Türkiye'de "Kanon"
Murat Belge*
Edebî "kanon" konusu son zamanlarda dünyada araştırılan ve tartışılan bir konu haline geldi. Türkçe'de henüz bir karşılığı yok. Yunanca'dan Arapça'ya oradan da bize "Kanun" olarak geldi ama tabiî "kanon"un anlamı bambaşka. Ortaçağda "Kilise Yasası" olarak kullanıldığı için şimdi de "kutsanmış" çağrışımını taşıyor. Bildiğim kadarıyla şimdiye kadar Türkçe'de "kanon" kelimesi kullanıldı. "Millî Edebiyat" (yada, tabiî, "ulusalyazın") varolanlar içinde buna en yakın olanı ve zaten bir zamanlar bu adla bir soruşturma yapılmış ve yayımlanmıştı.
Konuyla ilgili yayınlardan bildiğim, Jusdanis'in 1991'de ilk kez yayımlanan, burada da, Tuncay Birkan'ın çevirisiyle, Metis Yayınları'ndan 1998'de Gecikmiş Modernlik ve Estetik Kültür.- Millî Edebiyatın İcat Ediliri adıyla çıkan kitabı var. Bu kitap şimdiden kanonun bir "klasiği" oldu, denebilir. Yazar Yunanistan'da kanonun nasıl oluştuğunu anlatıyor. Bu ülke örneğinde temel dil olmuştur. Seçkinlerin ülke için en iyi dil olduğuna karar verdikleri kat-haravusa, millî edebiyatın temelini oluşturur. Halkın konuştuğu dimotica ise "kanon"a girmeyi hak edecek kadar soylu değildir. Jusdanis, temel olarak, bu gerilimi ve mücadeleyi anlatır.
Bir de Harold Bloom'un kocaman kitabı var: The Making of the Englis Canon. Jusdanis'in "gecikmiş" sıfatı belki bu bağlamda çok şey anlatıyor ve çok şey değiştiriyor. "Uluslaşma"da gecikme, en hafif deyimle bir "kompleks"e yol açıyor. Dolayısıyla kurulan ulus-devlet gerilimlerle kuruluyor ve kendi gerilimlerini üretiyor. Jusdanis'in Yunanistan örneğinde anlattığı "dilsel uygunluk" hikâyesi bu gerilimlerin alabileceği sayısız biçimlerden bir tanesi. Her türlüsü olabilir, vardır da.Oysa Bloom, ulus-devletlerin en eskisi olan İngiltere'de "kanon"un nasıl oluştuğunu tartışıyor. Böyle ülkelerde böyle sorunlar yok. Bazen uzun vadede, çok zaman vadenin uzununa da gerek kalmaksızın, edebî değer tesbit ediliyor, kabul ediliyor, konması gereken yere konuyor. Neyin iyi ve değerli edebiyat olduğunun, edebiyat dışında belirlenmiş bir ölçütü yok.
Aslında oralarda da, önemsenmesi gerekirken önemsenmeyen, unutulan yazarlar vardır. Ama böylelerin de, en azından, siyasî ölçütlerin çok belirleyici olduğunu düşündürecek bir durum yok. Tersine, belki siyasî eğilim, unutturmakta değil de hatırlatmakta etkili. Örneğin 17. yüzyılın, hayatıyla da ilginç bir kadın yazarı var İngiltere'de: Aphra Benn. Yirminci yüzyılda, "hatırlandı" denemez pek, ama "keşfedildi". Çünkü feminizm vardı ve feministler harıl harıl Aphra Benn gibi kadın yazarlar arıyorlardı.Böyle yeni bir perspektif dolayısıyla "keşfolunan" bir yazarın zamanında şu ya da bu nedenle "kanon"a alınmadığını iddia etmek her zaman doğru olmayabilir.Üniversiteye başladığım yıl satın aldığım Oxford Companion to English Literatüre hâlâ rafımda duruyor. Benimki 1962 baskısı ama ilk baskısı 1932'de yapılmış. Bunu hazırlayan Sir Paul Harvey. Belliki zamanına göre de muhafazakâr biri. Bram Stoker adında bir yazar veya Dracula adında bir roman bu esere nüfuz edememiş. Buna karşılık Frankenstein var, ama bunu yazan Godwin'in kızı ve Shelley'nin karısı Mary Shelley olmasa (yani Sir Paul Harvey'ye bu kartvizitleri göstermese) onun da burada yer alacağından şüphe ederdim. Tabiî Companion'm ilk baskısından bir yıl önce Boris KarlofPun filmi piyasaya çıkmış ve ortalığı kırıp geçirmişti. Mrs. Shelley'nin akrabalarının yanısıra bunun da bir rolü olmuş olabilir. Ama ona bakılırsa Lugo-si'nin Dracula'sı da 1931'den! Hiç anlaşılmıyor, Sir Paul Har-vey'in neyi niçin yaptığı! (Aphra Benn'i de almamış tabiî)
Gevezelik bir yana, bunlardan ciddi bir "kanon" formülü çıkacağı yok. Her an, hayata yeni bir bakışın etkisiyle geçmişi yeniden araştırıp orada bu yeni bakışa uyan bir şeyi keşfedebiliriz. Ama kimse o keşfettiğimizi unutturmak için kasıtlı davranmamıştır.İngiltere'de ve ulus-devletini görece sükûnet içinde, kendisiyle barışık olarak kurmuş ülkelerde (aslında bunların sayısı çok kabarık değil) "kanon" yoktur, çünkü "bu kanondur" diyecek bir otorite yoktur.
İngiltere'de bir "poet-laureate" geleneği vardır ve herhalde gelenek olduğu için hâlâ vardır. "Saray şairi" diye çevirebiliriz ancak. Varolan şairlerden biri seçilir ve bu onur ona bahşedilir. Saray'ın bir şairi "benimdir" diye seçebilmesi için, o şairin Saray'ı mahcup edecek hiçbir dize yazmamış olması ve gelecekte de asla yazmayacağına dair güven vermesi gerek. Bu da, "kötü şair olması gerek" anlamına gelir. Gerçekten iyi bir şair, kendine bu unvan lâyık görülse, neye uğradığını şaşırır, herhalde kendini hakarete uğramış sayardı."Devlet sanatçısı" gibi sıfatların geçer akça olduğu toplumlar başkadır; bizimki gibi toplumlardır bunlar. Devlettir, partidir, dindir, böyle yüce ve yüksek, tam ya da yarı kutsal bir aygıt vardır ortada. Bu aygıt her şeyi herkesten iyi bildiği için romancının, sinemacının, şarkıcının, bestecinin en iyisini de o bilir. "En iyi"ye verilecek unvan da, olsa olsa, bu unvanı dağıtan kurumun sıfatı olabilir. Onun için "devlet sanatçısı", "parti sanatçısı" vb. olunur.
"Kanon" da böyle toplumlarda önemli sorun haline gelir ve oraya kimin gireceğinin, kimin girmeyeceğinin gerekçesi, sanatsal/edebî bir gerekçe olmaktan çıkar.Bunları dedikten sonra, "Dolayısıyla edebî kanonun en haşin biçimde biçimlendiği ülke Türkiye'dir" diyerek söze devam edilebilirdi. Çünkü Türkiye yukarıda değinilen özelliklerin hepsine fazlasıyla sahip. Gelgelelim, burada öyle kesin, net, hele "haşin" denecek bir "kanon" da görünmüyor. Acaba yanılıyor muyum?
Benim Türkiye'de bu konuyu ciddi ciddi düşünmeme yol açan olay Safiye Erol oldu. Adını bile bilmediğim bu yazarın bir kitabını tamamen bir rastlantı sonucu okuyunca şaşırıp kaldım. Ben kitabı bir zaman piyasa romanlarından biri sanarak okumuştum; oysa karşıma yazarlık yeteneği sözgelişi Halide Edip'ten aşağıda olmayan biri çıkmıştı.İlk tepki olarak, Safiye Erol'un oldukça bilinçli bir şekilde "kanon"un dışında tutulduğunu düşündüm. Aslında bunu gene de düşünebiliriz. Ama düşündükçe, Türkiye'de neye "kanon" deneceği sorusu kafamda iyice karmaşıklaştı, içinden çıkılmaz bir hale geldi. Bir "kanon" oluşturma çabası yoktur, denilemez herhalde; ama ortada çok başarılı olmuş bir çaba da yok herhalde.
Safiye Erol gibi, "başarıyla dışlanmış" yeteneklerin çok az olduğunu sanıyorum. Bizde olduğu kadarıyla "kanon" şu ya da bu nedenle yeteneği dışlamaktan çok, yeteneksizliği içeri almak şeklinde tecelli etmiş olabilir.
Velhasıl, epey karışık bir konu bu. Onun için, biraz mekanikleştirme, biraz şematize olma tehlikesi olsa da, şöyle ağırdan, adım adım ilerlemeye, biraz analitik davranmaya çalışalım.
İlkin, bu "kanon" denen nesne varsa dünyada ya da dünyanın bazı yerlerinde, bunu kim yapar? Ya da kimler yapar?
Öncelikle üç "merci" düşünebiliyorum.
Birinci "merci" söz konusu olan alanın, yani toplumdaki "edebiyat işleri" dairesinin normal "personeli”, yani her çeşitten yazarlar, aydınlar, öğretmenler, gazeteler vb. Aralarında eleştirmen gibi, edebiyat tarihçisi gibi, değerlendirmeyle doğrudan doğruya ilgili olanları var, ama olmayanları da var. Akademik olanları, az ve etkili; olmayanları, çok ve gene etkili. Bunlar, mezatçı gibi, mücevhere fiyat biçen kuyumcu, arsaya fiyat biçen simsar gibi, işin ehli, işin profesyoneli adamlar. Onun için neyin "kanon" olacağına, neyin olmayacağına önce bunlar karar verirler.Bu hakkı onlara teslim ederiz.
İkinci "merci", biz hak teslim etmesek de gelip bunu icabında gaspeden bir öznedir: en genel adıyla "siyaset", biraz daha somutlarsak belki "devlet" denen tüzel kişilik. Biz bu hakkı teslim etmiyoruz ama, tartıştığımız konu "kanon yaratmak" olduğuna göre, oynanan oyun buysa, oyunun karakterlerinden biri de o. O da kendine özgü değerler, tercihler, kaygılarla işin içine karışıyor ve "Ahmet değil, Mehmet olsun" diyor.DİSK'te "i Mayıs afişi yarışması"nda Jüri üyeliği yaptığım zamanlar aklıma geliyor. Biz, "Jüri üyeleri", birinci kategorinin adamlarıydık. Ama Başkanlar gelir gider, hiçbir estetiği olmayan afişleri "bu mesaj benim işime yarar" diye seçtirmeye çalışırlardı. Bunlar ikinci grubu temsil ediyordu. Tavsiyelerine kulak asmamaya çalışırdık; ama onlar olmasa zaten yarışma da olamazdı bir bakıma.
Peki, "üçüncü" kim? Bunu söylemek hem kolay hem de zor. Çünkü bu üçüncüsü "halk"tır ya da "toplum "dur. Ama onun tamamı mıdır, yoksa yalnız okuyan kesimi mi, buna cevap vermek de kolay değil. Ayrıca, belirli bir zaman kesitinde verili bir "halk" veya "toplum"dan da söz etmiyoruz. Bir kuşağın adam yerine koymadığı veya hiç tanımadığı birini başka kuşaklar baş tacı edebilir. Bunun tersi de olabilir: bir dönemde birilerinin yere göğe koyamadığı birini sonraki kuşaklar sessizce unutabilir.Halkın da "kanon"a kimin gireceğine karar verme "yetki"si yoktur. Ama etkileri nedeniyle ikinci grubu nasıl yok sayamazsak, başka hiçbir neden olmasa bile sırf kala-balıklığı nedeniyle olsun, bu "üçüncü merci"i de hesaba katmamız gerekiyor. Uzun vadeli, nihaî hakem o, -uzman olmasa da- ve kendisini tanımlayamasak da.
Evet, bu üçünden başka bir merci düşünemiyorum. Sanırım, Bloom'un incelediği sınıfa giren toplumlarda, benim ikinci kategorim yok ya da bu gibi konularda yok denecek kadar marjinal bir rol oynuyor. Ama biz şimdi "kanon" konusunu Türkiye'de incelemeye çalışıyoruz ve Türkiye'de o ikinci kategorinin bulunmadığı bir köşe bucak yoktur.Demin, yukarıda, buna rağmen Türkiye'de "devlet yapısı" bir kanon göremediğimi söylemiş ve "acaba yanılıyor muyum?" diye sormuştum.
En baştan başlayalım; yani, modernleşmenin (dolayısıyla, "modernizm"e ilişkin her şeyin) başlangıcından. Yeni edebiyat denince aklımıza ilkin Şinasi, Namık Kemal, Ziya Paşa gibi yazarlar gelecektir. Ders kitabında, "kanon" denebilecek her yerde bunlar var. Peki, bunlar, yaşadıkları günlerde bizim "ikinci merci"i meydana getiren siyasî otoriteyle aralan iyi miydi?
İyi olduğu söylenemez (bazen anlatıldığı kadar kötü olmasa da). Abdülaziz Namık Kemal'i sürdü. Abdülha-mid bir daha sürdü ve Namık Kemal sürgünde öldü. Şinasi görevinden alınınca kendini sürgün edip dört yıl Paris'te yaşadı. Dönüp etliye sütlüye karışmadan iki yıl daha yaşayıp öldü. İçlerinde en uzlaşmacısı Ziya Paşa bile sürgün valiliğinde öldü.Demek ki bunlar, otoriteye kendilerini sevdireme-dikleri halde "kanon"a girmişler."Olabilir," diyebilirsiniz, "sonraki çağlar onları hak ettikleri yere getirdi." Yoo, pek de böyle değil. Aydın ve edebiyatçı olarak hep oradaydılar. Abdülhamid'in elbette daha çok tuttuğu Ahmed Midhat, "birinci merci" dediğim takım arasında hiçbir zaman Namık Kemal'den daha fazla prestij sahibi olmadı.Tevfîk Fikret'e bakalım. Abdülhamid'e de düşmandı ("Avcı" şiirini yazacak kadar); sonra İttihad ve Terak-ki'ye de düşman oldu ("Han-ı İştiha"yı yazacak kadar). Ayrıca, muhafazakâr kesim adına Akif onu zangoç ilân etmişti. Ama kimse, "kanon"da kendine önemli bir yer edinmesini engelleyemedi.
Daha yakın bir zamana ve daha tartışmalı bir konuya, Nâzım Hikmet'e, gelelim. Bu durumda siyasî otorite Nâzım Hikmet'in kendisini sittin sene hapiste yatırma kararlılığının üstüne, onu "kanon"dan da kesinlikle silmeyi aklına koymuştu. Bunun gerçekleşmesinin gerekli bir adımı olarak, birinci ve üçüncü grupların üzerine de hiç hafife alınmayacak dozda tehlike getirip yığmıştı. Kitabı yayımlanamıyor, sözü edilemiyordu. Buna rağmen, bilen biliyordu, Nâzım Hikmet'in Türk edebiyatındaki yerinin çok tepelerde olduğunu.O zamandan bu zamana da, siyasî iktidarla barışık olmamak, "kanon"dan dışlanmaktan çok "kanon"a girmenin yolu oldu.
Bunlara dayanarak Türkiye'de bir "kanon" varsa bunun oluşmasında siyasî otoritenin payının asgarîde kaldığını ileri sürüyorum.Bunun nedeni, "siyasî otorite"nin böyle bir şey yapmaya kalkışmaması değildir; çünkü çeşitli dönemlerde otorite bunu yapmaya çalışmıştır - kısmen başarılı olduğu durumlar da vardır. Gelgeldim, ne siyasî otoritenin kendi içinde sürekli bir ideolojik tutarlılık vardır, ne de, daha önemlisi "edebiyat erbabı"nın tamamı, siyasî otoritenin önerdiği değerleri kabul etmiştir. Yukarıda "birinci merci" diye ayırdığım bu grubun görece özerkliği (içinde her zaman muhalif bir çoğunluğu barındırma başarısı) "kanon" konusunda da etkili olmuştur. Çok zaman, birinci ve üçüncü merci (yani "toplum") birlikte saf tutarak siyasî otoritenin hamlelerini boşa çıkarabilmiştir. Sonuçta, bu üç grubun değişken yaklaşma ve uzaklaşmalarıyla, bugün bildiğimiz haliyle bir "kanon" ortaya çıkmıştır ve bunun "meritokratik bir kanon" olmadığı doğrusu iddia edilemez.
Kanonun tamamı şimdiye kadar bu açıdan incelenmedi. İncelenmesi de çok iyi olur. Ben, bir "ilk girişim" olarak, dolayısıyla bütün söyleyeceklerimi yeniden gözden geçirmeye hazır, ayrıca, değişik dönemlere ilişkin yargılarım arasında incelenmediği, araştırılmadığı için büyük boşluklar olduğunun da bilincinde olarak, birtakım önermelerde bulunayım.
Ondokuzuncu yüzyılda, bir dönem (1860'lardan başlayarak) dil üstüne, dilin ne olması gerektiği üstüne tartışmaların, edebiyat tartışmalarına göre de öncelik kazandığı bir dönem olduğunu biliyoruz. Bu tabiî Şemseddin Sami'nin Kamus'una hazırlandığı dönemdir bir yandan. Servet-i Fünûn edebiyatı bu tartışmalarla varılmaya çalışılan "sade dil" anlayışının tam tersi yönde gelişecek, bu da, yirminci yüzyıl başında Genç Kalemler ve "Yeni Lisan" akımını getirecektir. Dil, Cumhuriyet sonrasının da önemli sorunudur. Atatürk'ün başlattığı "Öz Türkçe" hareketini, gene Atatürk, "Güneş-Dil Teorisi" ile durdurmaya çalışır. Ama bir kere başlayan Öz Türkçe, Ataç gibi yazarların ısrarla devam ettirdiği bir dava olarak kalır. Jusdanis'in Yunan "kanon"una ilişkin anlattıklarına benzet bir şekilde, yazarın kullanmayı seçtiği dil, yazdığının değerlendirilmesinin de bir ölçütü haline getirilebilir. Ama nerede? Okul kitapları, az çok "resmî" nitelik taşıyan antolojiler vb. aynı yıllarda tam tersi tutumun hegemonyası altındadır. Yani Türkiye'de dil konusu da "kanon "a geçmenin şaşmaz ölçüsü haline gelmemiştir.
Abdülhamid döneminde veya bunun öncesinde, "kanon" oluşturma kapsamına sokulacak herhangi bir olay aklıma gelmiyor. Ama tabiî yanılıyor olabilirim. Bu açıdan hiç bakmadım.O yıllar için sonradan oluşturulmuş "kanon" örneği olarak ise, hemen, Tanpınar'ın Ondolaızuncu Asır Türk Edebiyatı Tarihi'ni düşünüyorum. Ama bu kitap zaten benzeri olmayan, birinci sınıf bir edebiyat tarihi. İçinde sanat ve estetik dışından gelip de edebî değerlendirmenin yolunu şaşırtan, gidişini bozan hiçbir şey yok. Bir edebiyat tarihi için sanırım en önemli erdem, ele alınan çeşitli temsilcilerinin sanatsal değerlerinin kendi aralarındaki oranlaması bana bir hayli kusursuz görünür. Dolayısıyla, "kanon'^, edebiyat dışı ölçütlerin belirlediği bir "kademelendirme" olarak görüyorsak, Tanpınar'ın kitabı bunun tam karşıtı olarak tanımlanmalıdır.
"Kanon" fikrine uygun bir edebiyat fikri de, bu yolda atılmış ilk somut adımlar da, bence, İttihad ve Terakki ile başlıyor. Osmanlı tarihinde ideoloji denilebilir türden düşünce akımları bu dönemde, bu insanlarla başlamıştır (genel anlamıyla değil de, "Milliyetçi İdeoloji" vb. özgül biçimleriyle). İlk önemli organ da Selanik'te yayımlanan Ali Canip, Ziya Gökalp ve Ömer Seyfeddin'in başlıca yazarları olduğu Genç Kalemler dergisidir. 1911'de Selanik'te bu dergi yayına başlarken İstanbul'da da Türk Yurdu Cemiyeti kurulmuş ve aynı adla dergisini çıkarmıştır. Türk Yurdu daha da uzun dönemlidir; ilk dönemi 1918'de sona erer (Genç Kalemler 1912'de kapanır). 1912'de Türk Ocağı açılır.
Çıkan bu dergilerin "siyasî otorite" haline gelen İttihad ve Terakki ile her türlü ve her düzeyde ilişkisi vardır. Dönemin ideolojisine damga vuran edebî ürünler ve tartışmalar öncelikle bu yayınların sayfalarında yer alır. Gökalp ve Ömer Seyfeddin'in "Yeni Lisan" üstüne yazıları, Gökalp'in "Turan" şiiri, Ömer Seyfeddin'in "Bomba" hikâyesi, genç Türk milliyetçiliğinin yol gösteren metinleri buradadır. Bir araştırmacı, herhangi bir yadırgama duygusuna yer vermeden, şu olguyu kaydediyor: "Ali Canip, İttihat ve Terakki Cemiyeti Merkez-i Umumîliği tarafından, 12 Mart 1327 (25 Mart 1911) tarihli kararname ile 'Genç Kalemler' mecmuası Sermuharrirliğine getirildi" (Rıza Filizok, Ali Canib'in Hayatı ve Eserleri Üzerine Bir Araştırma, İzmir, 1993). Yani yayın organlarıyla siyasî otorite tamamen içice geçmiştir. Zaten başlı başına Ziya Gökalp'in varlığı da bu içiçeliğin kanındır.Bu hareketleri ve dergileri oluşturanların edebiyattan bekledikleri öncelikle -ve belki de sadece- millî ve milliyetçi olmasıdır. Bunun estetik bakımdan da yeterli olduğuna inanılır. Bu şiirler, bu hikâyeler, Türle edebiyatının nasıl bir edebiyat olması gerektiğini göstermektedir. Bu anlamda, istenen "kanon"un nasıl bir şey olduğunu da tanımlamaktadır.
Bu akımlar başlar başlamaz, Osmanlı devleti savaşlarla karşılaşır. Dolayısıyla bu "kültür ve edebiyat" tartışmaları kaçınılmaz bir şekilde askerîleşen bir ortamda yapılmaya başlanır.Dünya Savaşı yıllarında yayına giren askerî dergi Harb Mecmuası bu havayı iyi yansıtır. Çok fotoğraf kullanılan bu dergide, her sayıda, "mübarek şehitlerimiz"in de vesikalık fotoğrafları yayımlanır. Bunun dışında savaş haberleri, milliyetçi ve militarist edebiyat örnekleri, özellikle "hamasî" denebilecek şiirler vardır. Yani, dergi baştan sonra hamasettir. Buna verdikleri edebî ürünler için edebiyatçılara dolgun telif ücreti ödendiği bilinir. Dolayısıyla bu dergi de bir "millî edebiyat kanonu" yaratma yolunda kaydedilmesi gereken bir kaynak olmuştur.Bu çabaların sonucunda milliyetçi bir edebiyat ve bir milliyetçi yazarlar kadrosu oluşmuştur. Oluştuğu ölçüde, bu çabaların ("siyasi otorite" tercihlerinin) bir "kanon" meydana getirmeyi başardığını söyleyemez miyiz?
Bir süre için bunu başardığını söyleyebiliriz. Hattâ belki daha ötesini de söylememiz gerekir: İttihad ve Terakki'nin kendi ömrüyle sınırlı olmayan, çok yakın zamanlara kadar (ya da belki bugün bile) devam eden bir "milliyetçi edebiyat tarzı" yaratmış olduğu doğrudur. Ama o günün "kanon"unu meydana getiren yazarlara uzun vadede baktığımızda, ortada "kanon" filan kalmıyor. Bugün adını hatırladıklarımız Mehmed Emin Yurdakul, Faik Âli, Aka Gündüz, Celâl Sahir, Hüseyin Siret, Kâzım Nami gibi yazarlar. Ötekilerin adını da hatırlamıyoruz.
Gerçi Mehmed Emin'i "şiir yazmış" biri olarak hatırlıyor olmamız bile, edebiyata edebiyat-dışının müdahalesinin bir örneği olarak değerlendirilebilir; ama Türkiye kadar milliyetçiliğin kesin ve rakipsiz hegemonyası altında yaşamış bir toplumun edebiyat tarihinde Mehmed Emin gibi birinin yeri olmaması daha anormal olurdu. Ayrıca, "yeri" olmak, sanatçı olarak "varlığı" olmakla eşanlamlı değildir."Uzun-vade" deyince nihaî değerlendirmede toplumun koyduğu ağırlık artıyor. Bu durumda da olan bu. Ancak, "birinci merci" içinde de çoğunluk bir zamanların bu "edebiyat'ını bir an önce unutmaktan yana olmuştur.Cumhuriyet, İttihad ve Terakki'nin dağdağalı ve serüvenci gidişine oranla çok daha istikrarlı, kurumlaşan bir yapı yarattı. Bu yapıda bir "kanon"un biçimlenmesi de belki daha kolay başarılabilir bir iş olarak görünüyordu. Ama gene de böyle bir gelişme pek fâzla göze çarpmıyor.
Şiirdeki iki "Kemallere” bakalım. Behçet Kemal yeni rejimin bülbülü rolünü iyice benimsemiştir. Bütün duygularıyla Osmanlı'ya bağlılığı süren Yahya Kemal ise rejimin seveceği edebiyatçı tipi değildir. Yayın kanalları, her türlü "resmî" imkân, Behçet Kemal için seferberdir. Gene de, üstelik kendileri de rejime yakın ve bağlı edebiyat erbabı arasında, Yakup Kadri, Hasan Âli, Falih Rıflcı, Ruşen Eşref vb. arasında, bu iki Kemal'den hangisinin daha iyi şair olduğu gibi bir konu bile yoktur.
Nâzım Hikmet de bu tek-parti döneminin "siyasî" sorunu haline gelmiştir. Bir "baş belâsı" olarak görülür ve sonunda çok ağır bir cezayla hapse de atılır. Ama bu dönemde "edebî değer"i tartışma konusu değildir. Herkes, bu büyük yeteneğin komünizm gibi zararlı bir illete saplanıp kendini heba etmesinden ötürü üzülmektedir.
"Kanon"un erken aşamalarında kimlerin yer alacağı da bu zamana kadar belli olmuştur. Namık Kemal kuşağı, Abdülhak Hamid ve Recaizade kuşağı, Fikret ve Akif, bundan böyle oturacakları koltuklara oturtulmuştur. Hepsinin "şair", "sanatçı" olarak değerinin abartıldığı söylenebilir; ama bu bir "siyasî görüş"ü onlar benimsediği ve görüş onları benimsediği için böyledir. Sonuçta, o evrelerde yazmış herkese baktığımızda, evet, herhangi bir "dış" müdahale olmadan, o günlerden bugünlere taşınacak romancılar bunlardır. Üstelik "hümanist" Fikret ile "İslamcı" Akif ve "milliyetçi" Ömer Seyfeddin'le "kozmopolit" Halid Ziya veya hayli "dekadan" Mehmed Rauf hep birlikte eşikten içeri buyur edilmiştir.Tek-parti döneminin çoğu gene "Millî Edebiyat"la devam edecek, şiirde gene "Hececilik" rağbet görecektir. Ama bunlar da "tek-tip" bir edebiyat oluşmasına yol açmadığı gibi, akımlar dışında kalan edebiyatçılar saygı görmeye devam eder. Örneğin Dıranas ya da Asaf Halet. Ama Ercümend Behzad'ın herkese fazla geldiğini de unutmamalı.
Atatürk'ün ölümünden sonra İnönü, Milli Mücadele'ye birlikte başlamış kuşağın süreç içinde tasfiye olunmuş üyelerine barış ilân edip onları geri çağırdı. Bir yandan Adıvar'lar ve Rauf Orbay'ın geri gelmesi, Memduh Şevket'in "zoraki diplomatlığının bitmesi, Karabekir'in Meclis Başkanı seçilmesi bu yeni ortamın olaylarıdır.Bu yıllarda CHP'nin bir roman yarışması açması da "kanon"a müdahale sayılabilir mi? Pek sanmıyorum. 1942'deki bu yarışmada Sinddi Bakkal birinci, Yaban ikinci, Ayaşh ile Kiracıları da üçüncü seçilmişlerdi. Yarışma 1937'de yapılsa sonuçların böyle olması mümkün olur muydu? Hayır. Ama bu da "kanon"a müdahaleden çok değindiğim "barışma"nın parçasıydı. Zaten topu topu bir kere böyle bir ödül verildi.
Kırklar tabiî şiirde Garip'in tartışılmaz üstünlüğünü getirdi. Düzyazıda Sait Faik'le birlikte bence Türk edebiyatı "demokratik devrim"ini yapmış oldu ama bu yazıda bu konulara hiç girmeyelim. "Kanon" açısından bakıldığında, o zamana kadar olagelmiş "kanon"lar da tahribata uğramaktaydı bu yeni adamların edebiyata getirdiği anlayışla. Gerçekten de, biraz da yokluktan orada durabilen birçok yazar, kırklar ve ellilerde yavaş yavaş iyice unutulmaya başlandı.Bu da "siyasî otorite"nin tercihi değildi. Öte yandan, "edebiyat adamları" çevresinde de ilginç sonuçlar verecek gelişmeler yaşanıyordu. Özellikle ellilerde, Demokrat Parti iktidarında, Eğitim Bakanlığı gibi "kanon"a daha doğrudan müdahale edebilecek kurumlarda, "tek-parti" tipolojisine de uymayan, daha geleneksel sağcı kadrolar doluşmuştu. Ders kitaplarında yeni edebiyatın her türlüsüne karşı bir "reddiye" politikası uygulanıyordu. Divan edebiyatı, "klasik" olduğu iddiasıyla, "tek-parti" döneminde pek uygun görülmeyecek bir prestij edindi. Siyasî otorite de edebiyat "müfredaf'ının böyle biçimlenmesini destekledi.Ama bunların uzun-vadeli sonucu, "edebiyat erbabı" arasında muhafazakâr çizgiyi benimsemiş olanların resmî çevre dışında hiçbir etki, inandırıcılık ve saygıdeğerliğinin kalmaması oldu.
Dolayısıyla onların önerdiği herhangi bir "kanon" adayı, "halk jürisi"nin onayını kazanamadı.Sonuç olarak, toplumun üzerinde iyi kötü anlaşılmış tek bir "kanon"u olmadı. Altmış sonrası dünya görüşleri, ideolojiler çeşitlenirken, her çevre kendi "kanon"unu oluşturmaya başladı. Siyasî bağıtlılığın derecesine ve aynı zamanda kültürel tüketim alışkanlıklarına göre, kendi cephesinden olmayan kimseyi okumayan ve okusa da önyargı gereği hoşlanmamaya kararlı olanların sayısının bir hayli yüksek olduğunu tahmin ediyorum.Ancak, tamamen edebiyat-dışı ölçütlere göre belirlenen bu siyasî "kanon"lara rağmen, edebiyatla edebiyat olarak ilgili insanların gene yalnız edebî zevk anlayışlarıyla oluşturdukları bir "karma" yazarlar kadrosu olduğunu düşünüyorum. Solcu bir okur, çok bayılmasa da, Peyami Safa, Necip Fazıl, Sezai Karakoç veya Tarık Buğra gibi yazarların edebiyat içinde yerleri olduğunu tartışmaz. İsmet Özel İslamcı olduktan sonra da onu en çok "takdir"le okuyanlar, soldaki eski okurlarıydı. Aynı okurlar, solun daha radikal kulvarlarında bağıtlı bir şeyler yazanlardan muhtemelen büsbütün habersizdirler.
Dolayısıyla Türkiye'de, bu terimler yakın zamana kadar kullanılmış olmasa da, "kanon" oluşturmaya çalışanlar ve neyin "kanon"da yer alması gerektiğine dair çeşitli tartışmalar olmuştur. Ancak, sanırım son analizde tartışan tarafların çoğulluğu nedeniyle genel kabul gören bir "kanon" ortaya çıkmamış, böyle bir "hegemonya" olamamıştır. Bu koşullarda, olduğu kadarıyla varlığından söz edebileceğimiz "kanon"da, her şeyden çok, edebî değerlendirmenin ölçütleri rol oynamıştır.
*Prof. Dr. Murat belge, İstanbul Bilgi Üniversitesi Karşılaştırmalı Edebiyat Bölümü Program Kordinatötrü .Kaynak: Kitaplık
0 yorum:
Yorum Gönder