Edebiyat Kanonları
Jale Parla*
Cervantes'in Don Kişot’unda edebi kanona karşı çıkan gene bir Kanon'dur. Toledo Kanonu (Kanon, Kilise'nin kurallarına göre yaşamayı seçmiş din adamı anlamına gelir) Don Kişot'la yaptığı edebiyat sohbetinde şövalye romanlarını değerlendirirken, artık anlatı biçimlerinin harmanlanması gününün geldiğini söyler ve belki de epiklerin bile nesirleşmesi gerektiğine işaret eder.1 Oysa o zaman epik anlatısını şiirden ayrı düşünmek olanaksızdı. Nesir epikle ne kastedildiğini ise bize İngiliz romancısı Henry Fielding onsekizinci yüzyılda romanın kendisinde, Georg Lukacs ise yirminci yüzyılda romanın kuramında anlatırlar: Fielding'e göre nesir epifc hiciv ve ironiye yaslanarak günün gerçekliğini komik anlatılarda yakalamaktır; Lukacs'a göre, nesir epik romandır ve kaybolmuş bir bütünlüğün dramatik ve ironik ifadesidir.2
Bir Kanon'un kanon eleştirisi yaptığı Don Kişot'a gönderme yaparak, kanon sözcüğünün barındırdığı paradoksa işaret etmek istedim. Oxford'un yayımladığı İngilizce etimolojik sözlüğe göre kanon sözcüğü Kilise'nin çıkardığı kural, kanun ve yönetmelikler anlamına gelir. Bunlar Papa'nın ve Vatikan Meclisleri'nin çıkardığı kanunlardır. İngiltere'de ise kanon, 1603 yılından itibaren, Birinci James'in altına mührünü koyarak ilan ettiği İngiliz Kilisesi kurallarıdır. Burada ilginç bir şey var: Bir kez, İngiliz Kilisesi Katolik Kilisesi'nden ayrılarak kurumlaşmış, ayrıca Birinci James, İncil'in İngilizce’ye ilk çevirisini yaptırarak Katolik Kilisesi'nin Kutsal Metinler üzerinde kurduğu otoritenin sarsılmasında önemli bir rol oynamıştır. Aynı Toledo Kanonu'nun edebi kanonu eleştirmesi gibi, Kral James de, bu girişimiyle, dini kanonu değiştirmiştir. Bu yüzden kanon, içinde hem statükoyu, hem de statükoya karşı direnci barındıran bir kavramdır.
Kanon sözcüğünün gelenek ve statükoyla ilişkisi temelde din kaynaklıdır. Ama onaltıncı yüzyıldan itibaren seküler kullanımları da başlar. Ferman, kural, kanun, temel ilke, aforizma, bir konunun sistematik ve bilimsel sunuluşuna ilişkin prosedür, konunun otoritelerinin belirlediği kıstas ve kriterlere ilişkin yargılar anlamına gelen kanon sözcüğü, bir yandan da dine ilişkin kullanımını sürdürmüş ve Kilise'nin özgün kabul ettiği İncil metinleriyle, gene Kilise'nin Azizler arasına kabul ettiği yeni isimlerin eklenmesiyle oluşan kutsal metin ve kişilerin listesi olmuştur. Bugün edebi kanon derken kastettiğimiz anlam da buradan türemiş olmalı: Herhangi bir otoritenin ya da otoritelerin, kutsadığı iyi yazarlar listesi ve buna eklenecek isimlere verilen izin ya da onay. Müzikte kanon bir melodinin tümüyle, hiç değiştirilmeden, yalnızca farklı zaman aralıklarıyla, ama aynı anda icrası demektir. Böyle olunca sözcüğün barındırdığı müphemlik gene karşımıza çıkar: kanon, müzikte olduğu gibi aynının tekrarı mıdır, yoksa dini kanonlarda olduğu gibi benzerlerin bulunup eski listelerin genişletilmesi midir, yoksa Toledo Kanonu'nun önerdiği gibi, eski anlatıların yeniden ve çağın gereklerine uygun olarak harmanlanması mıdır? Hangisi olursa olsun, sözcük, muhafazakârlık ve değişim arasındaki gerilimle yüklüdür.
Bu gerilimden yararlanarak kanonları zorlamak çoğu kez kanonların temsilcilerinden gelmiştir. Başka bir Kanon, vaazlarıyla ünlü din adamı ve şair John Donne, "Kanonizasyon" adlı şiirinde zındıkça bir iş yapar: Sözcüğün dini anlamını tersyüz ederek tümüyle cinsel bir coşkuya mal eder. "Allah rızası için, kapa çeneni de sevişeyim" diye toplumun saygın ya da saygınlık taslayan kişilerine seslenerek başlayan bu şiirinde John Donne, sevişmenin kime zararı olduğunu sorar. Askerler savaşta, avukatlar mahkemelerde kavga ederken, o yalnızca sevişmek istemektedir. Ve sevgilisiyle sevişmelerini çok olağandışı bir eğretilemeyle kanonize eder, yani, kutsallaştı rır: "İsterseniz onu ve beni birer sinek olarak görün, "der. Ya da, bir kartal ve güvercin, o da olmazsa öldükçe küllerinden doğan zümrüdüanka kuşu (Onyedinci yüzyıl İngilizcesinde ölmek aynı zamanda sevişmek de demektir, çünkü o zamanlar her sevişmenin insan ömrünü bir gün tükettiğine inanılırmış). Ve "her sevişme bir tükenişse, biz de böyle aşkla tükeniriz. Ve eğer azizlerle birlikte gömülemezsek, şiir ve şarkıların dizeleriyle yapılmış odalarda kanonize oluruz. "3 Tensel aşka yapılan bu övgü, kanonizasyon eğretilemesiyle sunulunca, kanon kavramının ne kışkırtıcı bir kavram olabileceğini gösterir.
Kışkırtıcıdır, çünkü her yazar ve şair, hem kanona dahil edilmek, hem de onu değiştirmek ister. Böylece edebi gelenekler oluşur ve değişir. Bu dinamiği Rus Biçimcileri kıyıda kalmış yazar, metin, ve edebi tekniklerin merkeze çekilmesi, Harold Bloom gibi Freud'cu eleştirmenler ise babanın, yani bir önceki önemli yazarın etkisinden kaynaklanan bir endişeyle, yeni modeller arama ve bu amaçla kanon dışı kalmış yazarları öne çıkarma arzusuyla açıklarlar.4 Her iki açıklama da, kanon kavramındaki gelenek değişim diyalektiğini teslim eder.
Gene de, kanonların en kayda değer kuruluşu eleştirmenler değil, bizzat edebiyatçılar tarafından yapılanıdır. Örneğin, edebi kanonu değiştiren Cervantes'in bu girişiminin ardında koskoca bir kültür, siyaset, epistemoloji dönüşümü yatar; Goethe'nin Faust söylencesini temel alarak yarattığı ama ilk kez cehenneme değil de cennete gönderdiği Faust'u, Aydınlanma'nın edebiyata nüfuzunu gösterir; Zhdanov'un dayattığı kanonun yıkılışı, bir edebiyatçının sayesinde olur: Bulgakov'un Usta ve Margarita'sı Rus klasikleri arasında yerini alır, çünkü Usta ve Margarita'da Bulgakov Dostoevsky'nin sorduğu sorulan bir kez daha, ama çok farklı bir kültürel iklimde sorar. Shakespeare'in tüm yapıtları bir yönüyle kanon kırıcı, diğer yönüyle kanon yapıcıdır. Gene bir Kanon (din adamı) olan Rabelais Gargantua ve Pantagnıel'le öyle sıradışı bir yapıt koymuştur ki ortaya, bu yapıt sonradan Bakhtin'in roman kuramına temel teşkil edecektir.5 Ve edebiyatta bu tür örnekler saymakla bitmez.
Edebi kanonlar böyle karmaşık süreçler sonucu oluşmuş, herkesin üzerinde anlaştığı, ama gene de münazara ve münakaşaya açık geleneklerdir. Kanonun bunun dışında dar anlamlı bir kullanılışı da vardır ki, tümüyle siyasi ya da doktrinerdir. Ne var ki, kaba siyasi müdahaleyle oluşturulmaya çalışılan kanonların zaten uzun bir ömrü de olmaz; Zhdanov'un oluşturmaya çalıştığı Sovyet gerçekçiliği kanonu, Mao'nun kültür devrimi altında oluşturmaya çalıştığı kanon, Hitler'in sanat ve edebiyat üzerinde kurduğu baskıyla oluşturmaya kalktığı kanonlar gibi. Bu tür kanonlarda siyasi ve doktriner baskı çok açık olduğu için, kanonizasyon süreçleri ve kanonu oluşturan yapıtların nasıl seçildiği, yaklaşımlarını nesnel kıstaslarla belirlemeyi amaç edinmiş edebiyat tarihçileri için fazla sorun oluşturmazlar ya da oluşturmamalıdırlar. Ama edebi kanonların oluşmasında ve değişmesinde birtakım başka etkenler vardır ki (ideolojik ve epistemolojik olarak oluşan kültürel iklim, dönem ruhu, dünya görüşü, kültürel ve siyasi ortam, egemen estetik ideoloji gibi) bunlar edebiyatçıdan hem iyi bir edebiyat tarihçisi hem de iyi bir eleştirmen olmasını ve bu iki işlevi birlikte yürütmesini talep eder. Çünkü, dönemselliğin karmaşık etkisi altında gelişen kanonlarda, hem yazarların yenilik arayışı, hem eleştirmenlerin ölçüt koyma çabalan, hem okur tepkisini hesaba katan yazar okur diyalogu, hem devlet/ya da cemaat sansürü, hem popüler kültür, hem seç kinci arayışlar bir yumak halinde bulunur.
Edebiyat çalışmaları bir bilim olabilecekse eğer, edebiyatla uğraşan kişiyi en çok uğraştıran, ya da uğraştırması gereken, bu yumaklardır. Dahası, bu tür çok yönlü bir dönemselliğin nüfuzuyla oluşan kanonlar, kültürel münazara ve münakaşalara en açık olanlar, bu yüzden de,
kanon fikrindeki kışkırtıcılığı en fazla barındıranlardır. Alt kültür, ikincil edebiyat gibi kültlerin kanonları bu süreçlerde, ana kanonlara açtıkları savaşla belirlenir. Edebiyat ve sanatta avangardı da aynı dinamiğin bir parçası olarak görmek gerekir; çünkü avangard nasılsa bir süre sonra arka saflara gerilemeye ve kanonda artçı bir noktada durmaya mahkûmdur.
Edebi otorite avangardı daima kuşkuyla karşılamış, daima da yenilgiye uğramıştır. İngiltere'de onsekizinci yüzyıl edebiyat otoritelerine göre Tristram Shandy kısa zamanda unutulmaya mahkûm bir romandı. Ondokuzuncu yüzyılda Thackeray, Dickens'a üstün tutulurdu, çünkü daha akademik bir dille yazıyordu; Amerikalı eleştirmenler dili özensiz diye Theodor Dreiser'i kanon dışı bırakmak istediler (asıl neden Dreiser'in komünist olmasıydı) ama başaramadılar; Lukacs Mann'ı kanonlaştırmak, ama Kafka'yı silmek istedi, yapamadı. Türkiye'de edebiyat otoriteleri romanda bir dönem Namık Kemal'i öne çıkardıktan sonra şimdi Ahmet Mithat'ın kanonizasyonuyla meşguller.
Edebiyat tarihçisi ve eleştirmeni edebiyata ne denli kanoncu yargılan unutarak yaklaşmaya çalışırsa çalışsın, onun değerlendirmelerini de ulaşabildiği yapıtlar belirleyecektir elbette. Burada Türkiye'nin edebi geleneği birçok kamburla yüklüdür. Kanonları yalnızca yazar eser odaklı antolojilerden biliriz; bu eserler de resmi eğitim sürecinde asla tümüyle okunmaz, okunmadığı için de öncü ve artçılarıyla karşılaştırılamaz. Osmanlıca ve eski yazı, modern edebiyat metinlerine bile özel eğitim almamış birinin ulaşmasını olanaksız kılar; transkripsiyonlar ise yetersizdir. Yavaş yavaş bu dar kanonlar kırılmaktaysa da, daha alınacak çok yol vardır ve alınmalıdır da. Çünkü kanonları dar olan kültürlerin kafaları da, bilimsel yöntem ve yetenekleri de dar olur.
Ne var ki, şimdilerde edebiyat çevreleri başka bir kanon sorunsalıyla karşı karşıyalar; ya da kendilerini, dönemin dayattığı böyle bir sorunsalın ortasında buldular. Küreselleşme ve küreselleşme aygıtlarıyla birlikte ortaya atılan bir sorunsaldır bu: Bir dünya kanonu nasıl oluşacaktır? Bu kanonu oluştururken kullanılacak kıstaslar arasında herhangi bir merkez referans noktası oluşturacak mıdır? Şimdiye dek dünya kanonlarını oluştururken kullanılan ve Batı hümanizmasının temel ilkeleriyle belirlenen evrensellik kıstası hâlâ geçerli midir? Kısacası dünya edebiyatı, Goethe'nin Weltliteratür tanımından sonra yeni bir coğrafya ve teknolojik dolaşım olanağı kazandığı için, kanonizasyon kıstasları da yeniden münakaşa ve münazaraya açılmış bulunmaktadır. Post kolonyal eleştiri dediğimiz eleştiri ekolünün başlıca uğraş alanı bu yeni kanonizasyonu etkilemektir.
Edebiyatçılar bir yandan bu küreselleşme kanonlarını izlerken, bir yandan da giderek genişleyen disiplinerarası yaklaşım onları her zamankinden daha zorlu bir işe koşuyor. Kanonları irdelerken başvurulacak kategoriler artık eskisinden çok daha fazla: Göstergebilim, ideoloji, epistemoloji, cinsiyetçilik, kimlik kuramları, özne nesne konumları, kültürel kurumlar, eğitim politikaları, okur kompozisyonu, edebiyatın diğer sanatlarla, özellikle de sinemayla ilişkisi, bunlardan bazıları. Küçülen dünyada kolaylıkla kurulan entelektüel şebekeler ve bu şebekelerde moda olan yargılar da bütün bunların cabası. Edebiyat tarihçisi ve eleştirmeni kanonlara yaklaşımında belki hiçbir zaman bugünkü kadar olanağa sahip olmadı, ama hiçbir zaman da kendisini böylesine şaşırtacak bir kültür tüketimi ağının içinde bulmadı.
NOTLAR:
1—Miguel de Cervantes Saavedra, La Mancha'lı Yaratıcı /4silzade Don Qu yote, çev. Roza Hakmen, istanbul, 1996, s. 408.
2—Henry Fielding, Joseph Andreıvs, NeıvYork, 1950, s. 32. Georg Lukacs, Roman Kuramı, çev. Cem Soydemir, istanbul, 2002, s. 64 76. 3— John Donne, "Canonization," Norton Anthology of Englhh Literatüre, yay. haz., M.H. Abrams ve Diğerleri, Cilt 1,1968, s. 886. 4—ViktorShkfovsky, Theory of Prose. Çev. Ben/amin Sher. 1991. Ve Ha rold Bloom, TheAnxiety oflnfîuence, 1973.
5—François Rabelais, Gargantua et Pantoaruel, Paris, 1962. Mikail Bakh tin, Rabe/ais and His World
Prof. Dr. Jale Parla: İstanbul Bilgi Üniversitesi Karşılaştırmalı Edebiyat Bölümü öğretim üyesi.
Kaynak: KİTAP-LIK Ocak 2004
0 yorum:
Yorum Gönder