10 Şubat 2009 Salı

İmparatorluk Çağı: Fatih Sultan Mehmed-4




Yardım Gelmesini Önlemek
Kuşatma sırasında kente iaşe, daha önemlisi asker yardımı olabilirdi. Bir kuşatma sırasında, karadan gelecek
yardımın yolunu kesmenin kendi koşulları zaten vardı. Osmanlılar'ın zayıf kaldığı deniz yolunu kesmek böylece
önem kazanıyordu. II. Mehmed'in ilk işi, dedesi Bayezid'in Anadolu Hisarı'nın karşısına, Rumeli Hisarı'nı yaptırmak
oldu. Böylece, kuzeyden gelebilecek yardımı kesmek istiyordu.
Kuzeyden gelmesi ilk akla gelecek olanlar, Karadeniz'de kolonileri bulunan İtalyan devletleriydi, ama Haçlılar'ın da
-tekne bulurlarsa sözgelişi Bulgaristan kıyılarından- bir girişimi olabilirdi. İkincinin değil ama birincinin birkaç
örneği kuşatma sırasında yaşandı. Birinde geçmeye çalışan gemi top atışıyla batırıldı, birinde top atışına rağmen
geçti, üçüncüsünde top atışı tehdidiyle durdu; yani, olabilecek üç ihtimal de gerçekleşti.
Bu hisarların böyle bir işlev görebilmesi top teknolojisine bağlıdır. Bu sırada Boğaz'da çok yoğun bir trafik
yaşanmasa da, olanlar, II. Mehmed’in boşuna iş yapmadığını gösteriyor.
Gelgelelim, kente Marmara üstünden gönderilecek bir yardıma karşı ancak Çanakkale'de benzer bir tedbir
düşünülebilirdi, o boğazın genişliği düşünüldüğünde (ve o zamanın toplarıyla) bunu yapmak pek mümkün değildi.
Nitekim oradan gelen gemiler Haliç'e de girdi. Ancak, otuz parça kadar olduğu söylenen bir filo hava muhalefeti
nedeniyle sonuna kadar Sakız'da beklemişti.
II. Mehmed aslında bu konuda da elinden geleni yapmıştı, ama elinden gelen sınırlıydı. Kente denizin herhangi bir
yönünden gelecek yardımı kesmenin en sağlam yolu şüphesiz denize hâkim olmaktı. Bunun için öncelikle güçlü bir
donanma gerekiyordu. Tahta çıkışıyla İstanbul kuşatması arasındaki kısa sürede padişahın donanmayla ilgilendiği
ve yeni tekne yaptırdığı söyleniyor. Ama bu konuda yapabileceği fazla bir şey yoktu, çünkü bu tarihlerde
Osmanlılar denizcilikte bir hayli geriydiler (bu konu ileride daha ayrıntılı işlenecek). Nitekim, kuşatma sırasındaki
önemli olaylardan biri gelen dört geminin Osmanlı donanmasını kolayca savuşturarak Haliç'ten içeri girmeyi
başarmasıdır.
Top Teknolojisi
En önemli konu surların aşılabilmesiydi. Dünyada top çağı başlıyordu ve II. Mehmed'in en büyük avantajı buydu.
Top öncesinin teknik imkânlarıyla bu surları aşmak imkânsız gibi bir şeydi.
Ama topun bunu ÇOK kolaylaştırdığını da düşünmeyin. Teknoloji daha kariyerinin başındaydı. İstanbul'un
surlarında delik açabilmek için kocaman gülleler atmak gerekiyordu (sonraki mermiler gibi patlamayan, etkisi
çarpma gücüne bağlı gülleler). Bunları ancak bir o kadar kocaman toplar atabilirdi. Bunun için kıyamet kadar barut
gerekiyordu. Böyle bir kere ateşlenen topun ikinci bir atışa kadar soğuması saatler sürüyordu. Bu çapta bir top
günde sekiz kere ateş edebiliyordu.
II. Mehmed top işine özellikle önem vermiş, Edirne'de, Rumeli Hisarı'nı da yapan Mimar Muslihüddin gözetiminde
birçok top döktürmüştü. Bunların İstanbul önüne getirilmesi de ciddi yol mühendisliği gerektirmişti. Ama
getirilenler yetmeyince kuşatma yerinde de yeni top dökülmüştü. Ulaştırma çok zor olduğu için bu yönteme
başvurulurdu o tarihlerde. Seferde tunç taşınır ve döküm işi, gerektiği yerde yapılırdı - ama tabiî ancak daha
küçük çapta toplar böyle dökülebilirdi.

Osmanlı ordusu I. Murad'ın Kosova Savaşı'ndan beri top kullanıyordu. Çin'den gelen barut Anadolu'yu aşıp Batı'ya ulaşmış ve orada yeni savaş teknolojisinin önemli bir aracı olmaya başlamıştı. Ama Osmanlılar işin önemini erken kavramış ve kendi toplarını, sair ateşli silahlarını üretme işine girişmişlerdi. Osmanlı askerî zaferleri bu silahların başarılı biçimde kullanılmasına büyük ölçüde bağlıdır ve teknolojide geri kalmaya başlanınca askerî zaferlerin de sonu gelmiştir.
İstanbul'un fethedilmesi girişiminde hiçbir şeyi ihmal etmeyen II. Mehmed top konusunda "yabancı yardımı"na da başvurmuştur. Adının "Urban" ve kendisinin "Macar" olduğu, çeşitli farklı iddialara rağmen genel kabul gören top döküm ustası, bir söylentiye göre Bizans'ın adamıyken ayartılarak Osmanlı hizmetine alınmıştır. Rumeli Hisarı'ndan ateşlenerek bir Venedik gemisini batıran topu bu Urban'ın döktüğü, bu başarısı üstüne kesin işe alınıp Edirne'ye götürüldüğü, orada devasa bir top (başyapıtı) ürettiği söylenir. Ne var ki, bu top, İstanbul kuşatmasında, ikinci kere ateşlendiğinde paramparça olmuş, üreticisini de birlikte uçurmuştur.
Bu bağlamda "yabancı yardımı"nın çok etkili olmadığı görülüyor ama II. Mehmed’in hiçbir şey ihmal etmediği de belli. Sonunda bu toplar surlarda yeteri kadar gedik açmayı başardı.
Kuşatmanın Yönetimi
Kuşatma boyunca da genç padişahın aklına koyduğu şeyi başarıya ulaştırmak için bütün zihnî yetilerini burada
yoğunlaştırdığını ve gerekli anlarda önceden düşünülmemiş özgün ve yaratıcı kararlar verdiğini izleyebiliyoruz.
Örneğin, yukarıda değindiğim dört geminin Haliç'e girmeyi başarması üstüne II. Mehmed’in ünlü "karadan aşırma"
operasyonunu düşündüğü anlaşılıyor. Bu düşünce daha önce, Haliç ağzındaki zincirin aşılamaması üstüne de
oluşmuş olabilir. İki durumda da, bir başarısızlığın sonuçlarını giderecek yeni bir çözüm olarak ortaya çıkıyor.
Bu olayın bizim tarihlerde fazla büyütüldüğü, oysa aslında maliyetini kurtarmamış bir girişim olduğu kanısındayım.
1204'te Haçlılar kente çok daha zayıf olan Haliç surlarından girmişlerdi. O zaman girilen Petra Kalesi 1453'te son
direnç noktasıydı. Haliç ağzındaki, zinciri koruyan savaş gemilerine karşı da, karadan yürütülen bu tekneler bir şey
yapamadı. Bunlardan ötürü, hangi yöntem uygulanmış olursa olsun, herhalde çok zahmetli bir biçimde Haliç'e inen
bu çektiriler dolaysız bir yarar sağlamadılar ve savaşın akışını ciddi bir biçimde değiştirmediler.
Kuşatma altındaki kentte bulunan Dukas'ın anlattığına göre, sabah uyanıp Haliç'te birtakım Osmanlı tekneleri
görmenin psikolojik etkisi daha fazla olmalıdır. Bundan başka, sonraki ve nihaî saldırılarda Haliç'te daha fazla
asker bulundurmayı -dolayısıyla asıl savaş yerindeki askeri azaltmayı- gerektirmiş olmalıdır. Bunların da işin
maliyetini karşılamaya yeteceği kanısında değilim, ama II. Mehmed’in kararlılığını bu olay da fazlasıyla pekiştiriyor:
Amacına ulaşmak üzere her şeyi düşünen ve düşünüleni inatla uygulayan bir irade.
Moral bozucu bir olaydan sonra (bu aynı gemiler hikâyesi olabilir) iki veya üç günlük yağma izni verdiğini okuruz
tarihlerden. O günlerin savaş etiğine göre kuşatılanlar savaşırsa, "aman" verilmezdi. Yağma normaldi ve kuşatan
taraftaki asker için teşvik edici bir etkisi olduğu açıktı. Belli ki II. Mehmed Roma'yı kendine başkent edinmeyi
tasarlarken, bunun mümkün olduğu kadar eldeğmemiş ve sağlam bir Roma olmasını istiyordu ve onun için
başlangıçta yağmaya izin vermemişti. Ama iş zora binince bu kararını gevşetmeye razı oldu. Bu küçük olayda da
gidişatı pürdikkat izleyen, bütün olguları değerlendirerek istenen sonuca yönelik tedbirleri üreten, hiçbir şeyi ihmal
etmeyen insanı görüyoruz.
Kuşatma sırasında geçen daha değişik türden bir olay da Peygamber’in bayraktarı Eyyub Ensari'nin mezarının
bulunmasıdır. En yaygın efsaneye göre Akşemseddin mezarın yerini rüyasında görür ve sabah II. Mehmed’i ve
ötekileri oraya götürür. Yere bir çubuk dikerek nişan koyar. Hattâ söylentiye göre padişah ondan habersiz
çubuğun yerini değiştirir, ama Akşemseddin, "Hayır, burası değil" deyip çubuğu alır, gene ilk gösterdiği yere
götürür. Burası kazılır ve Eyyub Ensari'nin hiç bozulmamış cesedi çıkarılır. Türbe ve cami, daha sonra, işte burada
yapılır.
Aslında Eyyub'un gömülü olduğu yer biliniyordu. Onun öldüğü kuşatmanın kaldırılmasının anlaşma koşullarından
biri Bizanslılar'ın bu saygıdeğer adamın mezarına saygı göstermeyi kabul etmeleriydi.
Ama bu küçük oyun da, eğer gerçekten oynandıysa, II. Mehmed’in, 15. yüzyıl ortamında, "psikolojik savaş" gibi
kavramlardan çok iyi haberdar olduğunu ve bunları da ihmal etmediğini gösteriyor.

Devamı...

9 Şubat 2009 Pazartesi

İmparatorluk Çağı: Fatih Sultan Mehmed-3



KUŞATMANIN PLANLANMASI
Bugünün bilgileriyle dönüp geçmişe baktığımızda, 1453 tarihinde Bizans'ın kendini savunmasının ve Osmanlı kuşatmasından kurtulmasının imkânsız olduğunu söyleyebiliriz. Kentin nüfusu, uzun tarihi boyunca görülmemiş derecede azalmış, elli bin dolaylarına inmişti. Yıllardır, Bizans'ın sicilinde, lafı edilmeye değer bir askerî başarı olmamıştı.

Giustiniani adında bir İtalyan (Cenovalı) komutanının getirdiği ücretli askerler de dahil olmak üzere en
fazla beş bin asker vardı.
Ama bu kenti fethetmek gibi bir projeye, sözgelişi 1451 yılında, tuhaf bir şekilde gidip geldiği Osmanlı tahtına son
kez oturmuş genç padişah II. Mehmed'in perspektifinden baktığınızda iş o kadar da kolay görünmüyordu. Asıl
zorluk da zaten o sırada Bizans'ın kendisinin güçlü olup olmamasına bağlı değildi.
Kentin yüzlerce yıl önce yapılmış surları hâlâ, muhtemelen bütün dünyada, en sağlam surlar olarak biliniyordu.
Geçmişte çok kez kuşatılmış, hile hurdanın karıştığı bir sefer dışında, teslim olmamıştı. Bu sağlam surlarda, halen
olduğu gibi, sayıca az bir kuvvet, direnişi uzun zaman sürdürebilirdi. Kuşatmanın uzaması, eşyanın tabiatı gereği
çok daha fazla kayıp verecek olan kuşatıcı tarafın inancını ve şevkini kırabilirdi.
Ama uzamanın asıl korkulacak yanı, bu sırada Bizans'a dışarıdan bir yardım gelmesi ihtimaliydi. Bu, çeşitli
nedenlerle, güçlü bir ihtimaldi. Bütün perişanlığına rağmen, II. Mehmed’in de iştahını kabartan şanıyla
Konstantinopolis o günün dünyasında hâlâ önemli bir varlıktı ve bunun Müslümanlar'ın eline geçmesi, başta Papa,
Batı dünyası için çok kötü bir şey, bir felâket olurdu. Ama daha uzun vadeli siyasî hesaplar çerçevesinde
bakıldığında, gene özellikle Papa açısından, onbirinci yüzyılın ortasında ikiye ayrılan Hıristiyan dünyasını -tabiî
Papa'nın otoritesi altında- birleştirmek önemli bir hedefti. Artık sona eren -ve kayda değer herhangi bir şey elde
edemeyen- Haçlı Seferleri'nin de perde arkasındaki hedeflerinden biriydi bu. Bu dönemde gerçekleşebilmesi için,
Ortodoks dünyanın merkezi olan Bizans'ın zayıflaması, Müslüman tehdidi karşısında çaresiz kalması, Katolikler’in
"tek çare" olarak ortaya çıkması gerekiyordu - ve bütün bu koşullar fiilen vardı. Papa ve öteki Avrupa güçleri ile
efsanevi kentin imparatoru arasında diplomasi trafiği yoğunlaşıyordu.
Dolayısıyla genç padişah kuşatma sırasında arkasından yaklaşan bir Haçlı ordusu haberini aldığında ne yapması
gerektiğini de düşünmeliydi.
Son bir etmen: Kentte rehin tutulan Osmanlı şehzadesi. Hakkında, adının Orhan olması dışında fazla bir şey,
örneğin kimin oğlu olduğunu bilmiyoruz. Uzunçarşılı, Çelebi Mehmed'in oğlu olacağını tahmin ediyor.
Bu rehineler o dönemde bütün dünyada bilinen bir uygulamaydı. Bir çeşit "barış garantisi" olarak, hükümdarlar,
çocuklarını veya yakın akrabalarını birbirlerine "rehin" olarak verirlerdi. "Diplomatik evlendirme"ye paralel bir
kurumdu bu da. Ama Bizans-Osmanlı ilişkilerinde böyle bir rehin biraz daha değişik (belki daha da etkili) bir anlam
kazanıyor, Bizans, Osmanlı tahtında gözü olan birini elinin altında bulundurmuş oluyordu. Osmanlılar güçlü
oldukları zamanlarda doğal olarak böyle tavizler vermediler. Ama Fetret Devri'nde Çelebi Mehmed'in buna razı
olması şaşırtıcı bir durum değildir.

Şehzade Orhan'ın kendi başına tehdit oluşturacak bir potansiyeli yoktu. Eğer Osmanlı cephesinde bir çatlak varsa,
Orhan o zaman önem kazanabilirdi.
Hanedana dayanan yönetim biçiminde her hükümdar kendi otoritesini kesinleştirmeye çalışır, ama bunu yaparken
ve bunu yapmakla soyunun yönetme hakkını pekiştirmiş ve yeniden-doğrulamış olur.
Mutlakiyette, modern dönemde bildiğimiz "siyasî partiler"e özgü farklı düşünce odakları olmaz. Ama içinde farklı
düşünceler barındırmayan bir insan topluluğu da düşünülemez. İşte Şehzade Orhan gibi bir "figür" burada anlam
kazanabilir: Osmanlı cephesi kendi içinde ciddi bir düşünce ayrılığına düşerse, bir taraf Osmanlı soyundan gelen
Orhan'ın tahtın asıl sahibi olduğunu savunmaya başlayabilir.
Osmanlılar bu tehdidi her zaman -belki gereğinden fazla- ciddiye almışlardır. II. Mehmed'in bu dönemde, kendi
yaşantıları ve bilgileri çerçevesinde, böyle endişeleri hafife alması mümkün değildi. Üstelik, yalnız bu kentin fatihi
olmak değil, başına geçtiği devlete verilecek biçim konusunda kendine özgü kararları vardı ve bunlar da öyle
kavgasız gürültüsüz olacak işler değildi.
Bu saydığım etkenler kentin özellikle vakit kaybetmeden alınmasının önemini ve güçlüklerini herhalde açıklıyordur.
Amaçlanan iş kolay bir iş değildi. Genç padişah zorlukları görerek ve bilerek bunlara çare bulmalıydı. II. Mehmed
bu planlama işinin üstesinden gelebilmiştir.






Devamı...

8 Şubat 2009 Pazar

İmparatorluk Çağı: Fatih Sultan Mehmed-2




ÜNVAN KONUSU
Bu "ünvan" konusuna gelmişken burada biraz oyalanalım. Osmanlı hanedanının ilk iki üyesi, Osman ve Orhan, "Bey" ünvanıyla anılırlar. Bu bir Türk ünvanıydı; yükseklik belirtse de, aynı zamanda kendinden yüksek birine bağımlı olunduğunu gösterir. Osman Bey, Selçuklu'nun "uç beyi" (Batı terminolojisinde, "vassal"ı) olduğu için "bey"dir. Orhan kendi adına para bastırırken "sultan" ünvanını ilk olarak kullanmıştı. Bu sikkelerden ikisinde "Essultanül azam Orhan bin Osman halledallahü mülkehü" yazar. Ama, tahta çıkışının üçüncü yılında bastırdığı düşünülen daha erken bir sikkede "sultan" ünvanı geçmez, "Lehu duribe Orhan bin Osman Bursa" ibaresiyle yetinilir. Gerçi "sultan"ın iyice kesinleşmesinden sonra da, böyle, "Bayezid bin Murad" gibi tamlamalar görüyoruz. "Sultan Orhan" yerine daha çok "Orhan Bey" veya "Orhan Gazi" deriz. Ama sıfat sikkeye geçtiğine göre "sultan”lık, Orhan zamanında, teknik anlamda kesinleşmiştir.
"Sultan", "saltanat", "sulta" aynı kökten, "otorite" ve "yönetim"i anlatan kelimeler. Başlangıçta Bağdat ve Şam valilerinin ünvanıyken sonra "hükümdar" anlamını kazandığı, bunu da Gazneli Mahmud'un yaptığı sanılıyor. Ancak bu sıralarda dahi "sultan" ünvanını Halife birine verebiliyordu.
Ahmet Refik ile Fuat Köprülü, ünvanın Osmanlılar'da ilk ne zaman kullanıldığını uzun uzun tartışmışlardır. Bu daha çok "resmî kullanım”la ilgili bir tartışmadır. Ama ünvanın resmî ya da gayrî resmî ilkin Orhan Bey zamanında kullanıldığı olgusunu değiştirmiyor; sorun, terimin resmî kayıt ve kitabelere geçmesiyse (ki, sikkede gördüğümüz şekli de bunu yapmaktadır), Bursa'da Orhan'ın yaptırdığı caminin kitabesinde de "Sultan-ül Gazzat Gazi bin-il-Gazi şucaeddünya ved-din-il-âfak bahadır-ı zaman Orhan bin Osman" yazılmıştır.
Ancak, divan defterlerinde, vakıf kayıtlarında, yani bu gibi önemli resmî yazılarda Çelebi Mehmed'e kadar "sultan" ünvanının kullanılmadığı da doğrudur. Başka birçok konuda olduğu gibi burada da bir "geçiş" yaşandığını, "bey"den "sultan"a giden sürece bizzat sultanların da zamanla alıştığını düşünebiliriz.
Uzunçarşılı'nın Süryanice'den alındığını söylediği "sultan" kelimesinin yanısıra kullanılmış başka sıfatlar da vardı. Orhan Bey'in oğlu I. Murad tarihimize "Murad-ı Hüdavendigâr" olarak geçmiştir. Bu ise Farsça'dan gelen ve gene "amir" veya "hükümdar" anlamında kullanılan bir kelimedir. I. Murad'ın sıfatı olmasından başka, yakın zamana kadar Bursa kentinin ve hinterlandının da adıydı.
Kimi tarihçilere göre, padişahlarla ilgili daha sık kullanılan "hünkâr" kelimesi "Hüdavendigâr"ın bozulmuş şeklidir. Kimileriyse bunun Oğuzca'dan geldiğini (ve "uğurlu" anlamını içerdiğini) söyler. Bu kitapta, bu ünvanın etimolojisi bizim için hayatî bir şey değil. Ancak, bu sıfatın Osmanlı kültürüne özgü olduğunu ve padişahtan başka kimse için kullanılmadığını belirtelim. Saltanatın sonuna kadar da kullanılmaya devam etmiştir.
En yaygın kullanılan ünvanlardan biri olan "padişah" gene Farsça'dan alınmıştır. İbni Kemal'e göre Farsça'da "panzehir" gibi, kötülükleri gideren şeye "pad" denir. Avram Galanti ise "pad"ın kökünü Sümerce "patesi"ye (?) kadar götürüyor. "Şah" üstüne fazla konuşmaya gerek yok zaten.
Sadrazamlar, resmî yazılarında, Sultan'a "padişahım" diye hitap ederlerdi. "Padişah"ın yanısıra "şah" da Osmanlılar'da kullanılmıştır. "Hünkâr" ve "padişah" çok kullanılmakla birlikte, resmî düzeyde "sultan" teriminin yüklü anlamlarını pek taşımamışlardır. "Sultan"ın uluslararası diplomaside edindiği önemi de edinmemiş ve daha çok iç dolaşımda kullanılmışlardır.
II. Mehmed, İstanbul'u fethettikten sonra, Yıldırım Bayezid'in biraz konjonktürden yararlanarak, Bağdat Halifesi'nden rica ile aldığı "Sultan-ı İklim-i Rum" sıfatını rahat rahat kullanmaya başlamıştı.
Bugünün zihniyeti, bu "ünvan" konusunun niçin bu kadar önemli olduğunu kavramakta zorlanabilir. Aslında şimdiye kadar söylediklerim nedenlerini kısmen açıklıyor. Bir hükümdarın yüceliğini ve aynı zamanda başka hükümdarlar karşısındaki konumunu bu ünvanlar belirliyordu. Sonunda herkes gücünü savaş meydanında kanıtlamak durumundaydı ve iş buraya geldiğinde ünvan Bayezid'i kurtarmaya yetmemişti. Ama her sorun savaşla çözülmediği gibi, Fatih ve onu izleyenler, yıldırıcı bir somut askerî güçle desteklendiğinde böyle ünvanların diplomaside de ne kadar etkili olduğunu kanıtlamaktadır.
Başka bir düzeyde bakarsak, antik çağ edebiyatından bildiğimiz bütün (epik) kahramanlar, "er meydanı"nda, atalarının kahramanlıklarından başlayarak kendi başardıklarıyla biten uzun nutuklar atarlar. Bunun bir gerçekliği ve gerçeklikte bir işlevi vardı herhalde. Bugünün kavramlarıyla "psikolojik savaş" veya "propaganda" kategorisine koyabileceğimiz bu nutuklar, "düşmana", yabana atılır biriyle karşı karşıya olmadığını hatırlatıyor, ayağını denk alması gerektiğini bildiriyor, kısacası, "moral bozuyordu". Kahramanların böyle savaştığı -ve sözünü ettiğimiz tarihlerde devam eden- bir dünyada elbette bu ünvanlar çok önemli olacaktı. Çünkü her biri, taşıyanın niçin üstün olduğunu,neleri başararak o ünvanı kazandığını kanıtlıyordu ve gene o dünyada, bu sıfatlara henüz kimse "boş laf" gözüyle bakmıyordu.
Bunları ikna edici bulmayan öğrenciye, Kanunî'nin Fransa Kralı François'ya mektubunun niçin bütün ders kitaplarına konduğunu düşünmesini -okuduğunda neler hissettiğini de hatırlayarak- tavsiye edebilirim.

Fatih Mehmed şimdiye kadar saydıklarımızdan başka bir ünvan daha kullanmaktan geri durmadı: "Han". Osmanlı medeniyeti pek çok bakımdan Asyaî geleneklerden uzaklaşmak, hattâ düpedüz kopmak amacını gütmüş, ama o bağı tutan son ipliklere son darbeyi hiçbir zaman vurmamıştır. Vurmaması koşullara da bağlıydı.
"Sultan" gibi "Han" ünvanını da ilkin Çelebi Mehmed'in resmen kuşandığını görüyoruz. Dağılan devletin yeniden toparlanması ve otoritesini yeniden ihdas etmesinde herhalde bu sıfatların yardımını görmüştü. Daha sonra II. Mehmed'in "han" sıfatını oldukça bilinçli olduğu izlenimini veren bir bağlamda takınması da anlamlıdır. Doğuda Akkoyunlular ve Uzun Hasan belâları zuhur edince Fatih de adının "Sultan Mehmed Han" olarak geçmesine özen göstermiştir. Daha önceki bölümlerde, Osmanlılar'ın, Timur felâketi sonrasında, Oğuz kökenlerine sahip olmaya önem verdiklerini söylemiştim. Bu dönemde de Neşrî (II. Bayezid zamanında) İslâm'ı kabul eden ilk Asyaî Türk Hanı'nın Oğuz olduğunu yazmıştı. Böylece Osmanlılar, özellikle Anadolu'daki Türk Beylikleri'nden devraldıkları tebalarına karşı da, Türk olarak ne kadar önemli bir soydan geldiklerini kanıtlamak istiyorlardı. Bu, görece farklı nedenlerle Çelebi Mehmed'e de, Fatih Mehmed'e de gerekli ve yararlıydı.
Aynı şekilde "Hakan" ünvanı da bu "ünvanlar cephaneliği”nin bir yerlerinde hep bulundurulurdu: "Defter-i Hakânî", "Nişan-ı Hakânî" gibi deyimler bunun kanıtıdır. Dolayısıyla Abdülhamid'in "Ulu Hakan" ilan edilmesi çok zor olmadı.
Son olarak bir de "Halife" ünvanına bakalım. Ders kitaplarımız bu ünvanı Mısır'ın fethinden sonra I. Selim'in (Yavuz) aldığını söyler. Bu bağlamda, Osmanlı padişahlarının aynı zamanda "Halife" olmalarının "resmî" açıklamasının bu olduğunu kabul edebiliriz.
Hilafet, 1258'de Hulagu'nun Bağdad'ı fethedip son Halife Musta'sım'ı öldürmesiyle fiilen sona ermişti. Ama bu arada aileden birileri Mısır Sultanı Baybars'a iltica edince, Mısır, politik nedenler ve yapay yöntemlerle Hilafet makamını canlandırmıştı. Aslında Ortodoks Sünni öğretiye göre Halife ancak Kureyş soyundan gelebilirdi (Bu Hadis'e dayandırılmıştır). Şiîler'in bambaşka bir Hilafet anlayışları vardır: Tahmin edileceği gibi, bunun yalnız Ali'nin soyuna özgü olduğu öğretisi. Ancak, bu iki öğreti dışında, makamı silâh kuvvetiyle ele geçiren bir Müslüman hükümdarın Halife olabileceğini söyleyenler olduğu gibi, İbn Haldun gibi bu makamın artık ortadan kalktığını kabul etmek gerektiğini savunanlar da olmuştur. Hasılı, Hulagu'dan beri -öncesini saymazsak- Hilafet içinden çıkılmaz bir sorundur.
İmdi, Yavuz Selim Halife ünvanını, gene kılıcının hakkı ile, Mısır'dan alıp getirdiyse, bu durum hangi yoruma uyar? Sünni ve Şiî yorumlara uymadığı açıktır. "Kılıç hakkı" yukarıda belirtilmişti. Ancak, örneğin Fatih Mehmed'e "halife" diyenler de vardır. Leslie Peirce, Manisa'da cami yaptıran, Fatih'in Sinan adlı bir azatlı kölesinin padişahın "halife”liğinden söz etmesi örneğini verir (Peirce, 161-2). Ama bunun yalnız Fatih Mehmed’le sınırlı kalmadığı, ondan önce birçok Osmanlı padişahının bu ünvanı kullandığını öğreniyoruz: "Bu suretle Selim I, Kânun II. 1517'de Kahire'ye muzafferane girerek, Abbasî hilafetini nihayete erdirip, son mümessili Mutavakkil'i İstanbul'a götürdüğü zaman, bir buçuk asırdan beri bu Osmanlı hükümdarının cedlerine ve kendisine halifa ünvanı verilmesine alışılmış bulunuyordu" (İslâm Ansiklopedisi, T. W. Arnold, "Halife" maddesi, s. 151). Yalnız Osmanlılar değil, başka Müslüman hükümdarlar da aynı şeyi yapmışlardı.
Bunlar, Selim'den önce olanlar. Gene Peirce, Selim'in oğlu Kanunî Süleyman'ın azlettiği sadrazamı Lütfi Paşa'nın yazdığı, padişahın "Halife" ünvanını kullanma hakkına niçin ve nasıl sahip olduğunu anlatan teorik bir metne değinir. Bu metin de, son analizde, iktidarı elde eden ve onu İslâm için kullanan hükümdarın "halife" sayılması gerektiği görüşüne dayanmaktadır. Ama ilginç olan Selim'den sonra yazılmış olması, buna rağmen Selim'in Mısır seferinden zaten "Halife" olarak döndüğü, dolayısıyla oğlu Süleyman'ın da Halife sayılacağı vb. konularda hiçbir şey söylememesidir. Belli ki birçok konuda olduğu gibi burada da "resmî tarih" herhangi bir somut gerçekliğe dayanmamaktadır.
İslâm Ansiklopedisi Selim hikâyesini şöyle açıklıyor: "Selim I. Kahire ulemasını toplayıp, saltanatının meşruiyeti için, makam-ı hilâfetten icazet talebi lâzım olup olmadığını sormuş ve ulemanın böyle bir muameleye lüzum olmadığını söylemeleri üzerine, kendisinin bu hususta halife ile asla temas etmemiş olduğu anlaşılmaktadır... Hilâfetin Selim I.'e devir ve teslimi gibi bir vaka ise, ne mezkûr rûznamede ve ne de diğer fetihnamelerde zikredilmediğine göre, asılsız ve esassız bir rivayetten ibaret olması muhakkak sayılabilir" (Sözü Geçen Eserde, s. 151).
Selim'i izleyen yıllar ve yüzyıllarda Osmanlı padişahları Halifelik iddia etmediler, bunu ileri sürmediler. Bu yüzyıllarda Osmanlı saltanatı ve Hindistan'da "Moğol" diye bilinen, ama aslında Türk olan Babür Şah hanedanı dışında, hilafete (kılıç hakkına dayanarak) talip olacak Müslüman bir devlet yoktu. Ama bunların ikisi de bunu yapmadı.
Osmanlı padişahları güçlü oldukları ve kendilerine güvendikleri sürece hilafetten yararlanma fikrini ciddiye almamışlardır. "Katerina II. Osmanlı ülkesinde Ortodoks Hıristiyanların himayesi hakkını istediği vakit, 1774 Küçük Kaynarca müsalehasını müzakere eden Osmanlı murahhasları da bu muahedeye, halifa ünvanına istinaden, sultanın tâbiyetinden çıkan Türk ve Müslümanlar üzerinde, dinî hüküm ve nüfuzuna dair, bir bend koydurdular. Bu devirden beri hıristiyan Avrupa halifenin, tıpkı papanın Katoliklerin dinî reisleri olduğu gibi, Osmanlı sultanının tebeası olsun olmasın, tüm Müslümanların ruhanî reisi olduğuna dair yanlış bir telakkiye kapılmıştır. Hıristiyan Avrupa'da yayılan bu fikrin Türkiye'de bile tesiri görülmüştür."
Küçük Kaynarca ile başlayan bu Halifelik durumundan yararlanma fikrini geliştiren Abdülhamid'dir. Bununla iktidarını hem içeride perçinlemeyi, hem de dış politikada, sömürgelerinde milyonlarca Müslüman yaşayan "düvel-i muazzama"ya karşı bunu diplomatik bir koz olarak elinde bulundurmayı tasarlıyordu. Sonuçta, ikisinde de, kısmen başarılı olduğu söylenebilir.
Ama, örneğin Fas, hiçbir zaman Abdülhamid'in halifelik iddiasını ciddiye almamıştır, çünkü Fas sultanları halifeliğin sıhriyet yoluyla kendilerine geçtiğini iddia etmişlerdir. Yani, İbn Haldun'un dediği gibi, Abbasî Halifeliği çöküp İslâm dünyasının önderliği de Araplar'ın elinden

bir kere çıktıktan sonra, hiç kimse, bir başkasının Halifelik iddiasını ciddiyetle karşılamamıştır. Son dönemde Saddam Hüseyin bile Halife soyundan geldiğini ileri sürüyordu.
II. Mehmed böylece "padişah", "hünkâr" ve "sultan", ama aynı zamanda "Han" ve "Hakan"dı. Batı dünyasına karşı "Kayser", İslâm dünyasına karşı -icabında- "Halife"ydi. Hanedan içinde ilkin o bunların hepsini birden kullanmıştı (ama her biri, ayrı ayrı, daha önceki padişahlar tarafından kullanılmıştı). Bu da, onun kurduğu imparatorluğun özelliklerini gösterir: Etnik kökleri Oğuz-Türkmen (Türk) dünyasında olan ama gerekmedikçe bu yanı fazla vurgulanmayan bir Ortadoğu İslâm İmparatorluğu. Bu İslâmî karakteri en ön planda olmakla birlikte, aynı zamanda, eski Roma İmparatorluğu'nun yerini almış bir imparatorluktu. Burada İstanbul ve Çanakkale Boğazları'nın da simgesel bir yeri ve önemi vardı. Roma gibi Osmanlı da, ne yalnız Asyalı ne de yalnız Avrupalı'ydı. Yalnız Roma'nın olduğu gibi, Avrasyalı bir imparatorluktu.
İstanbul'un ele geçmesinden sonra Osmanlı devletinin bileşiminin değiştiğini söyleyebiliriz. Tarihte hep olduğu gibi, bu, birdenbire her şeyin başkalaştığı anlamına gelmez. O dönemde yaşayan sıradan insanların da -fethedilen şehrin hemşehrisi değillerse- dünyada önemli bir değişiklik olduğunu hissedeceklerini hiç sanmıyorum. Ama Osmanlı devletinde çok önemli bir değişim olduğu bellidir. Bu bölümün geri kalan kısmında II. Mehmed'in fetihle gerçekleştirdiği değişimin sonuçlarına nasıl cevaplar bulduğunu incelemeye çalışacağım. Ama bundan önce, fetih olayında gösterdiği geniş çaplı düşünce üstünde biraz durmanın yararlı olacağını düşünüyorum, çünkü bu şekilde Fatih'in kişiliği hakkında iyi kötü bir varsayım geliştirebiliriz.






Devamı...

7 Şubat 2009 Cumartesi

İmparatorluk Çağı: Fatih Sultan Mehmed-1




II. Mehmed döneminde Osmanlı Beyliği ya da Devleti artık Osmanlı İmparatorluğu olur. Bu, olayların, başarıların kendiliğinden gidişiyle varılmış bir sonuç olmaktan çok, bilinçli biçimde planlanmış ve elde edilmiş bir hedeftir, diyebiliriz. Bunun böyle olduğuna dair yazıya geçmiş bir ipucu yok, ama II. Mehmed'in çeşitli eylemlerini bir araya getirdiğimizde, bunlara anlam veren ve birbirlerine bağlayan böyle bir amaçla davrandığı izlenimi güçleniyor. Bu durum, II. Mehmed'in saltanatında çok belirgin olmakla birlikte, bunun yalnızca onun özgün düşüncesi olduğunu ileri sürmek çok doğru olmayabilir. Gerek düşünce, gerekse düşünce doğrultusunda yaratılmış kurumlar, Fatih'ten önceki dönemlerde de görülür. Ama bunları bir uyum içinde gerçekleşme aşamasına getirme işini Fatih Mehmed tamamlamış ve bu süreç içinde birçok özgün çözüm üretmiştir. Bu bölümde, II. Mehmed'in hayatını izleyerek, imparatorluk projesinin kuvveden fiile çıkışını ve biçimlenişini göstermeye çalışacağım. Babası II. Murad'ın bilmediğimiz nedenlerle kendisi hayattayken tahtını oğluna bırakmayı istemesi nedeniyle genç yaşta tahta gelip giden Mehmed'in bu erken dönemden başlayarak Konstantinopolis'in fethini tasarladığını söyleyebiliriz. Ama bu tasarıyı gerçekleştirmek üzere somut süreci başlatmak fırsatı, ancak babasının ölümünden sonraki kesin cülusuyla eline geçti. Buradaki davranışlarında hem kesin bir kararlılık, hem de amacın gerçekleşmesi için her türlü tedbiri en geniş biçimde düşünme tavırlarını gözlemleyebiliyoruz. Genç padişah, sadrazamı Çandarlı Halil Paşa'dan gelen muhalefete rağmen, kararını uygulama yolunda sarsılmaz bir irade gösteriyor.
Konstantinopolis'in fethinin askerî-stratejik bir önemi var mıydı? Olmadığı kolayca savunulabilir ve Çandarlı Halil Paşa'nın da bunu yaptığı tahmin ediliyor. Osmanlı devletinin sınırları o sırada Balkanlar'da Sırbistan'ın büyük bir kısmını içerecek kadar genişlemişti. Bu koca ülkenin ortasında minik bir cepten başka bir şey olmayan Konstantinopolis askerî açıdan Osmanlılar'a tehdit oluşturacak durumda değildi. İçin için zaten yıkılıyordu. Diplomatik olarak her zaman sorun çıkarabileceğini söylemek mümkün, ama bu da fazla ciddiye alınamazdı, çünkü kentin varlığını sürdürmesi son analizde Osmanlılar’la iyi geçinmesine bağlıydı.
Buna karşılık, son derece güçlü olduğu bilinen surlarından ötürü, fethedilmesi zor olabilirdi (nitekim oldu). Dolayısıyla, burada harcanacak vakit, insan ve maddî imkânı Batı'da daha stratejik fetihlere ayırmak mümkündü. Ama Mehmed bunları -şimdilik- düşünmüyordu.
Bu kent Roma İmparatorluğu'nu temsil eden iki kentten biri olduğu için böyle bir karar verdiği yeterince açıktır. Fatih Mehmed'in tahta geçtiği sırada Osmanlı devleti, eski Roma (yani Doğu Roma) İmparatorluğu'nun yayıldığı toprakların bir kısmının üzerindeydi. Tarihin hazırladığı bu kadere göre, Osmanlı devleti, tükenen Roma'nın yarattığı boşlukta kuruluyordu. Ama bu Roma'nın başkenti, hâlâ, imparatorluğun varisi olduğunu iddia edenlerin elindeydi. Kenti alarak bu iddiaya son vermek, aynı zamanda, yeni Roma'nın sahibi olmak anlamına gelecekti. Sözkonusu, eski Roma'dan kalan, bir tek bu sefil Konstantinopolis vardı, ama Roma'nın manevi prestiji hâlâ ayaktaydı ve daha yüzyıllarca da, ayakta kalacaktı. Büyük Karl, Aachen'ı başkent yaptığı "imparatorluğu"na "Roma" demeyi uygun bulmuştu. II. Mehmed zamanında Alman kralları hâlâ -tabiî teorik olarak- "Kutsal Roma-Germen İmparatoru" sayılıyorlardı. Fransız İhtilâli bile, kimilerince, Roma değerlerine yeniden hayat verme girişimi olarak görülebilmiştir. Dolayısıyla II. Mehmed'in Konstantinopolis'i kendi başkenti yapma projesi, sıradan askerî stratejik hedeflerden çok daha önemli bir manevi mertebeyi amaçlıyordu.
Bunu ilk düşünenin II. Mehmed olmadığı bellidir. Yukarıda değindiğim (daha önce de üstünde durduğum) konjonktürel durum, yani büyüyen Osmanlı'nın küçülen Bizans'ın topraklarında boy atması, birçok padişahın -ve çevresindekilerin- zihninde kaçınılmaz olarak bu çağrışımları yaratmış olmalıdır. Ama Yıldırım Bayezid'in, fiilî davranışlarıyla da, bu hareketin fikir babası olduğunu görürüz: Güzelcehisar ya da Anadolu Hisarı'nın yapılması, bu iki padişahın çok benzer şeyler düşündüklerinin somut bir kanıtıdır. II. Mehmed de projenin ilk adımlarından biri olarak Rumeli Hisarı'nın inşaatına giriştiğinde, aslında Bayezid'in başlattığı bir işi tamamlamış oluyordu. Böylece, kuzeyden, Karadeniz'den Konstantinopolis'e gelebilecek yardımları kesme imkânı yaratılmış oluyordu. Bu da, şüphesiz, Boğaz'ın en fazla daraldığı noktalardan birinde kurulmuş bu iki hisarın geçişi kesecek toplarla donatılmasını gerektiriyordu.
Güzelcehisar tamamlanırken Timur Anadolu topraklarında peyda olmuş, dolayısıyla Yıldırım da bu noktada projesini yarım bırakmak zorunda kalmıştı. Bunu izleyen olaylar uzadı, devlet yeniden toparlandı, böylece parantezin arası iyice açıldı. Sonunda II. Mehmed, Yıldırım'ın kaldığı yerden devam etti. Yıldırım Bayezid'in, bu kentin alınmasının getireceği avantajlar üstüne düşüncelerinin de Fatih Mehmed’inkilerle aynı doğrultuda olduğu anlaşılıyor. Bernard Lewis (İstanbul, 18-19), Bayezid'in o sırada Kahire'de, Memluk himayesinde yaşayan Bağdat Halifesi'ne elçi göndererek, "Rum Sultanı" ünvanını kullanmasını meşrulaştıran bir berat vermesini istediğini anlatıyor. Normal olarak Memluklar'ın buna izin vermemesi beklenirdi. Ama ufukta Timur

belirmişti; Osmanlı onun ilk çarpacağı mevzi olarak duruyordu. Dolayısıyla, Rum, yani Roma sultanı ünvanını kullanmak Bayezid'e bir şey kazandıracaksa, bunu kazanmasına göz yumdular ve berat verildi. Sonuçta ünvan Bayezid’in sorunlarını çözmesine yetmedi. Ama onun taşıdığı önem, daha elverişli koşullarda, Osmanlı hanedanına birçok avantaj sağlayabilirdi. Ünvanı Halife'den değil, kendi kılıcının hakkıyla alan Mehmed, bu avantajları kullanmak için elinden geleni yaptı. Bu bağlamda ilkin şunu söylemek gerekiyor: Özellikle Batı'daki ülkelerle resmî yazışmalarında "Kayser-i İklim-i Rum", yani "Roma İmparatoru" ünvanını kullandı.






Devamı...

6 Şubat 2009 Cuma

Yüzyıl Dönümünde Küçük Asya ve Osmanlı Devletinin Kuruluşu-6



KÖYLÜ İSYANLARI
Anadolu Beylikleri arasında Osmanlılar sivrildiler ve zamanla öteki Beylikleri ortadan kaldırıp bir İmparatorluk haline geldiler. Bu karmaşık süreç içinde belirli çatışma tipleri görünmüştür, ama devletle halk arasında, tek bir istisna dışında, bir çatışma görülmemiştir. O tek "istisna", Şeyh Bedreddin isyanıdır. Osmanlı ve Türk tarihyazımında bu isyanın iyi incelendiğini hâlâ söyleyemiyoruz.
Nâzım Hikmet’in böyle bir tarihî figüre sevgiyle yaklaşması ve destanında onu yüceltmesi anlaşılır bir şeydir - ve tabiî hiçbir ciddi araştırmaya dayanmamaktadır. Ama ona karşılık hemen sol içinde bir aykırı yorum çıkması ("ben tarihî maddeciliği daha iyi bilirim" iddiası mı?) ve Kemal Tahir'in Bedreddin'in bir "ajan" olduğunu kanıtlamaya kalkışması, "araştırmacı”lığın daha iyi bir örneği değildir.
Öte yandan, muhafazakâr sağın da tavırları, alışkanlığın ötesinde şaşırtıcı olacak kadar ilkeldir. İbrahim Hakkı Konyalı gibi birçok faydalı iş yapmış, daha fazlasını yapmaya çalışmış, çalışkan ve kültüre saygılı bir insanın Bedreddin hakkında yazdıklarını okumak, gerçekten şaşırtıcıdır. Kemikleri II. Mahmud'un türbesine getirildikten sonra, Cumhuriyet döneminde mezartaşının kaybolması daha da şaşırtıcıdır. Aykırı, şu bu, 15. yüzyılın özgün bir düşünüründen söz ediyoruz! Bu, nasıl bir vahşet!
Şeyh Bedreddin hakkında bir araştırma yapmasa da, Nâzım Hikmet, sanırım Ortaçağ'ın köylü isyanları bağlamında baktığı için Bedreddin'e sempati duymuştu. Bedreddin'i ele alanlar, örneğin Varidat’ı inceleyen Abdülbaki Gölpınarlı, onu oldukça kesin bir biçimde İslâm tasavvuf geleneğine yerleştirirler. Oysa Bedreddin'in, bu kitabın başından beri değindiğimiz Anadolu heterodoks inançlar çerçevesinde ve genel Avrupa bağlamında incelenmesinin daha verimli sonuçlar vereceğine inanıyorum.
Bedreddin'in tasavvufla ilgisi elbette vardır. Allah'la doğanın özdeş olduğuna inanıyordu. Allah, birliği, doğa ise çokluğu temsil ediyordu. Ama hepsi birdi, bütün dinler de birdi. İnsan, Allah'ın bir parçası olarak eşitti; mülkiyette de böyle olmalıydı.
Bedreddin, bu inançlıklarında tasavvufun İslâmî olan veya olmayan çeşitli kollarına yaklaşır; bazan Batınî gibi, bazan Hurufî gibi konuşabilir. Göreneksel Sunni tarihçiler onun Şiîlik’ten etkilendiğini düşünürler (bütün ideolojik "belalar" Şiîler'den geldiğine göre); oysa böyle değildir. Yığınla inancın kesiştiği Anadolu ve Rumeli heterodoksisinin bir ürünüdür.
Antik çağda ve Ortaçağ'da her şey, her düşünce, ancak genel dinî öğreti içinde formüllenebilirdi. Bugün "sol ideoloji" veya "demokratik talep" gibi kavramlar, başlıklar altında toplayacağımız düşünceler de, ancak din içinden düşünülebilir, din içinde dile getirilebilirdi. Bu geniş çerçeve kapsamında baktığımızda Bedreddin'in hangi tasavvufî akıma daha yakın durduğunu saptamak çok önemli değil (o tür bir inceleme de

şüphesiz gerekli ve faydalı olmakla birlikte...); bu kapsamda, bu gibi akımların hepsi, varolan düzenin kendi mantığı içinde geliştirdiği bir "ortodoksiye" karşı çıkmıştır. Belirleyici olan budur. Katıksız ideoloji düzeyinde, şu ya da bu "argümanı" geliştirerek ortodoksiyle mücadele edebilir; ama somut günlük hayat düzeyine gelindiğinde, o argümanların bu düzeydeki karşılığı, her zaman, insanlar arası eşitlik, eşitliği bazan başlıca etken olarak mülkiyetin lağvı ve buna benzer şeyler olmuştur. "Heresi"nin İslâm veya Hıristiyanlık içinde olması da bu bakımdan fazla önemli değildir.
Hıristiyanlık'ta Ariusçuluk, monofizitizm v.b. tartışmalar köylü hareketleriyle doğrudan ilgili değildi. Ama bunlar da sonuçta siyasete bağlanan, düzende seçkinlerin yerini ve gücünü, hayatın nasıl olması gerektiğini tartışan entelektüel hareketlerdi.
Bogomil hareketi bir köylü ayaklanmasından çok din üstüne yüksek düzeyde entelektüel bir tartışmadır. 10. yüzyılda Bulgaristan'da başladı. Doğunun Maniheist-düalist inançları, Tanrı ile Şeytan'ın birlikte yarattıkları dünya anlayışı, ilginç bir şekilde, buraya taşınmıştı. Tabiî sert bir tepki de oluştu. Kurulu düzenin otoriteleri Bogomil hareketine karşı bir baskı ve yıldırma hareketine giriştiler. Bu girişim etkili oldu ve yukarıda değinildiği gibi hareket Bosna'ya doğru kayarken Güney Balkan'da muhtemelen yeraltına indi.
Ama 12. yüzyılda, Bosna'nın yanısıra, Güney Fransa'da da, Bogomil hareketinden etkilenmiş bir "heresi" görüyoruz: Albi ya da Albigens. Bu zamana kadar Kilise Batı'da iyice örgütlenmişti. 1230'da bu hareket de kanlı bir şekilde bastırıldı. Ama bastırılması neredeyse bir İç Savaş gerektirdi.
Fransa, Yüz Yıl Savaşları'nın da sıkıntısını çekerken 1358'de fazladan bir Yeni Vergi icadı ilk Jaqueine'ye yol açtı. temsilî Fransız köylüsü demek olan Iacque Bonnehomme'dan geliyordu bu ad. Bastırıldı, ama yenileri patlak verdi. Köylü ayaklanmalarından söz ediyoruz, ama kentler de büsbütün hareketsiz veya kırda olanlardan büsbütün kopuk değildi. O günlerde, Paris'te bir tüccar olan Etienne Marcel (şimdi adına metro istasyonu v.b. var) bir isyan başlattı ama onu da öldürdüler. Köylü isyanının çıkmasını da o etkilemişti (ölümü 1358, yani o yıl).
Daha sonra, 1370'lerde, Floransa'da Ciompi ayaklanmasını görüyoruz.
1380'lerde Kara Ölüm Avrupa'yı kasıp kavurmaya başladı. Bu, uzun vadede, köylü ayaklanmalarının hem azalmasına, hem artmasına yol açan tuhaf sonuçlar vermiştir. Nüfus yaklaşık üçte bir azalınca, emek değer kazanmış, kırsal bölgede ücretli emek başlamıştı. Bu yanıyla, gerilimleri hafifletmişti. Ama aynı zamanda, serfleri yeniden zaptırapt altına almak ve bu yenilikleri ortadan kaldırmak için girişimler oluyor ve bunlar yeni ayaklanmalara yol açıyordu.
Kara Ölüm kara Avrupası'nı tırpanlarken 1381'de İngiltere'de Wat Tyler ayaklanması başladı, çok da etkili oldu. Tyler'ı öldürdüler. Ama bu sıralarda Oxford'da Wycliffe ders veriyor ve o da yeni bir din anlayışıyla birlikte eşitlikçi bir toplumsal düzen savunuyordu. Tyler'ın öldürülüşünün ertesi yılı (1482'de) bu derslerden etkilenen Lollard hareketi başladı.
Aslında feodal düzen, insanları isyana teşvik edecek her şeye sahipti ve irili ufaklı isyanlar eksik olmuyordu. Belki şaşırtıcı, ama genel yöntem, bu isyanların, sefaletin yoğun olduğu değil, koşulların görece elverişli olduğu durumlarda patlak vermesidir. Öte yandan, sistemin imkânları ya da başkaldıranların konumları, bu feodalitenin başka bir şeye dönüşmesini sağlayacak bir güce de sahip değildi, böyle bir dünya görüşüne de. Buna rağmen, Wyclifte gibi birinin varlığı, somut şikâyete kattığı entelektüel boyutla, daha soluklu ve daha geniş görüşlü bir direnişi mümkün kılıyordu; özgül hareket baskıya dayanamasa da, entelektüel birikim yeraltında direniyor ve başka yerlere de kayabiliyordu.
Örneğin Wat Tyler hareketinden şu beyit dünya başkaldırma edebiyatına miras kalmıştı:
When Adam dehved and Eve span,
Who was then the gentleman?
(Adem toprağı beller, yününü eğirirken Havva
"Ben soyluyum" diyen biri var mıydı dünyada?)
Bohemya'dan Ian Hus (1372-1415) Oxford'da okumaya gelmiş, Wycliffe'ın derslerine girmişti. Yurduna dönünce o da sesini yükseltti. Vatikan'la ve onun Bohemya'daki adamlarıyla teolojik kavgaya girdi; bu bir halk hareketine ve yığınla politik manevraya yol açtı. Sonunda tuzağa düşürdüler ve yaktılar. Ama her adımda adalet duygusunu çiğneyerek onun sözlerine inananların inançlarını pekiştirdiler. Bir yüzyıl sonra Luther'in Protestan anlayışı Bohemya'da hemen taraflar buldu, hemen tutundu.
Tabiî o yıllarda da Luther'e fazla radikal gelen son büyük Köylü ayaklanması önderi Mûnzer (1490-1525) öldürüldü. Batı kapitalizme geçer ve feodaliteyi tasfiye ederken Köylü isyanları da gündemden kalktı.
Şeyh Bedreddin'i "Osmanlı"dır, "Müslüman"dır diye bütün bunlardan soyutlayıp tek başına biri gibi ele almanın yanlış olduğunu sanıyorum.
Orhan Şaik Gökyay, Bedreddin'in babasının sanıldığı gibi "Kadı" değil de "Gazi" olması gerektiğini, oldukça inandırıcı bir şekilde söylemişti (bu bilgi, Şeyh'in torununun yazdığı Menakıbname'den gelmedir. Gökyay'a göre, halk ağzında "gayın”la "kef”in karışması sonucu "gâzi'l-guzât" ile "kâzı'l-kuzât" yer değiştirmiş olabilir). Tabiî bunları kanıtlamanın imkânı yok; ama çok önemli de değil. Yalnız, fazla lakırdısı edilmeyen bazı ayrıntılara değineyim.
Bedreddin'in annesi Rum'du; gazi ya da kadı, babasının bulunduğu kuşatmada ele geçen ve Müslüman olan bir kızdı. Bedreddin'in büyüdüğü Simavna çevresinde ve Güney Balkan'da Bogomil inancının kalıntıları herhalde hâlâ vardı.
Torlak'la Börklüce'nin yakalanmaları üstüne önce İsfendiyaroğlu'na sığındığını, oradan Kırım'a geçtiğini, sonra da Rusçuk'a geldiğini görüyoruz. Bu sonuncusu da Bogomil bölgesi zaten.

Ama daha öncmlesi, Bedreddin'in arkasından gelenlerin yalnız Müslümanlar’dan ibaret olmamasıydı. Buna bir "ordu" diyeceksek, ordusunun yarısı "gayrı Müslim"di.
Dolayısıyla, Ortaçağ'ın zaten daha çok sonuna doğru ortaya çıkan, bir ideolojik içeriğe (paylaşmacılığı içeren bir teoloji yorumu) sahip Avrupa köylü ayaklanmalarının geç bir örneği olarak değerlendirmek yerinde olur. Avrupa bağlamında "geç", Osmanlı bağlamında ise büyük bir ihtimalle "son"dur. Bilindiği gibi, özellikle on yedinci yüzyılda İç Anadolu "Celâlî" denilen köylü ayaklanmalarıyla sık sık sarsıldı. Ama bunların içinde Bedreddin'inki gibi (ya da Batı'dakiler gibi) ciddi bir "düzen değişikliği" önerisi getireni yoktu. Celâlî isyanlarında sonun genellikle iktidar ilişkilerini değiştirmeden iktidarı (yani yerel olanı) değiştirmek olmuştur.
Bu bakımdan Bedreddin'in girişimi Anadolu'daki Osmanlı-öncesi hareketlere, örneğin Babaîler'e benzetilebilir ve bağlanabilir. Ama türünün son örneğidir.
Fetret dönemi sürerken ortaya çıkması kendi başına açıklayıcıdır. Normal zamandaki otoritesine sahip Osmanlı düzeni bu hareketin bu kadar büyümesine kolay kolay izin vermezdi. Ancak, Musa Çelebi'nin Bedreddin'i kendine kazasker seçmesi gibi olaylara bakıp, buradan onun çıkışını şehzade kavgasına bağlamanın ve bir komplo teorisi üretmenin çok anlamlı olduğunu sanmıyorum.

Devamı...

5 Şubat 2009 Perşembe

Yüzyıl Dönümünde Küçük Asya ve Osmanlı Devletinin Kuruluşu-5




SONUÇLAR
Bu durum normaldir. "Medeniyet" ya da "kültür" Asya içlerinden batıya doğru at süren bu göçebelerle gelmedi. Uzakdoğu'nun medeniyetini de onlar buraya taşımadı. Ama İbn Haldun'dan Hikmet Kıvılcımlı'ya, "medeniyet ve barbarlar" ikilemini incelemiş herkesin söylediği gibi, barbarlar için için kuruyan medeniyete temel insanlık değerleri ve enerji aşısı yaptılar.
Ancak, Osmanlı devletinin kurulma aşamasında olduğu dönemde, Asya'nın, batıya doğru göçebe topluluklar gönderme enerjisi de tükenmeye yüz tuttu. Anadolu'da yerleşen Türkmenler’in bu kategorinin son örneği olduğunu söyleyebiliriz. İlhanlılar, Cengiz'le başlayan (ve aslında büyük ölçüde biten) Moğol yayılmasının son temsilcisiydiler. Bundan sonra Timur harekete geçecek, Cengiz’in vardığı uç noktalara varmayı denemeden Orta Asya'ya çekilecekti. Timur bu arada Bayezid’i yenerek Osmanlı yükselişine ara verdi, ama son veremedi. Timur'u izleyenlerin de, bu taraflara ilgisi gittikçe azaldı.
Son bir atak ise, Timur'un onda biri kadar dahi iz bırakmayan Akkoyunlu, Karakoyunlu dalgalarıdır. Bu hareketleri yüzyıllar içinde izlediğimizde onları gerçekten "dalga"ya benzetmek kolaylaşıyor - tabiî, zamanla gücünü kaybeden dalgaya. Akkoyunlular kıyıyı şöyle bir yalayıp duran ve "arkası gelmeyen" bir dalgaydı. "Yeni bir medeniyet" yaratan son göçebeler, dünya tarihinde, Osmanlılar oldu.
Sözün burasında, kendi kişisel görüşümü yazıyorum: Sanırım Osmanlı deneyiminin "yeni"bir sentez olabilmesinin nedeni, bunun "en batıya" uzanan, dolayısıyla o zamana kadar Ortadoğu'da görülen örneklerden daha farklı bir toplumsal eklemlenmeyi gerçekleştiren bir deneyim olmasıydı. Fatih döneminin sonuna kadar kapladığı alanla Osmanlı İmparatorluğu, aşağı yukarı, Bizans, daha doğrusu Doğu Roma İmparatorluğu'nun kapladığı alana yayılmıştı. Aşağı yukarı aynı topraklarda, ama şüphesiz çok farklı bir yapı! İçinde, üç monoteist dinin bir "modus vivendi"bulduğu bir "imparatorluk"; bundan böyle gitgide ayrışacak olan "doğu" ile "batı"nın birbirine hâlâ kenetli olduğu nokta v.b. pek çok betimleme yapılabilir, ama bunlar Ortadoğu'da, daha doğudan gelen göçebe akımların yerli medeniyetle birleşmesinden doğan ve farklı hanedan adları dışında artık tarihe yeni bir şey katmayan birçok örnekten farklıdır.
Osmanlı devletinin bir yolunu bulup aralarından sıyrıldığı Anadolu Türk Beylikleri'ni de kısaca değindiğim bu kategoriye katabiliriz. Yıkılan Selçuklu devletinden artakalmışlardı, ama Selçuklu devletinden farklı bir özellikleri yoktu, böyle bir özellik geliştirmemişlerdi. Dolayısıyla, mantıken, kötü koşullara Selçuklu devletinden daha güçlü bir direniş gösterecek bir potansiyelleri yoktu. Selçuklu devleti büyük olduğu için İlhanlı Moğollar'ın hedefi olmuş ve bu basınca dayanamamıştı. Beylikler’in paradoksu, Selçuklu devleti gibi güçlü olamadıkları için yaşama şansı bulmalarıydı. Tarihin çok özel bir konjonktüründe sanki asılı kalmışlardı. Doğuda tarihî dinamikleri kurumaya başlayan göçebe kökenli İlhanlılar, Anadolu Beylikleri'ni vasal olarak görmekle yetiniyor, daha fazlasını istemiyor, daha fazlası için muhtemelen güç ve enerji de bulamıyorlardı. Batılarında Bizans ise artık çoktan "inişe geçmişti".

Daha erken tarihlerde bunun için Malazgirt gibi "dışsal" nedenler görebiliyoruz. Ama arada gerçekleşen bütün tahribattan sonra, 13. yüzyılın sonuna gelindiğinde (İstanbul Latinler'den ancak geri alınabilmiş v.b.), Bizans'ın dibe doğru yol alması için dışsalneden’e de gerek kalmamıştı. Bünye kendi sonunu getiriyordu. Bu noktada, Selçuklular’ın yıkılması ve Latinler’in geri dönmesi gibi olayların da Bizans'ta anlamlı bir canlanmaya yol açmaması, çöküntü sürecinin geri dönülmezliğinin kanıtı gibidir.
İşte Beylikler’in "asılı durduğu" bölge buydu, bu boşluk. Burada hayatiyet, ister istemez, kısır bir istikrarın sürdüğü doğudan çok, doğurgan olabilecek bir değişimin veya bir çalkantının bir türlü durulmadığı batıdaydı. Bütün Beylikler’in en küçüğü (bu da üyelerinin enerjisini artıran bir etken olabilir) Osmanlılar da buradaydı - Bitinya bölgesi.
"Doğurgan olabilecek" derken, aklımda Aydınoğulları gibi örnekler var. Selçuklular’dan kopanlar arasında Batı'da hatırısayılır bir kütle niteliğinde Germiyanoğulları, Bizans'tan alabildiğini almaktan geri durmuyorlardı. Aydınoğlu Mehmed Bey Ege'deki fütuhatına Germiyan'ın subaşısı olarak başladı ama az sonra bağımsızlığını ilan etti. O dönemde Anadolu ve Beylikler bağlamında tipik bir hikâyeydi bu. Ama bir koşulla, tipik olmaktan çıktı. Böylece oluşan bu beyliğin deniz kıyısında olması, ötekilerde görülmeyen bir gelişmeye yol açtı: Denizciliğe. At sırtında bozkırlar aşarak gelen göçebeler, tanım gereği, denizle en ufak ilişkisi olmamış insanlardır. Türkler'de bu geçmişin izlerini bugün dahi gözlemleyebiliyoruz.
Ama insanlar değişen koşullara göre alışkanlıklarını da değiştirebilirler. Aydınoğulları kısa zamanda denizin açtığı imkânlardan yararlanmak üzere örgütlendiler, donanma kurdular, deniz seferlerine çıktılar (Selçuklular'dan Kılıç Arslan zamanında bu bölgede bulunan Çaka Bey de daha on birinci yüzyılda aynı şeyleri yapmıştı). Aydınoğlu Beyliği'nin ömrü uzun sürmedi, ama bu örnekler, batıda ortaya çıkacak oluşumların alışılandan çok farklı ögelerle nasıl zenginleşebileceğini gösteriyor. Kaldı ki, Aydınoğulları'nın yaklaşık iki kuşak süren bu denizcilikten elde ettikleri deneyim birikiminin bir zaman sonra başlayan Osmanlı denizciliğine az da olsa bir katkısı bulunduğunu varsayabiliriz. Fatih'in sadrazamı Mahmud Paşa'nın, tam da donanma kurma konusunun gitgide ciddiyet kazandığı bir dönemde, Aydınoğlu Umur Bey’in serüvenlerini anlatan Düsturname’yi ısmarlaması tamamen bir rastlantı olabilir mi?
Karamanoğlu Mehmed Bey’in on üçüncü yüzyıl sonunda devlette Türkçe'yi resmî dil ilan etmesi günümüzde, olumlu bir hareket olarak, sık sık anılır. Geçen yüzyıldan beri dünyanın büyük bir kısmının içinde yaşadığı milliyetçilik ideolojisi ve özlemleri çerçevesinde olumlu görünmekle birlikte, kendi çağının koşullarında taşıdığı anlamları da iyi düşünmek gerekir. Bu bağlamda, Asya'dan gelen göçebe Türkler’in burada yerleşik medeniyetlerle ve onların dilleriyle karşılaşıp tanıştığını, Arapça ve Farsça'nın burada medeniyet dili olduğunu ve daha üst düzeyde bir medeni hayatın kavramlarının bu dillerde karşılığı olduğunu da hatırlamakta yarar vardır. Böyle bir bağlamda baktığımızda, Aydınoğulları'nın donanma kurma çabası, batıda bir beyliğin yeni koşullarla başa çıkma iradesini yansıtıyorsa, Orta Anadolu'da Karamanoğlu'nun davranışı, Selçuklular'ın uygulamasından da öncesine dönüş anlamına geliyor.
Osmanlı devletinin çıkışı (kurulması) ile Bizans'ın batışı (kuruması) arasında, bir tahtırevallideki kadar mekanik bir neden-etki ilişkisi görmemek imkânsızdır. Doğa gibi tarihin de vakuma (boşluğa) izin vermediğini biliyoruz. Ancak burada, cevabı verilmemiş bir soru, bu boşluğu niçin, çok yakın bir coğrafyada kurulu bulunan Karesi veya Germiyan Beylikleri'nin doldurmuş olmadığı sorusudur. Belki, Kütahya'yı kendine merkez seçen Germiyan'ın biraz uzak kaldığı düşünülebilir. Şüphesiz, her iki durumda, konjonktürel etkenlerin de payı olmuştu. Örneğin, Germiyan-Karaman komşuluğu, Germiyan Beyliği'nin dikkatini doğuya ve güneye çekmişti. Karesi hakkında çok az şey biliyoruz. Ancak bu bilinenlerin hepsini toparlayan Z. G. Öden’in kitabında da doğrulanan yoruma uygun şekilde, muhtemelen bu bölge Selçuklu'dan (ve elbette öncesinden) gelen geleneceğe uygun biçimde, Karesi Bey’in ölümünden sonra iki oğlu arasında bölünmüş ve Osmanlılar'ın bu bölgeyi iki lokma halinde (veya üç) ayrı ayrı yutması kolaylaşmıştı. Bu bakımdan orada "konjonktürel"den çok, Justin McCarthy'nin de işaret ettiği "yapısal" (ve Osmanlılar'ın reddettiği) bir zaafın rol oynadığını söyleyebiliriz.
Ayrıca Osmanlılar, ele geçirdikleri Karesi'nin bütün "Gazavat" enerjisini ve "uç bölge" özelliklerini kendi hizmetlerinde Bizans'a yöneltmeyi başardılar. Kuruluş yıllarının önemli kişilikleri, Hacı İl Beyi, Evrenos Bey, Ece Bey ve Gazi Fazıl Karesi'den gelmişlerdi. Özellikle ilk ikisi (ve ikincinin soyu) Osmanlı devletinin kuruluşunda çok önemli roller oynadılar. Bu bağlamda sıfatlarının "Osmanlı" ya da "Karesi" olması bir şey fark ettirmiyordu. Bu bakımdan, Bitinya bölgesine Osmanlı, Kayı v.b. bir boy gelip yerleşmese de, burada benzer bir tarihin yaşanmasının yadırgatıcı ya da şaşırtıcı olmadığı herhalde söylenebilir. (Bu konuda bkz. Zachariadou, "Karesi ve Osmanlı Beylikleri: İki Rakip Devlet," Osmanlı Beyliği: 1300-1389, Ed. E. Zachariadou. Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul, 1997.
Bizans'ta temsil olunan "boşluk" olmasa, ne olurdu? Bu Beylikler oldukça denk kuvvetteydi ve hepsinde aynı "varkalma" tutkusu vardı. Birinin öbürlerini kesin egemenlik altına alması çok zor, en azından çok zaman alacak bir süreçti. Yalnız Karamanoğulları ile Osmanoğulları arasındaki uzun süreli ve inatçı mücadele örneği, bunun nasıl güç gerçekleştiğini gösterir. Ama Bizans'ın yarattığı boşluğa doğru ilerlemek, Osmanlılar'a, ötekilerin hiçbirine nasip olmayacak şekilde güçlenme imkânını verdi.
Mustafa Akdağ, Türkiye'nin İktisadî ve İçtimaî Tarihi adlı önemli eserinde, Horasan taraflarından akan Türkmen boylarının Orta Anadolu'daki oldukça kıraç ve verimsiz arazide sıkıntıya düştüğünü, ama Osmanlı devletinin başından beri bu insanlara, onları daha bereketli Rumeli tarafına aktaracak bir köprü işlevi gördüğünü, başarısının buna bağlı olduğunu ileri sürmüştür. Tarihyazımında böyle yüzyılları ve kıtaları kapsayan büyük tezler, genellemeler, hep kuşkuyla karşılanır, çünkü bunları kanıtlamak zordur. Aynı zamanda tarihçilik onlarsız da edemez. Akdağ'ın bu tezi de Halil İnalcık'ın "Marmara İktisadî Ünitesi" kavramını yönelttiği eleştiriler saklı kalmak üzere, kolay yabana atılmayacak bir tezdir. Ayrıca, onun da gösterdiği gibi, Rumeli'de "fütuhat”ın sona ermesiyle uzun süre devam edecek olan Celâlî isyanlarının tam da bu kıraç bölgede ortaya çıkması, söylenenin inandırıcılığını artırmaktadır.
Beylikler’in temsil ettiği "aşırı feodalite" durumu, böylece, Osmanlılar'ın "aşırı" merkezi-imparatorluk projesine dönüştü. Tarihin en iç gıcıklayıcı sorularından biri, olan bir şeyin, ne kadar rastlantı, ne kadar tarihî zorunluk sonucu olduğudur. Osmanlı tarihinin bir bölümü sanki bu soruya cevap vermek niyetinde gibi. Osman Gazi'den Murad-ı Hüdavendigar'a, Osmanlılar'ın üç kuşağı boyunca bu imparatorluğun temellerini atmak üzere önemli işler başarıldı. Dördüncü padişah Bayezid de bu "proje"ye epey katkıda bulunduktan sonra, Ankara savaşında Timurleng'e yenilince bütün bu yapılanlar uçup gitti, daha doğrusu uçmuş gibi göründü. Timur, ortadan kalkmış Beylikler’in mümkün olanlarının yeniden kurulmasına özellikle özen gösterdi, çünkü İlhanlılar gibi o da burada değil, Semerkand taraflarında oturmaya niyetliydi ve bu bölgede Osmanlı gibi büyük bir devlet değil, dağınık küçük Beylikler’in varlığı işine geliyordu.
Ama iki kuşak sonra (I. Mehmed ve II. Murad) Osmanlılar kaybettiklerini geri aldılar. Fatih Mehmed’in ölümüne kadar (1481, yani Ankara Savaşı'ndaki yenilgiden sonra tam seksen yıl bile değil) sınırlarını iyice genişleterek bir dünya imparatorluğu kurmayı başardılar. Aşağı yukarı yıkılmış durumdayken bu toparlanma, yeryüzünün burasında nesnel koşulların böyle bir imparatorluğa imkân tanıdığını gösteriyor. İkinci olarak, Osmanlılar'ın da böylece ortaya çıkmış bu fırsatı iyi kullanabilecek şekilde donanmış olduklarını söylemek de mümkündür sanıyorum.

Devamı...

4 Şubat 2009 Çarşamba

Yüzyıl Dönümünde Küçük Asya ve Osmanlı Devletinin Kuruluşu-4


İLHANLI MOĞOLLAR
Burada sayılan, Küçük Asya'yı biçimlendiren etkenler arasında Moğollar'ın varlığı o gün muhtemelen sayılması
gereken ilk ve en önemli etkendi; ama zaman içinde en uçucu, en az iz bırakmış olanı da o oldu.

İlhanlı Moğol devletinin kökeni Cengiz İmparatorluğu'na dayanır. Onüçüncü yüzyılın ortasında Cengiz'in torunu
olan Hulagu Han büyük bir orduyla İran'ı istila etmiş, kısa süre sonra Bağdat'ı da ele geçirmişti. Böylece, yüzlerce
yıllık Abbasi devletine de son vermiş oldu.
Müslümanlar’la çatışmaya girmesi, onlara karşı Hıristiyanlar'dan müttefik aramasına yol açtı. Haçlı seferleri
sırasında Ortadoğu'nun çeşitli yerlerinde kurulan -ve tutunan- Haçlı kentleri ile Bizans bunların başında geliyordu.
Hattâ onunla evlendirmek üzere Bizans'ın gönderdiği yarı-meşru prenses Maria İran'a vardığında Hulagu öldüğü
için (1265) oğlu Abaka Han'la evlendirildi. Ancak, sonraki yıllarda İlhanlılar yaşadıkları yerin kurallarına uyarak
Müslümanlaştılar. Bu bölümde sözkonusu ettiğimiz yüzyıl dönümünde Sünni/Şiî kavgasının içinde bile yer aldılar.
Zaten bu olay İlhanlı devletinin zayıflamasına yol açan baş etkendi. 1300'lerin yarısına gelmeden, İlhanlı
varlığından söz etmek için neden kalmamıştı.
İlhanlı Moğollar Asya'nın göçebe geleneklerine Türkmenler'den (en azından "Selçuklu ve Osmanlılar'dan" diyelim)
daha fazla bağlı kalmışlardı. Örneğin çadırdan ("yurt") ve ordugâhtan saraya geçmeyi reddetmişlerdi. İlhan
çadırını nereye kurmuşsa, başkent orasıydı. Bu gibi, biraz da simgesel sayılabilecek uygulamalar dışında bildiğimiz
askerî-göçebe devletlerden farklı olmadıkları gibi, bu bölgede geçerli olan "ikta" gibi sistemlere de uyum
sağlamışlardı.
Sonuç olarak, geçici askerî varlıklarının dışında, "kültürel" denebilecek önemli bir etki bırakmadan tarihe karıştılar.
GENİŞ HİNTERLAND
Peki, buraya kadar sınırları çizilen bu bölgenin hemen dışında, kimler vardı ve neler oluyordu. Şu anda biz,
merakını yenemeyip romanın sonunu okumuş sabırsız okurlar durumundayız. Osmanlı İmparatorluğu'nun buraya
kadar anlatılan bölgenin dışına taştığını biliyoruz. Osmanlı Beyliği kurulur, oldukça hızlı bir biçimde yayılırken
buralarda kim ne yapıyordu.
İran'a aslında büyük ölçüde değindik. İran bir süreden beri doğudan gelen göçebelerin üzerinde hanedan
kurduğu, batırdığı ve yeni gelene teslim ettiği dağınık bir coğrafya halini almıştı. Sekizinci yüzyılda, yeni
inançlarının enerjisiyle dolu Arap orduları gelmiş ve İslâm'ı getirmişlerdi. İran İslâm'ı kabullendi, ama daha
Halifeler döneminin sonunda Şiîlik ve Haricilik doğdu.
11. yüzyıl başında Gazneliler ve Selçuklular’la Asyalı Türkler, ardından Moğollar, Cengiz derken Hülagu, arkasından
gene Türkler, yani Timur, bu dizinin sonu olmak üzere de Akkoyunlular buradan geçecekti. Sonunda gene bir
Türk, Şah İsmail, artık İran'ın yerlisi olacak Saferi hanedanını kuracak ve bundan böyle İran kendi istikrarını
kuracaktı. Bu gerçekleştikten sonra, sürekli savaşlara rağmen, Osmanlı-İran sınırında fazla bir değişiklik
olmayacaktı.
Doğrudan gelen bu hanedanlar İran'la birlikte Arap yarımadasının kuzeyini de etkiliyordu. Hülagü'den sonra
Bağdad, Abbasî devletiyle tırmandığı yere bir daha hiç gelemedi. Suriye ve Lübnan kıyıları ise, Moğollar'ın
kuzeyden geldiği sıralarda güçlenerek güneyden kuzeye doğru savlet eden Memlûk (Mısır) Hükümdarlığı’nın
elindeydi. Eyyubîler hanedanı zamanında güçlenen, çoğu Kafkas kökenli köle askerler olan Memlûkler
("memalik"ten, birinin "malı" olma anlamında) sonunda yönetimi ele geçirmişlerdi. İlk Osmanlı padişahları onlara
saygı gösteriyor, "babam" diye hitap ediyorlardı. Selçuklular’dan kalma Beylikler arasında Dulkadir Beyliği belirli bir
süre güçlü ve istikrarlı Mısır devletiyle büyüyen Osmanlılar arasında bir tampon oluşturacak, sonunda Osmanlı bu
Beyliği de yaratarak Memlûk devletiyle sınırdaş olacaktı.

Balkanlar o zaman da kargaşa içindeydi. Bizans, Yunan halkın bulunduğu yerlerde otoritesini devam ettiriyor, ama Slav Ortodokslar üstünde etkili bir siyasî otorite kuramıyordu. Slavlar kendileri de herhangi bir istikrarlı siyasî birlik oluşturmuş değillerdi. En doğuda Bulgarlar vardı. Sırplar, Hırvatlar ve Boşnaklar aynı soydan geliyordu, ama coğrafî yerleşime göre dinleri farklılaşmıştı: Sırplar Ortodoks, Hırvatlar Katolik'ti. Boşnaklar tabiî henüz Müslüman olmamışlardı ama o zaman da "Bosna Kilisesi" diye ayrı bir Kiliseler’i vardı ve iki tarafın da saldırısına uğruyorlardı. Genel kabul gören Gôren Leori bu Kilise'nin 10. yüzyılda Bulgaristan'da etkili olan, saldırılardan sonra kuzeye doğru savrulan Bogonnil "Sapması"nın bir devamı olduğu yolundadır.
Slavlar'ın yayıldığı alanlar olsun, bugün Romen dediğimiz Ulahlar'ın yaşadığı yerler olsun, sürekli bir istikrar sağlayan merkezî krallıklar oluşamadığı için buralarda epey başı boş bir feodalite hüküm sürüyordu. Eflak tarafları iyice yoksul ve kaotikti.
Arnavutlar, Adriyatik kıyısında ve dağlık Arnavutluk'ta, aşiretlerin etkili olduğu, kendilerine özgü izole bir hayat yaşıyorlardı.
Daha kuzeyde ise güçlü ve toprak bir birim olarak Macaristan vardı. Macarlar da avrupa'ya görece yeni yerleşmiş bir halktı (Arpad'la 9. yüzyıl sonunda Karpatlar Havzası'na gelmiş, Kral İstvan 1000 yılında Hıristiyan olmayan karar vermişti). Bugün haritada gördüğümüz Macaristan'dan çok daha geniş bir alana egemendiler. Zaten Osmanlılar avrupa kıtasında bir olay haline gelince, karşılarında en çetin ceviz olarak Macarlar'ı bulacaklardı. Karadeniz'in kuzeyine gelince, Cengiz'den ve Altın Ordu'dan kalma Kırım Hanlığı buralara hâkimdi. İlkin Kiyif'te kurulan Rus devleti ortadan kalkmış, şu sıralarda Moskva Knyezliği'nde biraz hayat bulmuştu. Daha batıda ise çeşitli Baltık halkları, daha dikkat çekecek şekilde Livonyalılar, Litvanyalılar, onların Batı'sında Lehler vardı. Kıtanın bu bölgesi, Küçük Asya'ya oranla, çok daha içine kapalı ve uzak, yapısı her bakımdan çok geriydi.

Devamı...

3 Şubat 2009 Salı

Yüzyıl Dönümünde Küçük Asya ve Osmanlı Devletinin Kuruluşu-3




BEYLİKLER
Selçuklular Bizans devletinin ortadan kalkmasının belki tek nedeni değillerdi; ama bu sonuca yol açacak herhalde
en belirleyici katkıları onlar yaptılar. Ne var ki, Selçuklu devleti Bizans'tan çok daha kısa ömürlü oldu ve böylece
Selçuklular Bizans'ta başlattıkları sürecin sonunu göremeden kendileri tarihten silindiler.
Ama aslında kimse tarihten "silinmez". Biçim ya da bileşim değiştirerek yaşamaya devam eder. Selçuklu devletinin
yıkılmasından sonra (1277 bunun kesin tarihi sayılabilir) ortaya çıkan Anadolu Beylikleri bir anlamda Selçuklular’ın
devamıdır - elbette hem biçim, hem de bileşim değişimiyle birlikte.
Büyük bünyenin parçalanmasıyla oluşan küçük bünyeler durumlarında hep olduğu gibi, bu Beylikler’in her biri,
makrokozmos Anadolu Selçuklu devletinin mikrokozmos kopyaları durumundaydı - en azından, devlet ve yönetim
kavramı ve bu tür idealler düzeyinde.
Osman ve çevresindekiler de bunlardan biri, hem de o tarihlerde hiç önemli görünmeyen biriydiler. 1310'da, yani
bizim şimdi resmen kuruluş yılı ilan ettiğimiz 1299'dan 11 yıl sonra, Anadolu'da çeşitli beyliklerle diplomatik
ilişkilerini tazeleyen Konya Mevlevileri'nde, Osmanlılar'ın adı kayda bile geçmemiştir (Kafadar, 130). Belli ki o
günkü bakışla bugünkü bakış arasında çok fark var.
Selçuklular'da temsil olunan merkezî otorite çökünce yerel beyler, güçlerinin yettiği yerde kendi beyliklerini ilan
ettiler. Bir düzeyde hepsi, yerini aldıkları Selçuklu devletinin kendisi gibi, Moğol İlhanlı egemenliğini kabul etmek
zorundaydı. Ama Anadolu'da İlhanlı nüfuzu da zayıflama sürecindeydi ve onun zayıflamasıyla eşorantılı biçimde
Beylikler’in özerkliği artıyordu.
Sayıları bir hayli fazlaydı. Birbirlerine ne kadar çok benzerlerse benzesinler, bu kadar çok sayıda, kendine biçtiği
çıkarlar ve hedefler doğrultusunda hareket eden bağımsız birim, Anadolu'da olağanüstü bir hareketlilik
("hareketlilik" yerine "kaos", "istikrarsızlık" veya "anarşi" kavramlarını tercih edecekler vardır) yaratıyordu.
İttifaklar günübirlik bozulup yeniden kuruluyor, sınırlar neredeyse her ay yeniden çizilmeyi gerektiriyordu.
"Birbirine benzemek”ten söz ettiğime göre, neyin benzediği konusuna geleyim. Temel "toplum" olduğuna göre o
düzeyden başlayalım. Bütün bu Beylikler'de gayrı Türk ve gayrı Müslim olanların çoğunluğu oluşturduğunu
varsayabiliriz. Anadolu "halkı", Bizans İmparatorluğu'nun halkıydı. Evlenme ve din değiştirme gibi yollardan zaman
içinde bu halkın birçoğu Müslüman kesime katıldı (ama 1920’lerde bile Mübadele ile bu toprakları terk eden
milyonlarca Ortodoks kalmıştı). Bu gayrı Müslim nüfus o tarihlerde çok daha kalabalık olmalıdır. Böylece, daha
sonra merkezî imparatorluklarını kuran Osmanlılar'ın gayrı Müslim topluluklarla kurmayı başardıkları "co-existance"
biçimleri, aslında daha bu Beylikler zamanında ortaya çıkmaya başlamıştır.
Gayrımüslimler yerleşik köylü nüfusun çoğunluğunu oluşturuyordu. Kentlerde de hatırı sayılır miktarda
bulunduklarını varsayabiliriz. Henüz küçük Asya'da mutlak çoğunluk haline gelmemiş Türkler’in bir kısmı göçebe
hayatını sürdürüyor, ama gittikçe artan sayıda insan da yerleşik köylü veya kentli saflarına katılıyordu. Askerlik ve
yönetim de Türkler’in elindeydi.
Ortaya çıkan genel siyasî manzara, bir "feodalizm" manzarasıydı. Yıkılana kadar Selçuklu hanedanının (ve şimdi
İlhanlılar'ın) vasalı olan bu Beyler’in altında kendi vasalları olan birçok daha küçük ve yerel bey vardı. Az önce
değindiğim çıkar arayışı, çıkar için saf ve müttefik değiştirme pratiği bunların hepsi için geçerliydi. Bu pratikte
"jeopolitik" dışında herhangi bir ilke derdinde olmadıklarını, bunun da ortak bir özellik olduğunu ekleyebiliriz.
Toplumsal olarak bu dönemde Anadolu'nun genel karakterini oluşturan çizgiler, toplumsal kümelenme ve
sınıflaşmalar da hepsinde geçerliydi. Tarımsal üretim temelinde kır/kent ayrımı ve işbölümü ortak bir özellikti.
Kentlerde ağırlık oluşturan esnaf birlikleri, loncalar, ahi örgütlenmesi ve ideolojisi hepsinde vardı.
Gene hepsi, bu son cümlede andığım ideolojik karmaşayı paylaşıyordu. görece yeni Müslüman oldukları için
göçebe Türkmen alışkanlıklarından büsbütün kopmamışlar, daha ortodoks bir İslâmî düşünce sistemine doğru
evrilmekle birlikte henüz oraya varmamışlardı. Hıristiyan komşulardan uzak bölgelerde kurulmuş Beylikler'de bile
"gazî" ideolojisi ve değerleri herhalde sürmekteydi. Anadolu'nun heterodoks inançları ve kültleriyle içiçe
geçmişlerdi.
"Ahiler" hakkında, 14. yüzyılda buraları gözlemleyen Mağrıbî Arap gezgini İbn Batuta'nın klasik betimlemesine
bakalım:
Müfredi ahi, Ah-Kardeş sözünün müfred birinci şahıs şeklinde söylenmesinden meydana gelmiştir. Bunlar Anadolu'ya yerleşmiş bulunan Türkmenler'in yaşadıkları her yerde, şehir, kasaba ve köylerde bulunmaktadırlar. Memleketlerine gelen

yabancıları karşılama, onlarla ilgilenme, yiyeceklerini, içeceklerini, yatacaklarını sağlama, ihtiyaçlarını giderme, onları uğursuz ve edepsizlerin ellerinden kurtarma, şu veya bu sebeple bu yaramazlara katılanları yeryüzünden temizleme gibi konularda bunların eş ve örneklerine dünyanın hiçbir yerinde rastlamak mümkün değildir (s.7).
Hakkında çok şey bilmediğimiz halde, bu Ahi örgütlenmesinin sözkonusu dönemde bütün Anadolu'da yaygın olduğunu biliyoruz. Batuta'nın sözünü ettiği "iyiliğe adanmışlık" yalnız bu esnaf arasında değil, o dönemde sayıları gene hayli kabarık olan dervişler, abdallar v.b., yani oldukça heteredoks bir yapı sergileyen "din erbabı" arasında da görülüyordu. Bu dervişlerin inançlarının kaynakları, İslâmiyet çağında, Babaîlik gibi aykırı ve isyankâr anlayışlara uzanıyordu. Ama İslâm-öncesi çeşitli kültlerle bilmeden akrabalık kurulduğunu da kolayca tahmin edebiliriz.

Devamı...

2 Şubat 2009 Pazartesi

Yüzyıl Dönümünde Küçük Asya ve Osmanlı Devletinin Kuruluşu-2


SELÇUKLU GELENEĞİ


Osmanlı Türkleri, onlarla ilgili geleneksel kaynaklardan okuduğumuz ya da eldeki verilerden akıl yürüterek çıkarsadığımız şeylere göre, Selçuklu devletinin entegral bir parçası değillerdi. Selçuklu egemenliğinin geçerli olduğu topraklara sonradan gelmişler, geldikten sonra da, çok iyi bilmediğimiz bir sürecin sonunda, kendilerini "uç" bölgesinde bulmuşlardı.
Ama Osmanlılar için söyleyebildiğimiz bu sözleri, muhtemelen bu dönemde adı geçen çeşitli Türkmen toplulukları için söyleyebiliriz. Çünkü öyle anlaşılıyor ki bu özellik aslında Selçuklu devletinin belli başlı özelliğiydi: Selçuklu devleti, en "merkezî" olduğu zamanda da, başka ölçülerle, örneğin Osmanlılar'ın bize verdiği ölçülerle kıyaslandığında, oldukça gevşek bir federasyon görünümündeydi. İleride göreceğimiz gibi Osmanlılar bu alanda Selçuklu modelinden bilinçli olduğu izlenimini veren bir biçimde ayrıldılar.
Bu alanda ayrılsalar ve zaten hiçbir zaman çok sıkı sıkı bağlı olmasalar da, son analizde, Osmanlı beyliği için ilk dolaysız büyük devlet modeli Selçuklu devleti olmalıdır. Büyük bir ihtimalle, zihinlerindeki tek model değildi; ama dolaysız olanı oydu. Bu nedenle, Selçuklu devletinin ne gibi temellere dayandığına, ne gibi ilkelerle varolduğuna kısaca göz atmamız gerekiyor.
Dünyanın kabaca bu tarafında ve tarihin kabaca bu dönemlerinde, kökeni Asya olan birçok göçebe devlet ve onların arasında devleti olan ya da olmayan (burada "devlet”ten epey farklı bir şey anlamak gerekiyor zaten) birçok göçebe Türk boyu vardı. Selçuklular da onlardan çok farklı bir özellik yaratmamışlardı. Orta Asya Türkleri, İslâm'ın doğuşundan sonraki yıllarda batıya doğru ilerledikçe bu bölgede egemen olan bu monoteist dinin etkisi altına giriyor ve Müslüman oluyorlardı (daha öncekiler Hıristiyan olmuştu). Zamanla İslâm'ın kendisi de doğuya doğru yayıldı ve buralardaki göçebe ya da yerleşik Türkler'in ortak dini haline geldi. Bu din değişikliği, çabuk ve kolay bir süreç değildir. Monoteizm, kendinden önceki dinî inanç biçimlerine oranla çok daha soyut, sofistike, sistematiktir. Bu ona, öteki politeist v.b. dinler karşısında belirgin bir üstünlük kazandırır. Buna karşılık, aynı nedenlerle, kavranması ve sindirilmesi çok daha zordur. Müslüman olmaya çalışan bu yeni "mühtedi", benimsemeye çalıştığı dinin kural ve ilkelerini ancak kendi zihninde hazır bulunan kalıplar içinden ve onların öğeleriyle karıştırarak kavrayabilir. Bu da, koşullara göre oldukça uzun sürebilen bir "heterodoksi" dönemi yaratır. Bu ilginç serüveni Selçuklular da yaşadılar. Bunun nasıl bir inançlar karışımı yarattığına görece iyi bilinen bir örnek vermek gerekirse, herhalde en iyi örnek Dede Korkut Kitabıolacaktır. Burada Asya'dan kalma şamanist inançlar (ve davranış biçimleri) İslâm öğeleriyle yan yana ve içiçedir.

Konu şüphesiz, bir "din değiştirme" olayından ibaret değil, bu kadar basit değil; konu, aynı zamanda, bir medeniyet değişikliği: Göçebelikten yerleşik düzene, kırsallıktan kentliliğe, göçebeliğin yönetim anlayışından yerleşik düzenin gerektirdiği karmaşık devlete geçiş.
Nizamülmülk önce Alparslan'ın, sonra da oğlu Melikşah'ın yanında vezir olmuş bir İranlı'ydı. Bu ilişkiler, göçebe Türkler'in sözkonusu geçişi gerçekleştirme biçimi konusunda aydınlatıcıdır. Nizamülmülk, eserlerinden Gazzali'nin yararlanacağı kadar bilgili bir insandı. Ortadoğu'nun özellikle İslâm sonrası devlet geleneklerini, Abbasi Halifeliği'nin tarihini ve inceliklerini, İslâmî ideoloji içinde çeşitli akımları çok iyi biliyordu. Bu bilginin bir kısmını Melikşah'ın isteği üstüne yazdığı Siyasetname’de anlattı. Ancak o vezirdi; bunları ondan öğrenmek durumunda olan göçebe Türkler'se hükümdar. Öte yandan, bu ikincilerin, dersini bayağı çabuk öğrenen akıllı öğrenciler olduğunu da hemen ekleyebiliriz. Dediğim gibi ilişki kendisi öğreticidir: Melikşah kitap yazılmasını emreder. Bilgi isteyen o, veren Nizamülmülk'tür; neyi ne kadar, nereye kadar alacağına karar veren, gene Melikşah. Nizamülmülk, ayrıca, daha genel bir çerçevede Selçuklu yönetim sisteminin bir örneği olduğu için de aydınlatıcıdır. Selçuklular'da egemen sınıf medrese kökenli ulema ve yönetim mekanizmasının dili de, bunun sonucu olarak, Farisi idi. Bunlar daha sonra göreceğimiz Osmanlı uygulamasından epey farklı durumlardır. Osmanlılar bütün bunlardan etkilenmesine etkilendiler - ama kurumları kendilerine göre değiştirmekten geri durmadılar. Osmanlı-Türk tarihçilerinden Justin McCarthy şunu söyler:
Büyük Selçuklular gibi Rum Selçuklular'ın tarihi de Türk yönetiminin iki büyük eksiğini sergiler: otoritenin bölünmesi ve göçebe askerlere bağımlılık (s.25).
Bu noktada da Osmanlı uygulaması ile Selçuklu modeli arasındaki ilişki olumsuz - önceki örneğin terk edilmesi ve uygulanmaması anlamında. Ancak, tarihte belirli "halef-selef" ilişkilerine bakarken, bu anlamda olumluluk ve olumsuzluk aynı kapıya çıkar, çünkü bir yöntemin uygulanmamasının da aslında modelden çıkarılmış bir ders olduğunu söyleyebiliriz. Elimizde bu konuda hiçbir kanıt yok, onun için ben tamamen sezgisel olarak, Osmanlı'nın Selçuklu usulüne aykırı davrandığı durumların, uygun davrandığı durumlara oranla, çok daha bilinçli seçme ve kararların sonucu olduğuna inanma eğilimindeyim. Ama bu kişisel bir eğilim ve dediğim gibi, kanıt yok! McCarthy'nin değindiği birinci "büyük eksik" yukarıda benim de sözkonusu ettiğim göçebe geleneklerine bağlı bir şey: Hükümdar ölünce ülke oğulları arasında paylaşılıyor. Bu, sonradan Osmanlı'da karşılaşacağımız sisteme göre daha eşitlikçi ve insanî bir uygulama, ama devletin büyümesi ve devamlılığı çerçevesinde belirgin sakıncaları var. İkinci eksiklik de, Selçuklu devletinin, göçebe topluluklar federasyonu ile yerleşik büyük devlet arasında bir yerde durmasının sonucu. Yerleşik devlete doğru çok önemli adımlar atılmakla birlikte, bunlar sürecin sonuna kadar da zorlanmamıştı. Böylece, Selçuklu devlet yapısında ve özellikle askerlik alanında ciddi bir "göçebelik kontenjanı" hep hazır bulundu. Bu, askerliğin gerekli etkililiğe ulaşamamasından etkili vergi sistemleri geliştirilememesine kadar çeşitli alanlarda güçlü bir devlet sistemi kurulmasını engelledi.
Osmanlılar özellikle bu alanlarda Selçuklular'dan farklı davrandılar. Bu iki alan bir "devlet”in konsolidasyonu açısından hayatî önem taşıdığı için Osmanlılar'ın bu davranışını rastlantı ya da sezgiden çok düşünülmüş bir karar olarak yorumlama eğilimindeyim.
Toprak ve askerlik sistemlerine geldiğimizde, buralarda Selçuklu etkisi belirgindir. Osmanlı "dirlik düzeni"ni, belli başlı çizgileriyle, daha önceden Selçuklular'da görürüz. Ama zaten dünyanın bu bölgesinde buna benzer örnek çoktur. Öte yandan Selçuklular'da bir "köle ordusu" da vardır (ve gene, bütün bölgede), ama bu, Osmanlılar'da olduğu kadar gelişmemiştir.
Selçuklu boyları yerleşik devlet düzenine geçtiklerinde, yaşadıkları bölgenin bir başka özelliğini daha benimsemiş ve genel sistemlerine eklemlemişlerdi. Yerleştikleri yer öteden beri doğu-batı ticaretinin önemli bir transit güzergâhıydı ve bu kervanlar sonuçta "gelir" anlamına geliyordu. Selçuklular'dan bize kalan belli başlı binalar arasında kervansarayların önemli bir yeri vardır. Bu da onların bu etkinliği daha güvenli ve düzenli bir hale getirmek için çaba harcadıklarını gösteriyor.
Selçuklu devletini "Büyük" ve "Anadolu" sıfatlarıyla ikiye ayırma eğilimi ağır basıyor. Devletin ağırlık merkezi Anadolu'nun doğusunda kalmıştı. Bağdat gibi önemli İslâm merkezleri Selçuklular için de önemli çekim merkezleri oldular. Bizans'ın ötesine geçmek, Avrupa kıtasına çıkmak onlar için düşünülen hedef haline gelmedi. O zaman Moğollar'ın da bir dönem boyunca egemen olmaya çalıştığı bir alanda hapsoldular. Göçebe toplumların yerleşiklere karşı belirli avantajları vardır. Bunlar, göçebelikle yerleşiklik arasında biraz "yarı yolda" duran Selçuklular karşısında, Moğollar lehine işledi. Sonuç olarak Selçuklu devleti uzun ömürlü olamadı. Çizmeye çalıştığım bu çerçevede, Osmanlı devletini, onun bir devamı olmaktan çok, ona çok şey borçlu, ondan kaynaklanmış, ama yeni bir başlangıç olarak görmenin daha doğru olacağını sanıyorum.






Devamı...

1 Şubat 2009 Pazar

Yüzyıl Dönümünde Küçük Asya ve Osmanlı Devletinin Kuruluşu-1




Önceki bölümde özetlemeye çalıştığım tartışmada geçen kilit-kavramların ("kabile"/"imparatorluk"; "uç"/"merkez"; "ortodoks"/"heterodoks"v.b.) her biri Osmanlı devletinin kuruluş süreci içinde belirli bir rol oynamıştır. Tarihin
kendisinin bir oluşum sırası olduğu gibi, tarihyazımının da bir oluşum sırası var. Sürecin başlarında, çeşitli tarihçiler, böyle bir devletin oluşmasında, olabilmesinde ana itici güç olduğunu düşündükleri etkeni, niçin öyle düşündüklerinin bütün kanıt ve dayanaklarıyla, ileri sürdüler. O aşamada bunlar birbiriyle yarışan ve çatışan tezler
görünümü veriyordu. Zaman geçtikçe, bütün bu "ana itici güç”lerin anlaşılmaya çalışılan karmaşık bütünün
vazgeçilmez parçaları olduğu, birinin ötekileri dışlamasının veya geçersizleştirmesinin mümkün olmadığı daha iyi
anlaşıldı. Bugünün tarihyazımında sorun bunların içinden (veya "dışından") "asıl" olanı seçmek değil, bir arada
varolan bütün bu etkenlerin en akla (ve gerçeğe) yakın bileşimini kurmaktır.
Bu bağlamda ben, "göçebelik", "Türkmenler", "heterodoks ideoloji" ve bu köklere dayanan "gazi”ler ve "ahi”ler gibi insanî tipolojilerin çok önemli olduğunu düşünüyorum; buna "olmazsa olmaz" derecede bir önem de diyebilirim. Ama bu etkenler özellikle başlangıç aşamasında önemli. Kuruluş ilerledikçe, ucu en azından Roma'ya dayanan imparatorluk geleneği ve kurumları, monoteistik ideoloji, buna bağlı ortodoksi v.b. gitgide önem kazanıyor ve kendilerine hayat hakkı kazandıran ilk kuruluş evresi öğelerini de tasfiye etmeye başlıyorlar. Sürecin bütününde yer alan bu öğeler arası ilişkilerin sürecin evrelerine göre değişen özellikler kazanmaları da, bütünü görmeyi güçleştiriyor.
Ama bu genel yargıları bölümün sonuna erteleyip, 13. yüzyıldan 14. yüzyıla geçiş aşamasında, Anadolu'yu belirleyen yapıyı, değişik güçleri, eğilimleri v.b. kavramaya çalışalım. Bu kısmen, günümüzün moda deyimiyle "jeopolitik"i, kısmen de kültürel yapılanmayı içerecek bir inceleme olacak.
KÜÇÜK BİZANS
Roma'nın, Büyük Konstantin'in ayrımına göre doğuda kalan kısmı, birinci bin yılın başından beri gücü artarak
devam eden "barbar akını"ndan çok fazla etkilenmemişti. Batıda kalan kısım ise, neredeyse ayrımın yapılmasıyla
aynı zamanda yok oluş sürecine girmişti.
Şişeye bakan kişinin iyimser ya da kötümser olmasına göre şişenin "yarı dolu" veya "yarı boş" olması gibi, beşinci
yüzyılda Batı Roma için de hem "devam ediyor", hem de "bitti" demek mümkündü. Bir açıdan baktığımızda, altıncı
yüzyıl başında "Roma İmparatoru" olan I. Anastasius (491-518), sorun çıkaran barbar kavimlerinden Vandallar’la
kendi İtalya valisi arasında siyasî bir evlilik yaptırmış ve bir bakıma rahata ermişti; Galya'da bir Roma Konsülü,
Alpler'in hemen kuzeyinde ise bir patrisyen, Anastasius adına, Roma'nın bu geniş bölgelerini yürütüyordu. İspanya
ve Akitanya'da yönetim gene bir Romalı memurun elindeydi.
Buna göre, sözkonusu dönemde Batı Roma'nın sapasağlam ayakta olduğunu söyleyebiliriz. Ama bu sadece "bir
açı". Başkası da var: İtalya valisinin adı Theodoric'ti ve kendisi Ostrogot kralıydı; patrisyen, Burgonya kralı olan
Gondebaud, Konsül ise Frank kralı Clovis'ti; İspanya'daki Romalı memur ise Vizigot kralı II. Alaric'ti. Hepsi, bu
krallıklarına, Roma'nın onlara verip vereceği herhangi bir ünvandan daha fazla değer biçiyordu. Bu ikinci açıdan
bakıldığında, Batı Roma bitmişti.
Bu durum üstünde biraz ayrıntıya girmeyi tercih ettim, çünkü bölüm sonunda bununla doğuda yaklaşık sekiz yüzyıl
sonra olacaklar arasında paralellik kurmak istiyorum.
Batı Roma böyle ancak "nominal" denebilecek bir biçimde devam ederken, Doğu'nun enerjisi yerindeydi.
Justinianus, hem Afrika'da ve İtalya'da oldukça başarılı sayılabilir seferlere çıkarak eski Roma'yı yeniden kurmak
amacıyla toprak fethediyor, hem başta Aya Sofya'da kendini gösteren bir sanatsal/kültürel canlanma başlatıyordu.
O dönemde ve ondan sonra, Doğu Roma'nın başını ağrıtan sorunlar eksik olmadı (hangi devlet için başka türlü
olabilmiştir?), ama bunlar Batı'nın başına gelenlerle kıyaslanamaz.
Doğu Roma, ancak onuncu yüzyıl dolaylarında ciddi sarsıntılar geçirmeye başladı. Bu kitapta bunun nedenlerini
araştırmaya çalışmamızın bir anlamı yok. Bizi nedenlerden çok sonuçlar ilgilendiriyor.
İbn Haldun ve Vico gibi tarih felsefecileri, bilinen büyük medeniyetlerin döngülerine işaret ederek, onların da
gençlik ve yaşlılık dönemleri olduğunu, doğduklarını ve öldüklerini söylemişlerdi. Tarihte böyle biyoloji temelli
analojilere hiç rağbet etmeyebiliriz, ama onların bu analojileri bir ampirik gözleme dayanıyor. Bir medeniyetin
yükselişi veya çöküşünü yalnızca iç dinamikle açıklayamayacağımız kanısındayım. Bunun önemi elbette var, ama bunun bile önemi daha çok, verili bir medeniyetin içinde bulunduğu genel konjonktürün getirdiği yapılarla bağdaşıp bağdaşamadığı çerçevesinde ortaya çıkıyor.
Bizans, dokuzuncu yüzyılda Makedonyalı hanedanlar elinde, arkası gelmeyen bir canlanma göstermiş ve kaybettiklerinin bazılarını (Girit'i, Antakya'yı v.b.) geri almayı başarmıştı. Ama bunun arkası gelmedi. Demin kullandığım cümle bağlamında, Bizans, batısında oluşmaya başlayan yeni Avrupa ile de, doğusunda İslâm'ın doğuşundan sonra hızla yeniden biçimlenen Ortadoğu ile de başa çıkabilecek takati yitirmişti. Askerî alandaki başarıları tamamen geçiciydi; "kalıcı" diyebileceğimiz etkisini, onuncu yüzyıla girmeden önce, doğusundaki ve kuzeyindeki Slavlar'ı Hıristiyan'laştırmakta gösterdi. Ama kendisi bunun olumlu sonuçlarından pek fazla yararlanamadı.
Bizans'ın doğusundaki İslâm'a karşı belirli bir süre, belirli bir direnç gösterebildiğini görüyoruz. Bu belki Bizans'ın kendi direnme gücünden çok, Güneydoğu Anadolu'nun, yani Arap ordularının Anadolu içine sızma güzergâhlarının dağlık yapısının yarattığı doğal savunma sistemi sayesinde böyle oldu. Araplar İstanbul'u birkaç kere kuşattılarsa da sonuç alamadılar. İslâm İmparatorluğu daha az engelle karşılaştığı kuzeyde İran içlerine ve batıda Kuzey Afrika boyunca İspanya'ya kadar çok daha hızlı ve parlak bir yayılma gösterdi.
Toplumlar ve medeniyetler arasında etkileşme olmaması mümkün değildir. Bu coğrafyanın bu iki monoteist dini rakip konumdaydı. Ama İslâm'ın bazı özelliklerinin Bizans Hıristiyanlığı'na etkisi, 8. ve 9. yüzyıllarda Bizans'ı kasıp kavuran İkonoklazm hareketinde izlenebiliyor.
Monoteizm, soyut ve tek bir Allah düşüncesi, hele sözkonusu tarihlerde insan zihninin kolayca kavrayabileceği, temellük edebileceği bir fikir değildi. "Tasvir" bu nedenle, hem dini insanlara anlatabilmenin aracı, hem de monoteist soyutlukla çelişen, putperestliğin devamı gibi görülen bir şey olmuştur. İslâm'ın bu konuda tavrı netti ve bu net tavır bugüne kadar da etkisini sürdürmüştür. Hıristiyanlık ise müthiş bir "tasvir/ikon" zenginliği yaratmıştı. İsa'nın hayatının her anı resimlendikten başka, Eski Ahit hikâyeleriyle birlikte Hıristiyanlık döneminin azizleri de binlerce kere "tasvir edilmiş"ti. Araplar'ın bir Konstantiniye kuşatmasında, surları koruyan Bizans askerleri mızraklarına Meryem Ana ikonları takmışlar ve kuşatma başarısızlıkla sonuçlanmıştı. "Sahiden" böyle olup olmadığını sormak anlamsız; insanlar böyle olduğuna inanıyorsa mesele tamamdır. Yani, ikonların her türlü yararı tespit ve tescil edilmişti.
Gelgelelim, din "kurulu düzen"in parçası olduğunda kolayca muhafazakârlaşır ve kurum olarak bazı nimetlerden yararlanmaya başlar. Bu da, toplumda daha radikal (ve daha "yoksul") bir din anlayışının savunulmasına yol açar. Muhammed İslâm'ın soyut Allah anlayışını Kâbe'deki somut putlara karşı (ve onlarda temsil olunan düzenin sahiplerine karşı) yaymaya çalıştı ve bunu başardı. Bir zaman sonra, İslâmî sofuluğun aslî bir parçası olan tasvir düşmanlığı, Bizans'ta, değindiğim türden bir dinî radikalizme ihtiyaç duyanları etkiledi. Böylece, Bizans'ta ikonoklazm iki kere "iktidar olabilecek" kadar güçlü bir hareket oldu.
Bizans böylece Arap yarımadasından doğan (yani bütün tektanrıcı dinlerin doğum yeri) İslâm'ın kültürel/entelektüel etkisini ta içinden yaşamakla birlikte, Arap ordularının ta içine kadar girip orada kalmasına engel olmayı başardı.
Her coğrafî konumda, asıl sert rüzgârın, asıl yağmurun v.b. geldiği yön (ya da yönler) vardır. Bizans için de jeopolitik, bu yönün doğu olmasını kararlaştırmıştı. Bir zaman sonra doğuda Bizans için kara bulutlar yeniden yığıldı, birikti. Bunlar da sonuçta Müslüman'dı, ama bu sefer Arap değil Türkler'den oluşuyorlardı. Bu dalgayı durdurmak, Araplar'ı durdurmaktan çok daha güç olacaktı. Bu gelenler Araplar gibi görece yerleşik değil göçmendiler ve herhangi bir coğrafî nişan henüz onlara yollarının sonuna geldiklerini göstermiyordu. İkincisi, Bizans kendisi, Araplar'ın gözlerini buralara çevirdiği tarihlere kıyasla daha fazla yorgun düşmüş, direnme gücünü kaybetmişti. 1071'deki Malazgirt Savaşı bölgede birkaç yüzyıl boyunca olacakların sinyalini verdi. Bizans bu zamana kadar Batı'daki topraklarını kaybettiği gibi, daha genel bir anlamda da Batı'nın gerisine düşmüştü. Malazgirt'ten beş yıl önce İngiltere'yi ele geçiren Normanlar bir yandan Sicilya'da, Ege'deydi ve Bizans'ın bunlarla başa çıkacak askerî gücü kalmamıştı. Öte yandan, İtalyan kent devletleri, başta Venedik, Akdeniz'de deniz egemenliğini ele geçiriyor, ticareti kendi tekellerine alıyorlardı ve onların bu yükselişi, otomatikman Bizans'ın inişi demek oluyordu. Zaten Bizans'ı "bitiren" değilse de "yoran" (ünlü Laz fıkrasındaki anlamında) darbe Batı'dan geldi: 1204'teki dördüncü Haçlı Seferi'nin Konstantinopolis'i fethetmesi. Bizans İmparatorluğu'nun başkentini Haçlılar'dan geri alması altmış küsur yıl sürdü. Geri aldıkları kent, uğradığı bütün yağmadan sonra, bırakmak zorunda kaldıkları kent değildi. Zaten Bizans da bundan sonra eski Bizans olamadı. Adının bütün haşmetine rağmen (ve bunun hâlâ etkisi sürüyordu) artık canını kurtarmaya çalışan -ve pek başarılı olamayan- herhangi bir "düşmüş" devletti.

Malazgirt’in tarihi 1071'dir; 1080 dolaylarında İznik Türkler'in eline geçmişti. Selçuklu Türkleri'nin Anadolu'nun batısına erişme hızları Bizans'ın çöküntü temposuyla eşorantılı olmak durumundaydı. Bizans için toplam çöküş aslında çok daha önceden de gerçekleşebilirdi. Bunu durduran, daha doğrusu geciktiren birinci etmen Haçlı Seferleri oldu. Selçuklular Bizans'la değil, birbirini izleyen Haçlı ordularıyla (ve doğudan kaynaklanan başka sorunlarla) uğraşmak zorunda kaldılar. Haçlı Seferleri sona erdiğinde, Selçuklu devleti de can çekişiyordu. Aynı jeopolitik nedenlerle onun sonunu getiren darbeler de batıdan değil, doğudan gelmişti. Bunlar, üstüste, Bizans'ın ömrünü bir hayli uzattı.
Modern çağa gelinceye kadar bütün büyük devletlerde "zayıflama", merkezin periferi üstünde egemenliğini kaybetmesi anlamına gelir. Bizans için de bu kural işliyordu. Osmanlıca'da "tekfur" kelimesi var. Bu, bir çeşit Bizanslı yerel yönetici için kullanılır; Türkçe'ye nereden geçtiği bilinmez. Belki Farsça "tâcâver"in (taç giyen, taşıyan) Ermenice'de aldığı biçim olan "takavor"dan, belki de Yunanca "nikephoros"tan ("muzaffer") gelmedir. Ancak Türk kaynaklarında rastladığımız bu Bizanslı "tekfur”ların bir hayli bağımsız davranıyor olmaları dikkat çekicidir. Dokuzuncu ve onuncu yüzyıllardaki krizlerde Bizans'ın çevre üstünde belirleyiciliği azalmış, Osmanlı'nın kuruluşu konusunun kimin kimden ne aldığı tartışmasında sıkça adı geçen "pronoia" (tımar"ın kökeni sorunu) bir hayli özerkleşmişti.
Dolayısıyla, Selçuklu devletinin Moğollar'ın yarattığı basınca dayanamayarak yıkılmasından sonra bu topraklarda yaşayan yerel ileri gelenlerin kurduğu Türk beyliklerine benzer biçimde, Bizans'ın zaafı sonucu bağımsız prenslik gibi davranan tekfurlukların da oluştuğunu biliyoruz. Bu gelişmeler Anadolu'nun özellikle batısında adamakıllı karmaşık, çok-başlı, heterojen bir yapının (ya da "yapısızlık") doğmasına yol açmıştı. "Bizans" denince, 14. yüzyıl arifesinde, artık iyice kâğıt üstünde kalan ve insanlarda nostaljik bir rüya duygusu uyandıran imparatorluk düzeninden çok, bu "desantralize" düzensizliği anlamak gerekiyor. Bizans'ın düşmüş olduğu bu durum Anadolu'da kurulan Türk beyliklerini, ama hepsinden fazla Osmanlı beyliğini pek çok düzeyde ciddi bir şekilde etkiledi.






Devamı...

Site Hakkında...

Karşılaştırmalı Edebiyat şimdiye kadar
kez ziyaret edildi. İlginize teşekkür ederiz ::
© 2006-2010 9Kare.Net Yazı İşleri Ürünüdür :: iletişim ::
Resized Header Image Copyright © DHester by freewebpageheaders.com

© Blogger templates The Professional Template Tasarım: Ourblogtemplates.com 2008


PageRank Checking Icon

Takipçilerimiz