı bulur Mufti: dünyalılığın kırılganlığını kabul eden ve Avrupa dilleriyle edebiyadannın zeminini dolduran diğer dillerin hayaleti tarafından tehdit edilmeyi reddeden Weltliteratur ahlaksal ideali.
Sürgün mitinin temellerini gözden geçirmemiz gerekirse, bu küresel karşılaştırmacıhğın ahlaksal paradigmasına ne olut? Auerbach gittiğinde Spitzer'ın zaten yıllardır İstanbul'da olduğunu tam olarak kabul edersek, tablo değişir mi, Auerbach'ın hüzünlü sonsözünde ve kendisinin betimlediği entelektüel yalnızlıkta bir değişiklik olur mu? Başlangıç dönemindeki karşılaştırmalı edebiyat tarihçelerinde edebiyat tarihinin İstanbul babına dair pek az şey vardır; 1930'ların İstanbul Üniversitesi'ndeki göçmen meslektaşlar ve Türk öğretim asistanları arasındaki entelektüel işbirliğinden pek söz edilmez ve Türkiye'ye aktarıldığında Avrupa filolojik eğitimine ne olduğunun gerçekten eksiksiz bir anlatımı yoktur.* Spitzer'in İstanbul'da canlı bir filolojik okul kurmuş olmasının -bu arada Türkçe öğrenmiş olmasının- karşılaştırmalı edebiyatı bugün "dünyalaştırılmış" azınlık karşılaştırmacılığı olarak yeniden tanımlama girişimleri üstünde önemli etkisi olabileceğini de belirtmek istiyorum. Demek istediğim şu, edebiyat incelemelerinin küreselleştirilmesinde, başlangıç döneminde karşılaştırmalı edebiyatın nasıl hep zaten küreselleşmiş olduğu özelikle unutuluyor. İstanbul'daki Spitzer, Auerbach'tan önce, bir tek sürgün hümanizminin değil, ulusaşırı hümanizmin ya da küresel translatio'nun tohumlarını içeren dünya ölçeğinde dilsel değiştokuşların öyküsünü anlatıyor. Sömürgecilik-sonrası incelemeleri içinde Avrupa geleneklerinin yeri tartışılmaya devam ediyor, bu ulusaşırı hümanizm, gelecekteki küresel kültür piyasasında Avrupa düşüncesinin belirsiz konumunu hesaba katan bir eleştirel pratik olarak anlaşılabilir. Hermenötikteki Avrupalı modellerin uygulamadaki kusurlarını sorgulamakla birlikte, Said'in açıkça yaptığı üzere, filolojik hümanizm mirasının Bao'ya karşı Batılı olmayan sorunsalı asla olmadığını da kabul ediyor; köken etiketlerinin yırtıldığı bir entelektüel ithalat ve ihracat tarihiydi bu miras, hâlâ da öyledir. 1966'da gelecekteki nüfus bilgilerine göre karşılaştırmalı edebiyatı şekillendirmeye çağrıda bulunduğunda Rene Etiemble bu mirası açıkça sezinliyordu:
Büyük güçlerin başını çekme iddiasında olacak bir-iki milyar Çinli; bağımsızlık arzularını dile getirdikten sonra yüz milyonlarca Müslüman (şu anda zaten yaptıkları gibi) dinsel emperyalizmlerini yeniden öne süreceklerdir; yüz milyonlarca insandan kimisinin Tamilice kimisinin Hintçe, bir başkasının Bengalce, diğerlerinin Marathi dilini vb. konuşacağı bir Hindistan; Latin Amerika'da yeniden bütün haklara sahip insan olma hakkını isteyen on milyonlarca yerli; yeni ihtirasları dengelemek için belki de müttefik olacak mevcut iki büyük gücün, Amerika ve Rusya'nın yanı başında en az yüz yirmi milyon Japon; kocaman bir Brezilya, belki de sonunda Amerikan emperyalizminden kurtulmuş bir Latin Amerika; zenciliği tartışan ya da yücelten bir Kara Afrika, vb. Biz Fransızlara gelince, Çin ve Arap dünyasını kapsamamak koşuluyla bir Modern Edebiyatlar Agre'gation'u (Birliği; ç.n) kurmaya pek hevesliyiz.'
Etiemble'ın ileri görüşlü karşılaştırmalı edebiyat anlayışı, 2050 yılında karşılaştırmalı edebiyatın pedagojik yeniden yapılandırılmasını kapsayacak kadar geniş. Onun getirdiği başlıklar - "Yahudiler, Hıristiyanlar ve Müslümanlar arasında Endülüs'teki temaslar; Meiji döneminde Batı etkileri; Aydınlanma yüzyılında özgürlükçü düşüncelerin oluşmasında Japonya'nın keşfinin rolü; Maerka ve Kara Afrika'nın keşfinden bu yana ırkçı düşüncelerin Avrupa'daki evrimi; ... sömürge ülkelerde ikidillilik; ikidilliliğin edebiyatlar üstündeki etkisi" vb. - günümüzdeki ulusaşırı ve sömürgecilik-sonrası edebiyat incelemelerinde yapılan çalışmalarla uyum içindedir.(8). 2003 yılına göre 1960'lar için Etiemble fütüristik bir küresel karşılaştırmacılık ortaya çıkardıysa, 1930'lar Leo Spitzer tarafından pedagojik uygulamaya konulan bir bakış açısını miras aldığı içindir bu. Spitzer'ın İstanbul seminerinin öyküsü ve onun semeresi olan küresel translatio modeli, böylelikle bugün karşılaştırmalı edebiyat için özel bir önem taşır.
Başı çeken yazının adını alan, 1967'de basılmış üslup incelemeleriyle ilgili bir dizi yazıyla, Linguistics andLiterary History, Amerika'da tanınan Leo Spitzer'ın geniş kültürü ve akademide birden çok karşılaştırmacı kuşağının hocası olmak bakımından tek rakibi Auerbach'tı. Paul de Man onu aralarında Hugo Firedrich, Kari Vossler, Robert Curtius ve Auerbach'ın bulunduğu "Alman kökenli önde gelen bir grup Roman dilleri araştırmacısı'' arasına yerleştiriyordu.(9)
Leo Spitzer: Representative Essays başlıklı derlemeye yazdığı girişte, Spitzer'ın Hopkins'teki eski öğrencisi John Freccero, Spitzer'ı yapısökümün ilk öncüsü kabul etti.(10) Tek tek yazarlara ayrılmış kitaplarda Spitzer kitapların hermenötik açımlamalarını tercih etti. Yapıtı dağınık ve sistemsizdi, birleştiren şey öncelikle kendisinin tutarlı iz sürme özeni ve İspanyol Altın Çağı, İtalyan Rönesansı, Fransız Aydınlanması ve Dekandanlar'dan (Cervantes, Gongora, Lope de Vega, Dante, Diderot, Baudelaire, Charles-Louis Philippe) seçme yazarlar üstüne düşünmesiydi.
II. Dünya Savaşı öncesindeki Nazi yıllarında Yahudi düşmanlığının kurumsallaşmasına Spitzer büyük ölçüde hazırlıklı değildi. Victor Klemperer gibi o da, I. Dünya Savaşı'ndaki üstün askeri hizmet geçmişinin bir sonucu olarak politik zulümden muaf tutulacağını sanıyordu (İtalyan esirlerin mektuplarını sansürleyen kişi olması, dolaylı anlatım ve "açlıkla ilgili sözler"e ilişkin erken dönemde bir kitap yayınlayabilmesine olanak sağlamıştı)." Savaş boyunca Dresden'de kalan -bir şekilde hayatta kalmayı başaran ve Nazi kullanımlarının Alman dilini nasıl yolundan saptırdığını belgeleyen bir "filologun not defteri" sayesinde intihar umutsuzluğundan kendini koruyan-Klemperer'den farklı olarak, Spitzer 1933'de istanbul'a kaçtı. 2 Mayıs 1933'te Eğitim Bakanlığı Köln Üniversitesi'nde onun yerine Ernst Robert Curtius'un getirilmesini onayladı ve bu yılın Haziran'ında Nasyonel Sosyalist bir öğrenci grubunun lideri tarafından kaleme alınmış bir raporda diğer Yahudi fakülte üyeleriyle birlikte şiddetle eleştirildi.(12) Duvardaki yazı üzerine, Spitzer Manchester Üniversitesi ve İstanbul Üniversitesi'nde ders vermek üzere davet aldıktan kısa bir süre sonra, istifa etti. Türkiye'ye yola çıkarken, kafilede karısı ve öğretim asistanı Rosemarie Burkart vardı. Burkart ve Spitzer İstanbul'da tutkulu bir bağlılık yaşadılar.(13). Söylendiği kadarıyla yetenekli bir filolog, fotoğrafına bakılırsa kısa saçları ve spor, sanat ve müziğe olan ilgisiyle bir hayli "modern bir kadın" olarak Burkart, Spitzer'ın kovulmasıyla yaşaması beklenen karamsarlığı hafifletmiş olmalı. Belki de "Türkçeyi Öğrenirken" başlıklı yazısında, hayatının geç bir döneminde yabancı bir dil öğrenirken hissettiklerini anlatmak için sevgi dilini kullanması rastlantı değildir.
Spitzer'ın 1933'teki durumu o sıralarda görevlerinden uzaklaştırılan yüzlerce Yahudi akademisyeninkine benzerdi. Çoğu Filistin'e göç etti, diğerleri işgal edilmemiş olan Avrupa başkentlerine (sanat tarihçileri Fritz Saxl, Nikolaus Pevsner, Gertrud Bing ve Otto Pacht Londra'ya) sığındı ve çok azı da Latin Amerika'ya (özellikle Brezilya, Peru ve Meksika'ya) yerleşti. ABD tercih edilen bir yerdi, ancak Einstein ya da Panofsky gibi uluslararası ünü olmadıkça, ABD'ye kaçanların çoğu, büyük ölçüde Amerikan üniversitelerindeki Yahudi düşmanlığından ötürü pek az iş olanağı buldu. Son zamanlar çekilen belgesel From Swastika to Jim Crow (2000; yap. Steven Fischler ve Joel Sucher) yardım elini uzatanların Güney'deki siyah kolejler olduğunu, zulüm gören azınlıklar olarak sonradan ortak bir tarih duygusu paylaşacak olan Yahudi göçmenlerin eğittiği bir siyah akademisyenler kuşağı yaratıldığını çarpıcı biçimde gözler önüne serer. Az sayıdaki şanslı insanlardan biri olarak Spitzer, kolayca iş teklifleri aldı ve 1933-1936 arasında İstanbul Üniversitesi'nde edebiyat fakültesinde ilk Latin dilleri ve edebiyatı profesörü ve Yabancı Diller Okulu'nun müdürü olarak kaldı. Mimesis'a yazdığı sonsözde inanmamızı istediği gibi Avrupalı eğitim çevrelerinden dışlandığı için değil de, Spitzer'in daveti nedeniyle Auerbach 1936'da bölüme katıldı. Auerbach'ın çöldeki yalnızlığına ilişkin önyargılı betimlemesi, İstanbul'da yaşamak ve çalışmak konusunda çarpıtılmış bir tablo gibi görünür gerçekten.(14) İstanbul Üniversitesi'nden emekli bir edebiyat profesörü ve 1933'te Spitzer'in seminerine katılmış olan Süheyla Bayrav'la görüştüğümde, bir aile ortamının egemen olduğu belirginleşti.(15) Türk öğrenciler ve öğretim asistanları -Nesteren Dirvana, Mina Urgan(II), Sabahattin Eyuboğlu, Safinaz Duruman- göçmenlerle — Heinz Anstock, Eva Buck, Herbert ve Lieselotte Dicekmann, Traugott Fuchs, Hans Marchand, Robert Anhegger, Ernst Engelburg, Kurt Laquer, Andreas Tietze ve Karl Weiner- tartışmalara kanlıyordu. Dersler genellikle Spitzer'ın geniş bir edebiyat ve başvuru kitaplığının bulunduğu evinde gerçekleşiyordu. Genç Süheyla Bayrav (Spitzer'la Chanson de Roland üstüne bir tez yapmıştı) Spitzer'ın birkaç yıldır boğuştuğu kökenbilimsel bir gizi çözünce, hemen rafındaki ciltlerce kitabın yardımıyla Bayrav'ın sezgisinin doğru olduğunu söylemiş. Bundan sonra, Bayrav ciddi bir filolog olarak övülmüş ve sonunda Spitzer'ın bölümüne katılmış. Bayrav üniversiteye giden ve akademik kariyer yapan ilk Türk kadını kuşağındandır.(III) Spitzer'ın semineri, göz korkutucu olsa da, belli sayıda kadın akademisyen kazandırmıştır: Rosemarie Burkart Roman dilleri filolojisi profesörü olarak etkin ve üretken bir rol oynadı; Çin'de büyümüş ve İngiliz rahibelerce yetiştirilmiş Alman kökenli bir çevirmen olan Eva Buck, Türkçe bir Avrupa edebiyatı antolojisi oluşturmak için diller konusundaki karşılaştırmacılık arkaplanını kullandı; Belçika'da öğrenim görmüş bir hümanist olan Azra Erhat Yunan mitolojisinin bir sözlüğünü hazırladı ve ünlü bir çevirmen oldu(Iv); ve Bayrav dilbilimsel edebiyat eleştirisi üstüne çalışmasıyla filolojiden yapısal göstergebilime bir geçiş sağladı, ayrıca Türk yazarlarla Barthes ve Foucault (v) gibi konuk aydınlar için entelektüel bir çekim merkezi oldu.
Bayrav ve ekibi Doğu-Batı alışverişi geleneğini ve Spitzer seminerinin beslediği çeviri sorumluluğunu ta 1970'lere, 80lere taşır. Tersine, Auerbach, Walter Kranz veya Herbert Dieckmann gibi, çoğu Almanya'dan çağrılan, Avrupa dilleri ve edebiyatlarına yoğunlaşmış olan öğrencileri, sürgünlerinin kendilerine sunduğu daha geniş bir dünya edebiyatı anlayışı potansiyeline görece kayıtsız kalmışlardı. Harry Levin'le Amerika'da ilk buluşmasında Auerbach, Türk meslektaşlarının akademisyenliğini, rastgele seçilmiş bir Fransızca çevirisinden çalıştığını itiraf eden bir Türk Dante çevirmenini örnek göstererek kötüler.(16) Entelektüel dyspepsia'sının daha önemli bir nedeni politikti. Auerbach Türkiye'de yükselen milliyetçilik ortamına acı biçimde karşı koyuyordu. 1937'de Walter Benjamin'e yazılan bir mektupta, Atatürk'ün "bir yandan Avrupa demokrasileriyle, öbür yandan eski Müslüman Pan-İslamik sulatının ekonomisiyle mücadelesinden doğan "fanatik denecek ölçüde gelenek düşmanı milliyetçiliği"ni eleştirir. Onun tahminince (11 Eylül'ün hemen ertesinde tanınan bir savla) göçmenler, Türk hükümetinin gerisingeri Avrupa'ya karşı kullanmak üzere Avrupa teknoloji bilgisini edinerek kendisini sömürgeci egemenlikten kurtarmak amacını taşıyan planın parçası olarak istanbul'daydılar:
"Mevcut tüm İslami kültürel mirasın reddedilmesi, tarihin eski çağlarına ait bir Türk kimliğiyle hayali bir bağın kurulması, nefret edilse de hayranlık duyulan Avrupa'yı kendi silahlarıyla yenmek için Avrupalı anlamda teknolojik modernleşme: dolayısıyla da, yabancı propaganda korkusu olmadan bir şeyler öğrenilebilecek hoca olarak Avrupa'da eğitim görmüş göçmenlerin tercihi. Tarihsel ulusal kişiliğin eşanlı tahribiyle birlikte aşırı milliyetçilik."
Yeni Türk milliyetçiliği ve onun baskıcı kültürel kolu, Auerbach'ın 11 yıllık İstanbul ikameti boyunca aşikârdı, ama Türk dil politikasının Avrupalı filolojik hümanizmle çakışmasının, en azından ilk haliyle, küresel bir çalışma alanı olarak karşılaştırmalı edebiyatın icadına götürecek koşulları ürettiğini söylemek, durumu abartmak olmaz herhalde, İstanbul'da en son Avrupa öğretim yöntemleriyle modern bir Türk kimliğinin inşasına dönük bir yeni-uluslar ideolojisiyle, milliyetçiliğin talanlarına karşı Batılı hümanizmin ideallerini korumaya dönük bir Avrupa kültürü ideolojisi arasında büyüleyici bir iki yönlü çakışma gerçekleşti.
Auerbach'ın kendisini yalnız bir Avrupalı akademisyen olarak göstermesi, 1936'da İstanbul'a gittiğinde oraya (ve Ankara'ya) yerleşmiş çeşitli mesleklerden, siyasi nedenlerle gelmiş olan oldukça büyük Avrupalı topluluk göz önünde bulundurulduğu ölçüde daha da kuşkulu bir hal alıyor.(18) Mitoloji uzmanı Georges Dumezil 1925-1931 arasında İstanbul'da çalıştı, 1928'deki alfabe değişikliğinin zeminini hazırlamaya yardım etmek üzere Atatürk'ün davetiyle gelmişti. Tıpkı Türk İşçi Sendikası'nın kurulmasına yardım eden Alman sosyalist sürgünü Gerhard Kessler gibi, Leon Trotsky 1931-1933 arasında burada güvenli bir liman buldu. Spitzer'den önce, Robert Kolej'de ders veren ve İstanbul Üniversitesi'ne (o sıralar Emigré Universitât olarak biliniyordu) bu atamayı kolaylaştıran Roman dilleri uzmanı Traugott Fuchs gelmişti. Gelişinden kısa bir süre sonra, Spitzer'a çok sayıda Almanca konuşan akademisyen ve yaratıcı sanatçı katılmıştı. Aralarında şunlar bulunuyordu: seçkin zihin felsefecisi Hans Reichenbach (1933-1938 arasında İstanbul Üniversitesi'nde ders vermişti), Fitz Neumark (ekonomi ve hukuk, İstanbul Üniversitesi), Georg Rohde (1935'te Ankara'ya yerleşen bir klasik filolog, dünya edebiyatı üstündeki Arap etkilerini inceledi ve bir "Dünya Edebiyatından Çeviriler" dizisi başlattı), Wolfram Eberhard (Ankara Üniversitesi'nde Çin dili ve edebiyatı), Ankara Devlet Konsevatuarı'nı kuran ve 1936'da Bela Bartok'u getiren Paul Hindemith (1935-37), aralarında (1936-1938 arasında İstanbul Teknik Üniversitesi'nde ders veren) Bruno Taut'un da bulunduğu bir grup yenilikçi mimar ve planlamacı, ve Fransız şehir planlamacısı Henri Prost.(20) Etkileri bir o kadar önemli olan (birden çok biçimde; çoğu belli ki savaş sırasında casusluk yaptı) sonradan gelenler, İngiliz tarihçi Sir Ronald Syme (Roma ve Anadolu uzmanı, 1942-45 arasında İstanbul Üniversitesi klasik filoloji profesörü olarak atandı), klasik arkeolog George Bean (1944'ten itibaren İstanbul Üniversitesi'nde Türkiye'nin Ege Kıyıları ve Türkiye'nin Güney Kıyıları'nı çalıştı) ve Bizans ve Haçlı Seferleri tarihçisi Sir Steven Runciman'dı.(21) Runciman'ın 1959'da yayınlanan, Batılı değişmeceler ve şiirsel araçların Doğulu kökenlerini gösteren bir yazısı, Said'in Şarkiyatçılık'takı örtbas edilmiş Müslüman kültürel etkilere ilişkin tartışmalarının çoğunu öngörür.(22) Bu tanınmış İngiliz bilginlerin varlığının yanı sıra Amerikalı yazar James Baldwin ve yapısal dilbilimciler Emile Benveniste ile A.-J. Greimas da 1950'lerde İstanbul'da çalıştı. Fredric Jameson'ın hatırladığı kadarıyla, Greimas, Michel de Certeau ve Louis Marin göstergebilimi 1950'lerde İstanbul'da karşılaştıklarında icat etme iddiasındadırlar.* Bu birbirini izleyen akademisyen ve eleştirmen kuşakları, kentin sürgün, göç ve kültürel kaynaşma için bir çekim merkezi ve Kutsal Roma imparatorluğu 'ndan Osmanlı İmparatorluğu'na kadar dünya-tarihsel gücünün başkenti olarak oynadığı role eklenen çok sayıda couches olarak görünür. (VI)
Türkçesi: Savaş Kılıç
Kaynak: YasakMeyve Dergisi Aralık 2003
Dip Notlar:
* Bu yazı, "Auerbach in İstanbul" başlıklı yazısı önemli ölçüde bana ilham veren Aamir Mufti ile söyleşilerimizden doğdu. Spitzer'ın "Türkçeyi Öğrenirken" yazısının keşfi ve çevirisi olmazsa olmaz bir nitelik kazanan Tülay Atak'ın katkısını da minnetle anıyorum. Süheyla Bayrav'la yaptığım röportajı, Tülay ve arkadaşları ayarladı. Beni Sibel Irzık ve Boğaziçi Üniversitesi'ndeki meslektaşlarıyla temasa geçiren Frederic Jameson'a da teşekkürler. Bu yazının bir versiyonu Columbia Üniversitesi'nde sunulunca Gayatri Chakravorty Spivak, Andreas Huyssen ve David Damrosch paha biçilemez önerilerde bulundular. Hans Ulrich Gumbrecht bu dönemin zengin bir yazınsal tarih kaynağı olan "Leo Spitzer's Style" başlıklı müsvettesini benimle paylaşacak kadar nazikti.
**Emily Apter, New York Üniversitesi'nde Fransızca profesörü ve konuyla ilgili bir dizi kitabın yazarı.
1) Franco Moretti, "Conjectures on Worid Literatüre," New Left Revieu>, n. s. 1 (Ocak-Şubat 2000): 68; buradan sonra "CWL" olarak kısaltılacaktır.
2) Erich Auerbach, Mimesis: The Representation ofReality in Weslem Literature, çev. Willard R. Trask (Princeton, N./., 1953), s. 557.
3) Edward Said, The WorU, the Texı and the Critic (Cambridge, Mass., 1983), s. 8.
4) Said, "Humanismi" MLA Nevsktter 21 (Güz 1999): 4.
5) AamirMufti, "Auerbach in istanbul: Edvvard Said, Secular Criticism, and the Questin of Minority Culture," Critical İnauiry 25 (Güz 1998): 103; buradan sonra "Al."
6) Spitzer ve Auerbach'ın istanbul serüvenlerinin en eksiksiz anlatımı belki de Geoffrey Green'in Litemry Criticism and the Structures of History: Erich Auerbach and Leo Spitzer'ıdıt (Lincoln, Nebr.,1982). Green İstanbul'un Spitzer için zorluklar yaşadığı bir yer olmadığını savunuyor. Oradayken Spitzer * 'iç biçim'e yoğunlaştı: ilahi Takdir'e inanmaktan ileri gelen 'sağlam bir güvenle', çevresini - eksiklerine rağmen - tanrısal bir ruhla canlandırılmış olarak
gördü" (s. 105). Auerbach'ın yapıtı üstünde istanbul ve Türk alfabe değişikliğinin etkisini teslim eden az sayıda kişiden biri Thomas R. Hart'tır. Bkz. Thomas R. Hart, "Literature as Language:
Auerbach, Spitzer, Jakobson," Literary History and the Challange of Philology: the Legacy of Erich Auerbach, ed. Seth Lerer (Stanford, Calif., 1996), özellikle s. 227-30. Azade Seyhan şu anda "İstanbul'daki sürgün Alman bilim adamları" başlıklı yazısını bitiriyor. İstanbul'un edebiyat tarihi ve kuramındaki unutulmuş yerine ilişkin benim eleştirel açıklamamla kesişen pek çok nokta içeriyor buyazı. Seyhan'ın yazısı istanbul sürgünleriyle Frankfurt okulu göçmenleri arasındaki bağlar konusunda çok güçlü. Çeviri politikasıyla ilgili olduğu ölçüde Türk dil politikasını da aydınlatıyor.
7) Rene Etiemble, The Crisis in Comparative Literatüre, çev. H. Wesinger ve G. Joyaux (East Lansing, Mich., 1966), s. 56,
8) A.g.e, s. 57.
9) Paul de Man, Blindness and lnsight: Essays in the Rhetoıic of Contemforary Criticism (Minneapolis, 1971), s. 171. Kimi yeni yayınlar II: Dünya Savaşı öncesi ve sırasındaki Roman dilleri filolojik geleneğine yeniden ilgi olduğunu gösteriyor. Ayrıca bkz. Hans Ulrich Gumbrecht, Vom Leben uıtdSterben dergrossen Romanisten, Kari Vossler, Ernst Robert Curtius, Leo Spitzer, Erich Auerbach, Werner Krauss (Munich, 2002) ve Peter Jehle, VCerner Krauss und die Romanistik im NS-Staat (Hamburg, 1996). "militan hümanist" olan ve 1945'te partiye katılıp Leipzig'deki Roman Dilleri Enstitüsü kürsüsüne geçmek için doğuya göç eden Wemer Krauss'un kariyerini incelemenin tam zamanı olduğunu vurgulayan, Jehle'nin kitabının iyi bir değerlendirmesi için, bkz. Darko Suvin, "Auerbach'sAssistant*,(Mayıs-Haziran 2002). 157-64.
10) Bkz. John Freccero, önsöz, Leo Spitzer: Representative Essays (Stanford, Calif. 1988), s. xvi-xvii.
11) Bkz. Spitzer, Die Umschreibungen des Begriffes "Hunger" im Italienischen (Halle, 1921).
12) Spitzer'ın boşalmış kadrosu karşısında Curus'un kariyerci fırsatçılığı Nasyonel Sosyalist bürokrasiyle uzlaşmacı tutumunun bir kanıtı olarak okunagelmiştir.
13) Spitzer 1934'de Harvard'dan teklif aldıysa da, Rosemarie Burkart ABD. ikamet belgelerini alamadığı için iki yıl daha Türkiye'de kaldılar.
14) Auerbach'ın sık sık yinelenen İstanbul kütüphanesinin bibliyografik yetersizliğine ilişkin şikayetine rağmen, Shakespeare, Peguy, Shelley, Marlovve, Rilke ve Jakobsongil dilbilim üstüne kaynakçaları sağlam yazılar içeren bir Romanoloji semineri yayını çıkarabilmiştir.
15) Görüşme 2001'in yazında gerçekleşti. Süheyia Bayrav'ın İstanbul'un Anadolu yakasındaki evinde Fransızca olarak yapıldı.
16) Bkz. Harry Levin, "Two Romanisten in America: Spitzer and Auerbach," Cromuts for Comparison (Cambridge, mass., 1972), s. 112-13. Levin, Spitzer ve Auerbach'm İstanbul'da "akademik malzemelerin bulunmaması'na karşıt biçimlerde tepki verdiğini savunuyor, ilkinin Wortbildungskhre, sözcük oluşumu yaklaşımını "bilimalanı" ve ikincinin 'üslupla ilgli olmaktan çok toplumsal-tarihsel" yaklaşımını ise "bilim-berisi* olarak niteliyor (s. 118).
17) Alıntılayan Karlheinz Barck, "VValter Benjamin and Erich Auerbach: Fragments of a Correspondance," çev. Anthony Reynolds, Diacrirics 22 (Güz-Kış 1992): 82.
18) Gumbrecht, Auerbach'm sürgün öncesi meslek yaşamında gelişmiş derin bir entelektüel melankoli duygusunun istanbul döneminde doruğuna çıktığını öne sürüyor. "Avrupa kültürüne tutkulu ve uzaktan bakışıfnin] İstanbul'daki sürgünü, hatta 1947'de Amerika'ya göç edişinden sonra ortaya çıkacağı iddiasındadır Gumbrecht. "Olsa olsa Nasyonel Sosyalistlerin mecbur bıraktığı sürgün deneyimi, Auerbach'a Batı kültürüne son aşamasına girmiş bir kültür olarak mesafeli ve bazen melankolik bakışının bütünüyle farkında olma fırsatını vermiştir." (Gumbrecht, "Pathosof the Earthly Progress': Eric Auerbach's Everydays", Litemry History and ıhe Challenge ofPhilobgy içinde, s. 31)
19) Bkz. Anne Dietrich, Deutschsein in İstanbul: Nationalisierung und Orientierung in der deutschsprachingen Commuttity von i843 bis 1956 (Opladen, 1998).
20) Diğer dikkate değer Alman konuklar arasında Ernst Reuter, Rudolf Nissen, Rudolf Belling, Alexander Rüstow, Wilhelm Öpke ve Hellmut Ritter yer alıyor.
21) Buradaki kaynaklarımız Cogito, no. 23 (2000) ve Horst Widmann, Exil und Bildungshilfe: Die deutschsprachige akademische Enıigration in die Tûrkei nach 4933'in eki bölümüdür (Bern, 1973).
22) Bkz. Steven Runciman, "Avrupa Medeniyetinin Gelişmesi Üzerindeki Islami Tesirler," Şark/yal Mecmuası, c. 3 (1959): 1-12[Ingilizce çeviri: 13-24, ç.n]. Runciman şunu savunuyor: ortaçağ Fransız romansı Floire et Blanchefîeur bir doğu öyküsüdür; tüm Avrupa romanlarının en ünlüsü ve sevilenlerinden olsa da Aucassin et Nicolete Müslüman kaynaklarını ele verir. Kahramanın adı ElKasim'dır, kadın kahrman ise Tunuslu bir Müslüman prensestir.
Ortaçağ Avrupa nazmında kafiyenin kullanılması da, öyle görünüyor ki, Arap örneklerin ilham alı... Avrupa*5/« Bir Gece Masalları'yla tanışmadan çok önce, Müslüman romansı ve şiiri Avru
pa edebiyatı üzerinde izini bırakıyordu, (s. 22)
I) Seküler eleştiri, Karşılaştırmalı Edebiyat çalışmaları içinde son dönemde bir hayli öne çıkmış bir kavramdır. Bu metinde sıklıkla atifta bulunulan Edward Said, kavramın temellendirilmesinde ve geliştirilmesinde okuduğunuz yazıyı Apter'e esinleyen Aamir Mufti gibi çok önemli bir katkıda bulunmuştur. Hatta Said'den çok, sömürgecilik sonrası çalışmaları içinde ortaya çıkan göreli
kategorileşmede Mufti'nin bu kavramla birlikte anıldığını belirtelim. Buradaki 'seküler' kavramı din bağlamında bir sekülerleşmeyi değil, özcülükten uzak, diyalojik, çokkültürlükçü açılımları
içeren, çoğulcu bir edebiyat ve dünya görüşünü vurguluyor. Kavramın bir diğer boyutunu ise Said'in 'Kültür ve Emperyalizm1 (Çev. Necmiye Alpay, istanbul, Hil Yayınevi) kitabında geliştirdiği 'dünyevilik' kavramı oluşturuyor, (e.n)
II) Mina Urgan'ın konuyla ilgili gözlemleri çok az olmakla birlikte özyaşamöyküsünde bulunabilir. Bir Dinazorun Anılan, istanbul:YKY, 1998 (e.n)
III) Daha farklı bir kesiti, ilişki ve bağlamı içermekle birlikte Alman hocalarla genç Türk kız öğrencilerin ilişkisinin çok iyi gözlemleri içeren bir anlatısı, dönemin koşul ve atmosferini de verecek biçimde Muazzez İlmiye Çığ'ın anlatısında bulunabilir. Çivi Çiviyi Söker, İstanbul: İş Bankası Kültür Yayınları (e.n)
IV) Azra Erhat, dönemin en önde gelen ismi olacak ve bağlandığı hümanizma geleneğini sonuna kadar sürdürecektir. Özellikle Alman bilginlerle olan ilişkisi ve döneme ait gözlemleri şu yapıtın-
dadır: gülleyla'ya anılar: En Hakiki Mürşit, İstanbul: Can Yayınları,2002 (e.n)
V) Bizim bildiğimiz kadarıyla ne Rolland Barthes, ne de M. Foucoult Türkiye'ye gelmiştir, (e.n)
VI) Yakın ilgisine rağmen S. Eyuboğlu'nun Varlık'ın editörlerinden biri olduğunu bilmiyoruz.
VII) Bununla birlikte dönemin arayışları, yapıları bu çok tartışmalı 'dil devriminin' boyudan ve tarihsel kökenleri şu yapıtta irdelenmektedir: Geoffrey Lewis, The Turkish Language Reform, Oxford:Oxford Univ. Press 1999
VIII) Buna mukabil anılması ve gözden uzak tutulmaması gereken bir nokta özellikle Halikarnas Balıkçısı'nm görüşleridir. Balıkçı, birçok kitabını Antik Yunan uygarlığının beşiğinin Anadolu ol
duğunu göstermeye adamıştır. Balıkçı'nm bu tezleri S. Eyuboğlu ve Azra Erhat tarafından sahiplenilerek savunulmuştur. Mavi Anadolu tezinin bir önemli yanı ve anlamı budur. Bu akımın daha farklı boyudan için şu kaynaklara bakılabilir: Barış Karacasu, Mavi Kemalizm: Türk Hümanizmi ve Mavi Anadoluculuk; Modern Türkiye'de Siyasi Düşüme, Cilt 2, İst.: İletişim Yay, 2001, s. 334-338. Hasan Bülent Kahraman, İçselleştirilmiş Açık ve Cizli Oryantalizm ve Ke
malizm. Doğu Batı, sayı 20, s. 155-178, 2002
0 yorum:
Yorum Gönder