1 Şubat 2009 Pazar

Yüzyıl Dönümünde Küçük Asya ve Osmanlı Devletinin Kuruluşu-1




Önceki bölümde özetlemeye çalıştığım tartışmada geçen kilit-kavramların ("kabile"/"imparatorluk"; "uç"/"merkez"; "ortodoks"/"heterodoks"v.b.) her biri Osmanlı devletinin kuruluş süreci içinde belirli bir rol oynamıştır. Tarihin
kendisinin bir oluşum sırası olduğu gibi, tarihyazımının da bir oluşum sırası var. Sürecin başlarında, çeşitli tarihçiler, böyle bir devletin oluşmasında, olabilmesinde ana itici güç olduğunu düşündükleri etkeni, niçin öyle düşündüklerinin bütün kanıt ve dayanaklarıyla, ileri sürdüler. O aşamada bunlar birbiriyle yarışan ve çatışan tezler
görünümü veriyordu. Zaman geçtikçe, bütün bu "ana itici güç”lerin anlaşılmaya çalışılan karmaşık bütünün
vazgeçilmez parçaları olduğu, birinin ötekileri dışlamasının veya geçersizleştirmesinin mümkün olmadığı daha iyi
anlaşıldı. Bugünün tarihyazımında sorun bunların içinden (veya "dışından") "asıl" olanı seçmek değil, bir arada
varolan bütün bu etkenlerin en akla (ve gerçeğe) yakın bileşimini kurmaktır.
Bu bağlamda ben, "göçebelik", "Türkmenler", "heterodoks ideoloji" ve bu köklere dayanan "gazi”ler ve "ahi”ler gibi insanî tipolojilerin çok önemli olduğunu düşünüyorum; buna "olmazsa olmaz" derecede bir önem de diyebilirim. Ama bu etkenler özellikle başlangıç aşamasında önemli. Kuruluş ilerledikçe, ucu en azından Roma'ya dayanan imparatorluk geleneği ve kurumları, monoteistik ideoloji, buna bağlı ortodoksi v.b. gitgide önem kazanıyor ve kendilerine hayat hakkı kazandıran ilk kuruluş evresi öğelerini de tasfiye etmeye başlıyorlar. Sürecin bütününde yer alan bu öğeler arası ilişkilerin sürecin evrelerine göre değişen özellikler kazanmaları da, bütünü görmeyi güçleştiriyor.
Ama bu genel yargıları bölümün sonuna erteleyip, 13. yüzyıldan 14. yüzyıla geçiş aşamasında, Anadolu'yu belirleyen yapıyı, değişik güçleri, eğilimleri v.b. kavramaya çalışalım. Bu kısmen, günümüzün moda deyimiyle "jeopolitik"i, kısmen de kültürel yapılanmayı içerecek bir inceleme olacak.
KÜÇÜK BİZANS
Roma'nın, Büyük Konstantin'in ayrımına göre doğuda kalan kısmı, birinci bin yılın başından beri gücü artarak
devam eden "barbar akını"ndan çok fazla etkilenmemişti. Batıda kalan kısım ise, neredeyse ayrımın yapılmasıyla
aynı zamanda yok oluş sürecine girmişti.
Şişeye bakan kişinin iyimser ya da kötümser olmasına göre şişenin "yarı dolu" veya "yarı boş" olması gibi, beşinci
yüzyılda Batı Roma için de hem "devam ediyor", hem de "bitti" demek mümkündü. Bir açıdan baktığımızda, altıncı
yüzyıl başında "Roma İmparatoru" olan I. Anastasius (491-518), sorun çıkaran barbar kavimlerinden Vandallar’la
kendi İtalya valisi arasında siyasî bir evlilik yaptırmış ve bir bakıma rahata ermişti; Galya'da bir Roma Konsülü,
Alpler'in hemen kuzeyinde ise bir patrisyen, Anastasius adına, Roma'nın bu geniş bölgelerini yürütüyordu. İspanya
ve Akitanya'da yönetim gene bir Romalı memurun elindeydi.
Buna göre, sözkonusu dönemde Batı Roma'nın sapasağlam ayakta olduğunu söyleyebiliriz. Ama bu sadece "bir
açı". Başkası da var: İtalya valisinin adı Theodoric'ti ve kendisi Ostrogot kralıydı; patrisyen, Burgonya kralı olan
Gondebaud, Konsül ise Frank kralı Clovis'ti; İspanya'daki Romalı memur ise Vizigot kralı II. Alaric'ti. Hepsi, bu
krallıklarına, Roma'nın onlara verip vereceği herhangi bir ünvandan daha fazla değer biçiyordu. Bu ikinci açıdan
bakıldığında, Batı Roma bitmişti.
Bu durum üstünde biraz ayrıntıya girmeyi tercih ettim, çünkü bölüm sonunda bununla doğuda yaklaşık sekiz yüzyıl
sonra olacaklar arasında paralellik kurmak istiyorum.
Batı Roma böyle ancak "nominal" denebilecek bir biçimde devam ederken, Doğu'nun enerjisi yerindeydi.
Justinianus, hem Afrika'da ve İtalya'da oldukça başarılı sayılabilir seferlere çıkarak eski Roma'yı yeniden kurmak
amacıyla toprak fethediyor, hem başta Aya Sofya'da kendini gösteren bir sanatsal/kültürel canlanma başlatıyordu.
O dönemde ve ondan sonra, Doğu Roma'nın başını ağrıtan sorunlar eksik olmadı (hangi devlet için başka türlü
olabilmiştir?), ama bunlar Batı'nın başına gelenlerle kıyaslanamaz.
Doğu Roma, ancak onuncu yüzyıl dolaylarında ciddi sarsıntılar geçirmeye başladı. Bu kitapta bunun nedenlerini
araştırmaya çalışmamızın bir anlamı yok. Bizi nedenlerden çok sonuçlar ilgilendiriyor.
İbn Haldun ve Vico gibi tarih felsefecileri, bilinen büyük medeniyetlerin döngülerine işaret ederek, onların da
gençlik ve yaşlılık dönemleri olduğunu, doğduklarını ve öldüklerini söylemişlerdi. Tarihte böyle biyoloji temelli
analojilere hiç rağbet etmeyebiliriz, ama onların bu analojileri bir ampirik gözleme dayanıyor. Bir medeniyetin
yükselişi veya çöküşünü yalnızca iç dinamikle açıklayamayacağımız kanısındayım. Bunun önemi elbette var, ama bunun bile önemi daha çok, verili bir medeniyetin içinde bulunduğu genel konjonktürün getirdiği yapılarla bağdaşıp bağdaşamadığı çerçevesinde ortaya çıkıyor.
Bizans, dokuzuncu yüzyılda Makedonyalı hanedanlar elinde, arkası gelmeyen bir canlanma göstermiş ve kaybettiklerinin bazılarını (Girit'i, Antakya'yı v.b.) geri almayı başarmıştı. Ama bunun arkası gelmedi. Demin kullandığım cümle bağlamında, Bizans, batısında oluşmaya başlayan yeni Avrupa ile de, doğusunda İslâm'ın doğuşundan sonra hızla yeniden biçimlenen Ortadoğu ile de başa çıkabilecek takati yitirmişti. Askerî alandaki başarıları tamamen geçiciydi; "kalıcı" diyebileceğimiz etkisini, onuncu yüzyıla girmeden önce, doğusundaki ve kuzeyindeki Slavlar'ı Hıristiyan'laştırmakta gösterdi. Ama kendisi bunun olumlu sonuçlarından pek fazla yararlanamadı.
Bizans'ın doğusundaki İslâm'a karşı belirli bir süre, belirli bir direnç gösterebildiğini görüyoruz. Bu belki Bizans'ın kendi direnme gücünden çok, Güneydoğu Anadolu'nun, yani Arap ordularının Anadolu içine sızma güzergâhlarının dağlık yapısının yarattığı doğal savunma sistemi sayesinde böyle oldu. Araplar İstanbul'u birkaç kere kuşattılarsa da sonuç alamadılar. İslâm İmparatorluğu daha az engelle karşılaştığı kuzeyde İran içlerine ve batıda Kuzey Afrika boyunca İspanya'ya kadar çok daha hızlı ve parlak bir yayılma gösterdi.
Toplumlar ve medeniyetler arasında etkileşme olmaması mümkün değildir. Bu coğrafyanın bu iki monoteist dini rakip konumdaydı. Ama İslâm'ın bazı özelliklerinin Bizans Hıristiyanlığı'na etkisi, 8. ve 9. yüzyıllarda Bizans'ı kasıp kavuran İkonoklazm hareketinde izlenebiliyor.
Monoteizm, soyut ve tek bir Allah düşüncesi, hele sözkonusu tarihlerde insan zihninin kolayca kavrayabileceği, temellük edebileceği bir fikir değildi. "Tasvir" bu nedenle, hem dini insanlara anlatabilmenin aracı, hem de monoteist soyutlukla çelişen, putperestliğin devamı gibi görülen bir şey olmuştur. İslâm'ın bu konuda tavrı netti ve bu net tavır bugüne kadar da etkisini sürdürmüştür. Hıristiyanlık ise müthiş bir "tasvir/ikon" zenginliği yaratmıştı. İsa'nın hayatının her anı resimlendikten başka, Eski Ahit hikâyeleriyle birlikte Hıristiyanlık döneminin azizleri de binlerce kere "tasvir edilmiş"ti. Araplar'ın bir Konstantiniye kuşatmasında, surları koruyan Bizans askerleri mızraklarına Meryem Ana ikonları takmışlar ve kuşatma başarısızlıkla sonuçlanmıştı. "Sahiden" böyle olup olmadığını sormak anlamsız; insanlar böyle olduğuna inanıyorsa mesele tamamdır. Yani, ikonların her türlü yararı tespit ve tescil edilmişti.
Gelgelelim, din "kurulu düzen"in parçası olduğunda kolayca muhafazakârlaşır ve kurum olarak bazı nimetlerden yararlanmaya başlar. Bu da, toplumda daha radikal (ve daha "yoksul") bir din anlayışının savunulmasına yol açar. Muhammed İslâm'ın soyut Allah anlayışını Kâbe'deki somut putlara karşı (ve onlarda temsil olunan düzenin sahiplerine karşı) yaymaya çalıştı ve bunu başardı. Bir zaman sonra, İslâmî sofuluğun aslî bir parçası olan tasvir düşmanlığı, Bizans'ta, değindiğim türden bir dinî radikalizme ihtiyaç duyanları etkiledi. Böylece, Bizans'ta ikonoklazm iki kere "iktidar olabilecek" kadar güçlü bir hareket oldu.
Bizans böylece Arap yarımadasından doğan (yani bütün tektanrıcı dinlerin doğum yeri) İslâm'ın kültürel/entelektüel etkisini ta içinden yaşamakla birlikte, Arap ordularının ta içine kadar girip orada kalmasına engel olmayı başardı.
Her coğrafî konumda, asıl sert rüzgârın, asıl yağmurun v.b. geldiği yön (ya da yönler) vardır. Bizans için de jeopolitik, bu yönün doğu olmasını kararlaştırmıştı. Bir zaman sonra doğuda Bizans için kara bulutlar yeniden yığıldı, birikti. Bunlar da sonuçta Müslüman'dı, ama bu sefer Arap değil Türkler'den oluşuyorlardı. Bu dalgayı durdurmak, Araplar'ı durdurmaktan çok daha güç olacaktı. Bu gelenler Araplar gibi görece yerleşik değil göçmendiler ve herhangi bir coğrafî nişan henüz onlara yollarının sonuna geldiklerini göstermiyordu. İkincisi, Bizans kendisi, Araplar'ın gözlerini buralara çevirdiği tarihlere kıyasla daha fazla yorgun düşmüş, direnme gücünü kaybetmişti. 1071'deki Malazgirt Savaşı bölgede birkaç yüzyıl boyunca olacakların sinyalini verdi. Bizans bu zamana kadar Batı'daki topraklarını kaybettiği gibi, daha genel bir anlamda da Batı'nın gerisine düşmüştü. Malazgirt'ten beş yıl önce İngiltere'yi ele geçiren Normanlar bir yandan Sicilya'da, Ege'deydi ve Bizans'ın bunlarla başa çıkacak askerî gücü kalmamıştı. Öte yandan, İtalyan kent devletleri, başta Venedik, Akdeniz'de deniz egemenliğini ele geçiriyor, ticareti kendi tekellerine alıyorlardı ve onların bu yükselişi, otomatikman Bizans'ın inişi demek oluyordu. Zaten Bizans'ı "bitiren" değilse de "yoran" (ünlü Laz fıkrasındaki anlamında) darbe Batı'dan geldi: 1204'teki dördüncü Haçlı Seferi'nin Konstantinopolis'i fethetmesi. Bizans İmparatorluğu'nun başkentini Haçlılar'dan geri alması altmış küsur yıl sürdü. Geri aldıkları kent, uğradığı bütün yağmadan sonra, bırakmak zorunda kaldıkları kent değildi. Zaten Bizans da bundan sonra eski Bizans olamadı. Adının bütün haşmetine rağmen (ve bunun hâlâ etkisi sürüyordu) artık canını kurtarmaya çalışan -ve pek başarılı olamayan- herhangi bir "düşmüş" devletti.

Malazgirt’in tarihi 1071'dir; 1080 dolaylarında İznik Türkler'in eline geçmişti. Selçuklu Türkleri'nin Anadolu'nun batısına erişme hızları Bizans'ın çöküntü temposuyla eşorantılı olmak durumundaydı. Bizans için toplam çöküş aslında çok daha önceden de gerçekleşebilirdi. Bunu durduran, daha doğrusu geciktiren birinci etmen Haçlı Seferleri oldu. Selçuklular Bizans'la değil, birbirini izleyen Haçlı ordularıyla (ve doğudan kaynaklanan başka sorunlarla) uğraşmak zorunda kaldılar. Haçlı Seferleri sona erdiğinde, Selçuklu devleti de can çekişiyordu. Aynı jeopolitik nedenlerle onun sonunu getiren darbeler de batıdan değil, doğudan gelmişti. Bunlar, üstüste, Bizans'ın ömrünü bir hayli uzattı.
Modern çağa gelinceye kadar bütün büyük devletlerde "zayıflama", merkezin periferi üstünde egemenliğini kaybetmesi anlamına gelir. Bizans için de bu kural işliyordu. Osmanlıca'da "tekfur" kelimesi var. Bu, bir çeşit Bizanslı yerel yönetici için kullanılır; Türkçe'ye nereden geçtiği bilinmez. Belki Farsça "tâcâver"in (taç giyen, taşıyan) Ermenice'de aldığı biçim olan "takavor"dan, belki de Yunanca "nikephoros"tan ("muzaffer") gelmedir. Ancak Türk kaynaklarında rastladığımız bu Bizanslı "tekfur”ların bir hayli bağımsız davranıyor olmaları dikkat çekicidir. Dokuzuncu ve onuncu yüzyıllardaki krizlerde Bizans'ın çevre üstünde belirleyiciliği azalmış, Osmanlı'nın kuruluşu konusunun kimin kimden ne aldığı tartışmasında sıkça adı geçen "pronoia" (tımar"ın kökeni sorunu) bir hayli özerkleşmişti.
Dolayısıyla, Selçuklu devletinin Moğollar'ın yarattığı basınca dayanamayarak yıkılmasından sonra bu topraklarda yaşayan yerel ileri gelenlerin kurduğu Türk beyliklerine benzer biçimde, Bizans'ın zaafı sonucu bağımsız prenslik gibi davranan tekfurlukların da oluştuğunu biliyoruz. Bu gelişmeler Anadolu'nun özellikle batısında adamakıllı karmaşık, çok-başlı, heterojen bir yapının (ya da "yapısızlık") doğmasına yol açmıştı. "Bizans" denince, 14. yüzyıl arifesinde, artık iyice kâğıt üstünde kalan ve insanlarda nostaljik bir rüya duygusu uyandıran imparatorluk düzeninden çok, bu "desantralize" düzensizliği anlamak gerekiyor. Bizans'ın düşmüş olduğu bu durum Anadolu'da kurulan Türk beyliklerini, ama hepsinden fazla Osmanlı beyliğini pek çok düzeyde ciddi bir şekilde etkiledi.






0 yorum:

Site Hakkında...

Karşılaştırmalı Edebiyat şimdiye kadar
kez ziyaret edildi. İlginize teşekkür ederiz ::
© 2006-2010 9Kare.Net Yazı İşleri Ürünüdür :: iletişim ::
Resized Header Image Copyright © DHester by freewebpageheaders.com

© Blogger templates The Professional Template Tasarım: Ourblogtemplates.com 2008


PageRank Checking Icon

Takipçilerimiz