2 Aralık 2008 Salı

Yeraltından Notlar-2


<
V
Küçük düşürülmekten zevk almaya çalışan bir adamın kendisine saygı duyduğu söylenebilir mi? Ümitsizlikle dolu bir pişmanlıkla söylemiyorum bunu. Kendimi bildim bileli, "Bağışlayın babacığım, bir daha yapmayacağım," demekten nefret etmişimdir. Bunları söylemek bana hiç de zor gelmiyor, aksine çok kolay söylüyorum. En kötüsü de, hiç suçum olmadığı halde bilerek yakalanmamdı. Böyle zamanlarda da duygulanır, pişmanlık duyar, ağlardım; kuşkusuz bunlar da kendimi kandırmak içindi. Aslında hiçbir kötülük yapmadığım halde, içimde bunun tohumlarını taşıyordum. Doğa kanunları hayatım boyunca beni her şeyden çok yıprattığı halde, bu kez onu da suçlayamazdım. Şu anda bunları düşünmek ruhuma sıkıntı veriyor; o zamanlar da bunu hissederdim zaten. Aradan bir dakika bile geçmeden, bütün o duygusallıkların, pişmanlıkların, değişeceğime dair verdiğim sözlerin yalan, hem de çok kötü birer yalan olduğunu anlıyordum. Durup dururken kendimi neden bu sıkıntılara soktuğumu soracak olursanız, boş durmaktan bıkıp, canım sıkıldığı için kendime oyalanacak işler çıkarırdım, diye cevap vereceğim.


Gerçekten de öyle. Sevgili okuyucularım, kendinizi şöyle bir yokladığınızda, bana hak vereceğinizden eminim. Yaşadığımı anlamak için maceralar uydurur, bir tür yaşam oyunu oynardım. Kaç kere, ortada hiçbir sebep yokken gücenmeyi denemişimdir. Sonunda, öylesine büyütürdüm ki bu meseleyi, her şeyin koca bir yalandan ibaret olduğunu bildiğim halde gerçekten gücenirdim. Bu oyunu o kadar ilerletmiştim ki, sonunda kendime hakim olamaz duruma geldim. Aşık olmayı denedim, hem de bir değil iki defa; inanır mısınız, korkunç acılar çektim. Ruhumun derinliklerinde çektiğim acıyla alay eden bir ses işittiğini halde acı çekmeye devam eder, üstelik delicesine aşıkmışım gibi kıskançlık krizleri geçirirdim. Bütün bunların sebebi can sıkıntısıydı baylar, kesinlikle can sıkıntısı... İçinde bulunduğum tembelliğin verdiği sıkıntı, beni haylazlığa itiyordu. Zaten haylazlık, bilinç altındaki tembellikten başka bir şey değildir. Daha önce bahsetmiştim, şimdi yine tekrarlıyorum: İçlerinden geldiği gibi davrananlarla iş güç sahibi adamlar, dar kafalı olduklarından çok çalışkandırlar. Bu konuyu şöyle açıklayabilirim: Bu dar kafalı insanların akıllan pek az olduğundan, karşılaştıkları bir meselenin ilk sebeplerini araştırmadan, önlerindeki ikinci dereceden sebeplere sarılırlar. İçleri rahattır, çünkü kendilerince en doğru hareketi yapmışlardır. En önemli mesele de bu zaten. İnsan, herhangi bir işe girişmeden önce, bütün tereddütlerden sıyrılarak bir iç huzuru sağlamalıdır. Peki ama kendimi nasıl kandıracağım? Bana destek olacak başlangıç noktalarını, ilk sebepleri nereden bulacağım? Karşıma çıkan her meselede, gördüğüm ilk sebebin hemen ardından bir önceki sebep geliyor ve bu, böylece sürüp gidiyordu. Bütün bunlar, üstün anlayışın ve derin düşüncenin temelidir. Burada, öyle görünüyor ki, doğa kanunlarıyla tekrar karşılaşıyoruz. Size öç almaktan bahsetmiştim az önce, hatırlıyor musunuz? (Belki bunu anlamamıştınız.) İnsanın, hak yerini bulsun diye öç aldığı söy
27lenir. Bu durumda ilk sebebin "adalet" olduğunu söyleyebiliriz. İnsan, içinde bir huzur hissettikten sonra doğruluğuna inanarak rahat bir şekilde öç alabilir. Ben, öç alma duygusunda ne adalet ne de erdemlilik göremiyorum; insan, huysuzluğundan dolayı öç alır sadece. Kafamdaki bütün soruları ortadan kaldıracak bir şey olmadığından, huysuzluğumla temel sebep boşluğunu doldurabilirdim. Ama şu var ki ben, kızgınlık bile duyamıyorum. (Az önce başladığım konu da buydu zaten.) Huysuzluğum, hep o uğursuz doğa kanunları yüzünden kimyasal analizlerden geçiyor. Bakarsınız ki, asıl madde uçmuş, sebeplerin hepsi buhar olmuştur; hakaret, artık kimsenin suçunun olmadığı diş ağrısı gibi masum bir hale gelmiştir. Bu durumda yapılacak tek şey, duvarı daha şiddetli yumruklamaktır. Asıl sebebi bulamayınca da her şeye boş verir, büyük bir bıkkınlık hissedersiniz. Bir defacık da aklını bir köşeye bırakarak, ilk ve asıl nedenleri aramadan, derinlemesine düşünmeden, sadece bir şeyler yapmış olmak için sev ya da nefret et. Sonuçta koca bir sabun köpüğü ve her zamanki tembelliğin çıkacaktır karşına.
Değerli okuyucularım, kendimi bu kadar akıllı görmem, belki de, yaşamım boyunca başladığım hiçbir işi bitiremememden kaynaklanıyor. Herkes gibi ben de geveze, çekilmez bir boşboğaz olsaydım ne olurdu? Bütün akıllı insanların kaderinde, geveze olması, yani başka bir deyişle, havanda su dövmesi yazılıdır.
28
VI
Bütün bu haylazlıklarım, tembelliğimden ileri gelseydi keşke. Tanrım, ne büyük saygı duyardım o zaman kendime. Tembellik de olsa, benim de bir özelliğim olur ve bu, kendime saygı duymamı sağlardı. Birisi beni, "Kim bu adam" diye sorduğunda, "Tembelin biri" yanıtını alırdı. Ben ise bunu duyduğumda çok mutlu olacaktım. Artık benim de bilinen bir özelliğim, insanların hakkımda söylediği sözler olacaktı. Ne diyorsunuz siz, "tembel" bir şaka değildir; bir unvan, bir makam hatta koca bir gelecektir. Alay etmeyin benimle, bu gerçekten böyledir. Bu durumda, en gözde derneklerden birine üye olurdum, yaptığım tek iş de kendimi beğenmek olurdu. Tanıdığım birisi vardı, adam hayatı boyunca Lafitte şarabının uzmanı olmasıyla övündü durdu. Bu özelliğinden dolayı, hiçbir şüphe duymadan, kendisini erdemli bir insan olarak kabul ediyordu. Ölürken, büyük bir iç huzuruyla beraber, zafer kazanmış insanların o eşsiz mutluluğunu da tatmıştı. Elbette, bunda yerden göğe kadar haklıydı. Tembel olabilseydim, buna bir de oburluk eklerdim. Ama öyle sıradan bir tembel obur değil. Bütün güzel ve yüce şeylere ilgi duyan
29tembel oburlardan olurdum ben. Uzun zamandan beridir bunu hayal ediyorum. Bu "güzel ve yüce şeyler" kırk yaşımdayken bana hayli sıkıntı verdiler; ama kırk yaşımdayken oldu bütün bunlar. Bir de o sıralarda, ah, gençlik yıllarımdayken çıkacaklardı ki karşıma. O zaman çok çabuk bir iş de bulurdum kendime ve bütün o güzel ve yüce şeyler şerefine içerdim. Kadehime önce bir damla gözyaşı akıtmak, daha sonra onu bütün güzel ve yüce şeylerin şerefine kaldırmak için hiçbir fırsatı kaçırmazdım. Dünyadaki her şeye güzellik ve yücelik penceresinden bakar, en kötü, en çirkin şeylerin bile güzel ve yüce olan taraflarını görürdüm. Bunun yanında, istediğim an, sulugözlü bir insan olurdum. Bir ressam, Ghe (*) ayarında bir resim yaptı diyelim; hemen ressamın sağlığına ve şerefine kadehimi kaldırırdım, çünkü bütün güzel ve yüce şeyleri seven birisiydim ben. Bir yazar, "Canınız nasıl isterse" diye bir eser mi yazdı, hemen "Canınız nasıl isterse" için kadehimi kaldırırdım. Size söyledim ya, "güzel ve yüce" ne varsa hepsini severim. Bununla beraber, insanların bana saygı duymasını bekler, istediğim saygıyı göstermeyenlerin yakasına yapışırdım. Huzur içinde yaşayıp, gösterişle ölmekten daha güzel ne olabilir! Büyüttüğüm göbeğimi, üç kat olmuş gerdanımı ve kepazece yukarıda tuttuğum burnumu görenler: "Şu kalantor herife bakın! İnsan olacaksa böyle olmalı," derlerdi. Ne olursa olsun değerli okuyucularım, yaşadığımız şu olumsuz zamanda bu tür güzel sözleri kim duymak istemez ki?
(*) Ghe, 19. yy. tanınmış Rus ressamlarından. 30
VII
Ama bütün bunlar, güzel hayallerden başka nedir ki? Lütfen söyler misiniz, insanların çıkarlarının nerede olduğunu bilmemelerinden dolayı kötülük yaptığını ilk kez kim ortaya atmıştır? Sözgelimi, kafası aydınlanan, gerçek çıkarlarını görebilen insan, kirli işlerden uzak durarak, bir anda asil ruhlu biri olabilirmiş. Bilinçli olarak kendi çıkarlarının tersine hareket eden hiç kimse olmayacağı için kalan tek yol, iyilik yapmak olacakmış... Hey gidi çocuk; saf, temiz yürekli bebek! Dünya kurulduğundan beri insanların sadece kendi çıkarlarını düşünerek hareket ettikleri hiç görülmüş mü? Şu halde göz göre göre, yani gerçek çıkarlarının neler olduğunu bildiği halde bunu önemsemeden, başka tehlikeli yollara atılan milyonlarca insana ne demeli? Bu insanları bu şekilde hareket etmeye iten bir tek sebep yoktu; sanki kaderin onlar için çizdiği yoldan yürümek istememiş, inatla, başkaldırarak, karanlıklar içindeki yeni, zorlu ve karışık yollara girmişlerdi. Dikkafalılık, kişisel çıkarlardan daha tatlı görünmüştür onlar için. Çıkar!.. Çıkar da neymiş? Kesin bir şekilde, insanların çıkarlarının nerede olduğunu söyleyebilir misi
31niz? İnsan, bazen kendisi için iyi olanı değil de kötü olanı isteyebiliyor, hatta yapmak zorunda bile kalabiliyor; ya buna ne demeli? Bu durum, öteki kuralın değerini ortadan kaldırıyor. Sizce buna imkân var mıdır? Demek gülüyorsunuz, gülün ama önce şu soruma cevap verin lütfen: İnsanlann çıkarları tek tek sayılabilir mi? İçlerinde hiçbir sınıflandırmaya sokamayacaklarımız yok mudur? Bildiğim kadarıyla değerli okuyucularım, siz, insan çıkarlarını, istatistik bilgilerinden ve ekonomik formüllerden çıkarmışsınız. Size göre insan çıkarları refah, zenginlik, özgürlük ve rahatlıktan oluşur. Bütün bunlara kendi isteğiyle, açıkça sırt çeviren bir insana siz de, ben de cahil, deli adam gözüyle bakmaz mıyız? Bütün istatistikçiler ve bilginler, insanlarla ilgili birtakım hesaplar yaparken, insanların çıkarlarından birini daima gözden kaçırırlar. Hatta bu çıkarın nasıl kullanılması gerektiği üzerinde bile durmazlar; oysa tüm hesaplar ona çıkmaktadır. Ne olur sanki, bu çıkan da listemize alsak? Şu var ki, en kötü durum, bu çıkarın hiçbir sınıflandırmada, hiçbir listede bulunmamasıdır.
Benim bir dostum var baylar... Üstelik o, sadece benim değil, sizin de dostunuzdur; onunla dost olmayan yoktur zaten. Bu dost, bir işe başlamadan önce akıl, mantık kurallarına göre nasıl hareket edilmesi gerektiğini açık, güzel ve tatlı bir dille ifade eder. Bütün bunların ardından gerçek, normal bir insanın çıkarlarından heyecanlı, tutkulu bir şekilde bahsederek, aslında ne kendi çıkarlarını ne de erdemliliği anlamayan miyoplarla alay eder. Hemen ardından, bir çeyrek saat sonra, gerçekte hiçbir sebep yokken, bütün çıkarlarını hiçe sayan bir içgüdüyle bambaşka bir yol izler; yani az önce söylediklerinin tam tersini söylemeye başlar: Aklın ve mantığın kurallarını, insanların çıkarlarını hiçe sayar. Şunu da belirteyim: "Dostum" diyerek genel bir anlamı belirttiğim için bütün
32
suçu ona yüklemek biraz zordur. Değerli okuyucularım, üzerinde durulması gereken en önemli konu şudur: İnsana en üstün çıkarlarından daha üstün gelen bir şey ya da (mantığın sınırları içinde kalmak için) son derece faydalı (az önce hiçbir listeye girmediğini söylediğim) başka bir çıkar yok mudur? İnsanlar, gereğini hissedince, bu çıkar uğruna akıl, şeref, huzur, refah gibi bütün güzel ve faydalı şeylere karşı gelebilirler. Bunları, en değerli, en köklü, en yararlı olarak gördükleri bir çıkar için yaparlar.
— Demek ortada bir çıkar var yine! diye sözümü keseceksiniz. Size her şeyi anlatmama izin verin. Laf cambazlığı değil mesele; bahsettiğim çıkar, tüm sınıflandırmalarımızı, kişilerin mutluluğu için uğraşan insanseverlerin kurduğu sistemleri paramparça etmektedir. Sözün kısası, bu çıkar, her şeye engel olmaktadır. Ama sizlere bunun adını söylemeden önce, kendi aleyhime hareket edecek olsam da, birkaç söz söylemek istiyorum. Bence tüm bu sistemler, insanlığa gerçek, normal çıkarlarının ne olduğunun söylenmesi ve bu çıkarların sağlanmasıyla herkesin hemen iyi ve soylu olacağı fikri, şimdilik sadece varsayımdan ibarettir. Evet baylar, yalnızca bir varsayım... Aslına bakarsanız, insanlığın gelişmesinde kişisel çıkarlara dayanmış olan bir sistemi temel kabul etmek, Buckle'ın (*) uygarlığın insanların yumuşattığı, bu nedenle onları da daha az vahşi, savaşmaya daha az yatkın duruma getirdiğini savunmasına benzer bence. Bu şekilde bir mantık yürütülerek böyle bir sonuca ulaşılabilir. Fakat insanlar sistemlere, bazı soyut kavramlara o denli bağlıdırlar ki, sadece mantıklarını haklı çıkarmak için gerçekleri göz göre göre değiştirmeye, gözlerini kapayıp kulaklarını tıkamaya razıdırlar. Bu, çok anlaşılabilir bir örnek olduğu için ele aldım. Şöyle bir bakın çevrenize, kan gövdeyi götürüyor; üstelik şampanya gibi keyifli bir şekilde. İş
(*) Henry Thomas Buckle: İngiliz tarihçisi, 18211862.
33te size, Buckle'ın da yaşadığı ondokuzuncu yüzyıl! İşte, büyük Napoleon ve bugünkü Napoleon! İşte, sonsuz Kuzey Amerika Birliği! İşte size, bir karikatüre benzeyen SchlezwigHolstein Prensliği!.. Uygarlık bizi nasıl yumuşatmış, görelim. İnsanların duygu çeşitliliğini artırmaktan başka işe yaramaz uygarlık. Duyguları çeşitlendikçe insan, kan dökmekten zevk almaya başlar hale geliyor. Buna birçok örnek gösterebiliriz; en ustalıkla işlenen cinayetlerin, çoğu kez kültürlü, aydın insanlar tarafından yapıldığına dikkat ettiniz mi? Attila'ların, Stenka Razin'lerin (*) ustalıkta geçemeyecekleri bu adamlar, eğer onlar kadar dikkat çekmiyorlarsa bunun tek sebebi, çok sık rastlanmalarından dolayı alışkanlık haline gelmeleridir. Uygarlıkla beraber insanlar, daha çok kan dökmeseler de, daha kötü, daha iğrenç birer cani olmuşlardır. Eskiden hak için kan dökülür ve bu, büyük bir rahatlıkla, iç huzuruyla yapılırdı. Zamanımızda ise, insan öldürmek suç sayıldığı halde, cinayetlerin ardı arkası kesilmiyor, üstelik eskiye oranla daha da fazla. Kleopatra, (Roma tarihinden örnek verdiğim için bağışlayın beni) cariyelerinin memelerine altın iğneler batırır, onların çığlıklarından, acı içinde kıvranmalarından büyük zevk duyarmış. Şimdi siz, bunların, eski barbarlık dönemlerinde yapıldığını söyleyeceksiniz. Mecazi anlamda insanların şimdi de birbirlerini iğnelediklerini düşünerek, yaşadığımız çağın da bir barbarlık dönemi olduğunu söyleyebiliriz. Barbarlık çağlarına göre günümüz insanı, daha üstün görüşlü olmakla beraber, henüz mantığın ve bilimin gereklerini yerine getirmeyi öğrenememiştir. Bunun yanında, eski ve kötü alışkanlıkları ortadan kaldırınca, öngörü ve bilimin, insanın özelliklerini tamamen değiştireceğine, doğru yollara ileteceğine inanıyorsunuz. O zaman insanların kendi istekleriyle yanlış yoldan gitmeyeceklerine ve iradeleri
(*) Stenka Razin: Çar'a karşı isyan eden Don kazaklarının ünlü isyancısı, 16691671.
34
nin, çıkarlarının tersine davranmakta onlara engel olacağına da inancınız vardır. Bunun yanında, bilimin insana birçok şey kazandıracağı, (ki bu, büyük bir lükstür) insanın aslında iradesinin ve kaprislerinin olmadığı, belki sadece bir piyano tuşu ya da bir org civatası kadar değerli olduğu inanandasınız. İnsanlar, yeryüzünde doğa kanunları olduğunu ve bütün hareketlerinin kendi kişisel istekleriyle değil de doğa kanunlarıyla meydana geldiğini anlayacaklardır. Şimdi karşımızdaki tek sorun, bu doğa kanunlarını keşfetmektir. Böylece insan, hareketlerinden sorumlu olmayacak ve hayat, onun için kolay hale gelecek. Daha sonra, insanın bütün hareketleri, matematiksel olarak yüz binlik logaritma cetvelleri haline getirilecek; bununla da kalmayıp, günümüzün ansiklopedik sözlüklerine benzer yararlı yayınlar çıkacaktır. Bu yayınların içinde her şey kesin bir şekilde hesaplanmıştır ve artık ne suç ne de macera denen şey kalmayacaktır.
İşte o zaman (bütün bunlar, sizin sözleriniz, benim değil) yeni, her şeyiyle matematiğin kesinliğiyle meydana getirilmiş bir ekonomik düzen kurulacak dünyada. Soru denen bir şey olmayacak ortada; çünkü cevaplar çok önceden hazır olacak. Sonra, sırçadan bir saray yapılacak; bunun üzerine Anka kuşu uçup gelecek. Fakat şu da var ki, (şimdi bunları ben söylüyorum) bu hayat sıkıcı değildir diye söz veremem. (Her şey matematiksel olarak hesaplanınca insana yapılacak ne kalır ki?) Bunun yanında, bir tek yanlış hareket bile görülemez; insan bu durumda can sıkıntısından neler neler uydurmaz ki? Altın iğneler de bu can sıkıntısı yüzünden batırılıyor zaten. En kötüsü, (bunu da ben söylüyorum) altın iğneleri biz de çok sevmeye başlarız. Çünkü insan, inanılmaz derecede ahmak bir varlıktır. Daha doğrusu, ahmak değil de, bir eşine daha rastlanamayacak kadar nankördür. Bütün bu mantık düzeni içerisinde, bayağılığı yüzünden anlaşılan bir adam
35ortaya çıkıp, elini beline dayayarak, "Ne dersiniz, şu matematiksel hayatı boşverip, logaritmacıları cehenneme yollasak da biz, eslâsi gibi ahmakça, canımızın istediği şekilde yaşasak, nasıl olur?" derse, inanın bana hiç şaşırmam. O adamın böyle bağırması çok da önemli değil, önemli olan, peşinden gidecek insan yığını... İnsanın yaratılışı böyledir işte! Bunların hepsi ne kadar küçük ve basit bir sebepten ortaya çıkıyor; insan her zaman ve her yerde, aklının ve çıkarının gösterdiği değil de, canının istediği yoldan yürümeyi sever. Çıkarlarımızın tam tersi şeyler de isteyebiliriz, hatta bazen kesinlikle böyle olmalıdır. (Bu, benim kişisel düşüncem.) Özgür, sımrlanamayan isteklerimiz, kaprislerimiz, çoğu zaman çılgınlığa kadar götüren hayallerimiz... Sınıflandırmaların hiçbirine girmeyen, bütün sistemleri ve düzenleri cehenneme yollayan, daima unutulduğu halde, çıkarlar listesinin en üstünde bulunması gereken çıkar bu işte! Bazı bilginler, insanlara doğal, erdemli isteklerin yeteceğini nereden biliyorlar? Neden bizim, mantık ve çıkar kurallarına uygun olanı istememiz gerektiğini savunurlar? İnsanlara gereken tek şey, nerede sonlanacağı bilinmeyen, hür, başıboş istektir. Bu istek denen şey de...
36
VIII
— Hah, hah, hah!.. Fakat istek diye bir şey yok ki, diye sözümü keseceksiniz. Bilim, insanı öylesine güzel netliğe kavuşturdu ki, hepimizin bildiği istek, hür irade denilen şey...
Durun biraz baylar, zaten sözü bunlara getirecektim ben de; ama doğrusunu söylemek gerekirse cesaret edememiştim. Az daha, isteklerimizin kimbilir hangi şeytanın kontrolünde bulunduğunu, bunun da ne kadar iyi olabileceğini söyleyecektim. Tam o sırada bilim aklıma geldi ve sustum. Zaten o anda da bu konuyu siz açtınız. Gerçekten, bir gün bütün istek ve kaprislerimizin formülü bulunsa, başka bir deyişle, isteklerimizin nereden kaynaklandığı, hangi kurallara göre meydana geldiği, nasıl geliştiği, farklı durumlarda nasıl şekil aldıklarına dair kesin matematiksel formüller ortaya çıkarılsa... Bu durumda insanlar, eminim ki, tüm isteklerinden vazgeçeceklerdir. Listeye bakarak istemek ne tat verir ki? Sonra da insan, insan olmaktan çok, bir org civatası ya da ona benzer bir şeye benzeyecektir. Çünkü isteği ve iradesi olmayan
37
insanın org silindirindeki civatadan ne farkı kalır ki? Siz ne dersiniz? Bütün olasılıkları gözönünde bulundurarak, bunun olup olmayacağım bir düşünelim.
— Hımm, diyeceksiniz. Çıkarlarımızın neler olduğunu bilemediğimizden, ne istediğimizi de çoğu zaman anlayamayız. Bu nedenle, kendimizce uygun gördüğümüz bir çıkarı elde edebilmek için en kısa yolu seçeceğiz diye, aptallığımızdan bir sürü saçmalık yaparız. Belki bütün bunlar hesaplanıp kağıda dökülünce (bu, olanaksız değildir; çünkü gelecekte insanların doğa kanunlarım öğrenemeyeceklerini düşünmek, çok çirkin ve anlamsız olur) içimizde istek denen şey kalmayacaktır. İsteklerimiz ve mantığımız günün birinde karşılaşırlarsa biz, hiçbir şeye istek duymayıp sadece aklımızın sesini dinleyeceğiz; çünkü mantığımız ve aklımız ön plandayken, saçma sapan şeyler isteyerek kendimize kötülük yapamayız. Kişisel isteklerimizi düzenleyip bir liste haline getirdiklerinde, (şaka bir yana) bütün isteklerimizi bu listelere göre belirleyeceğiz. Diyelim ki, günün birinde, birisine nanik yaptım; bütün o hesaplar ve listeler, benim bu hareketi yapmamı, üstelik ben hangi parmaklarımı kullanmışsam onlarla yapmamı yazıyorlarsa, benim kişisel özgürlüğüm nerede kalır? Bunun üstüne bir de okumuş, bilgili biriysem?.. O zaman, otuz yıl ilerisine kadar hayatımda neler olacağını hesaplayabilirim; sonuç olarak, bütün bu anlatılanlar gerçekleşirse, yaşayacağım her şeyi önceden bileceğimden, bana yapılacak hiçbir şey kalmaz. Doğa, neyi, ne zaman yapacağını ancak kendi bilir; bizler, onu kafamızda oluşturduğumuz gibi değil, gerçekte olduğu şekilde kabul etmeliyiz. Öte yandan bir liste, bir formül, hatta bir kimyager imbiği istiyorsak, bütün bunları kabullenmekten başka çaremiz yoktur. Biz istemesek de o, kendini kabullendirir zaten.
Buraya kadar her şey güzel, ama ben şimdi takılı
38
verdim. Felsefeye daldığımı biliyorum, ama kırk yıllık yeraltı hayatı geçirdim, dile kolay! Biraz da hayal kurmama izin verin. Mantığın ne kadar önemli bir özellik olduğunu biliyorum, ama insanın düşünme ihtiyacını gidermekten başka işe yaramaz; fakat istek, hayatın tüm anlamıdır, üstelik en küçük bir hareketten yüce mantığa kadar. Şu da var ki, dizginleri isteklerin eline verilmiş bir hayat, çılgınca yaşanan bir hayattır; ama yine de hayattır, karekökü almak değil. Diyelim ki ben, sadece mantığımı kullanıp da hayatımın ancak yüzde yirmisinden faydalanmak değil, yaşam gücümün tümünü kullanmak istiyorum. Aklım nereye kadar gidebilir? Akıl ancak öğrenebildiğini bilir. (Bazı şeyleri hiçbir zaman öğrenemeyecektir belki de... Bizi avutmasa da, bu gerçeği neden gizleyeyim?) İnsan hayatı ise bilerek ya da bilmeyerek birçok aldanmalarla devam eder. Biliyorum ki, bana acıyarak bakıyorsunuz değerli okuyucular; bilgili, aydın, kısacası geleceğin insanının kendi isteğiyle çıkarlarının zıddı bir şey istemeyeceğini, bunun matematiksel bir kesinlik kazandığını söylüyorsunuz. Size katılıyorum. Ama yüzüncü kez size şunu söyleyeyim ki, insanın bilinçli olarak zararlı, anlamsız, son derece budalaca bir isteğe kapıldığı yalnız bir durum vardır: Sadece akla uygun şeyler isteme zorunluluğu olmayıp, en aptalcasından bile olsa, istemek hakkına sahip olmak. Bu saçma, aptalca olan istek, bazen dünyadaki bütün nimetlerden değerli olabilir bizim için. Bazı zamanlar bize açıkça zarar verdiği, çıkarlarımızla ilgili akla en yatkın olana ters düştüğü halde bu istekler, diğerlerinden daha çok yarar sağlayabilir. Çünkü, bizim için en değerli olan şeyi, kişiliğimizi korumaktadır. Bazı insanlar bunun, bizim en değerli yanımız olduğunu söylerler. İsteğin bazen akılla bir noktada birleştiği de olur; aklı kötüye kullanmayıp, gerektiğinde ondan faydalanabilirsek, bu birleşme çok yararlı sonuçlar verebilir. Ama şu da var ki, isteğin akılla ciddi bir çekişmeye girdiği zamanlar vardır
39ve... ve... bilir misiniz, bu durum hem çok yararlı, hem de övünülecek bir durumdur.
Şimdi, bir an için insanların aptal olmadığım düşünelim. (Aslına bakarsanız şu sebepten, insanların gerçekten aptal olduklarım söyleyemeyiz: Bütün insanlara aptal dersek, kime akıllı diyeceğiz?) İnsanlar aptal olmasalar bile, şunu söyleyeyim ki, dehşetli nankördürler. Evet, hem de eşi bulunmaz bir nankör. Bana kalırsa insanı, iki ayaklı nankör yaratık diye tarif edebiliriz. Bu kadarla yetinirsek, en önemli kusuru unutmuş oluruz. İnsanın en büyük kusuru, Nuh Tufanı'ndan başlayıp SchlezwigHolstein dönemine dek süren erdemsizliğidir. Erdemsizlik ve bunun sonucunda ölçüsüzlük. İnsanlık tarihine şöyle bir göz gezdirin, ne göreceksiniz, ihtişam mı? Belki bunun için Rodos heykeli bile yeter! Anayevski, kimilerinin bu heykeli insanların yaptığını, kimilerinin de doğa tarafından yaratıldığını ileri sürdüklerini boşuna söylemiyor ya! Gözalıcılık mı? O da olabilir. Yüzyıllar boyunca her milletin askerinin, sivilinin, yalnızca törenlerde giydikleri üniformalara bakarsak, bunların karşısında şaşırmayacak bir tek tarihçi yoktur. Tekdüzelik mi? Bu da olabilir. Hep dövüşüyorlar; eskiden de, şimdi de, her zaman dövüştüler ve dövüşecekler. Tekdüzeliğe bir tek örneğin yetmeyeceğini hepiniz kabul edersiniz. Sözün kısası, insanlık tarihine birçok şey, hasta bir hayal gücünün uydurabileceği her şey yakıştırılır da, ağırbaşlılık yakıştırılamaz. Daha söze bile başlamadan, lafınızı tıkarlar ağzınıza.
Hayat, karşınıza erdemli, ağırbaşlı, ölçülü, sanki bu şekilde de yaşanabileceğini göstermek ister gibi, etraflarına ışık saçan bilge insanlar da çıkarır. "Eee, sonra?" diyeceksiniz. Sonrası belli: Bu gösteriş düşkünü insanlar, hayatlarının sonlarına doğru tamamen değişerek akla gelmedik çılgınlıklar yaparlar. Sorarım şimdi size: Böyle garip özellikleri olan adamlardan başka ne beklenir? Böyle
40
bir insanın önüne bütün dünya nimetlerini serin, mutluluk denizine, başı kaybolana, hatta su üstünde kabarcıklar çıkana kadar gömün; geçim sıkıntısı çekmeyecek kadar da zenginlik verin. Ballı kaymakları yiyip, yan gelip yatsın; bunun yanında insan neslinin tükenmemesine de çalışsın... Bütün bunlara rağmen bu insan, nankörlüğü yüzünden inanılmaz rezillikler yapar. Balı kaymağı gözü görmez; bilinçli olarak en zararlı, kendi çıkarına en ters düşen hareketleri yapar. Bunun tek nedeni, mantıklı yaşamaktan bıkıp en tehlikeli şeylere kaçan hayal gücünü, her işine sokmak istemesidir. Çılgınca hayallerini, en beter aptallıklarını bırakmak istemez; çünkü bir piyano tuşu değil de insan olduğunu ispat etmek derdindedir. (Buna sanki çok ihtiyacı varmış gibi.) Aslında tuşlara basıp piyanoyu çalan doğa kanunlarıdır; ama bu çalış sırasında kimse liste dışında bir istekte bulunamayacaktır. Üstelik bu adama, fen bilimleri ve matematiksel sonuçlarla, gerçekten bir piyano tuşu olduğu ispat edilse bile o akıllanmaz, sadece benim isteklerim olacak diye olmadık rezillikler yapar. Eğer bunlara gücü yetmezse, kendi kafasında karışıklıklar, korkunç fırtınalar yaratarak acı duymaya başlar ve en sonunda isteğini elde eder. Dünyanın her tarafına lanetler saçar. Lanet etmek, yalnız insana ait bir özellik olduğundan (bu, insanı diğer canlılardan ayıran en önemli özelliktir), bu yolla isteklerini elde eder. Bir piyano tuşu değil de insan olduğuna kesin olarak inanır. Şimdi siz, bütün bu karışıklığın, karanlığın, lanetlerin listelerde önceden hesaplanıp önlenebileceğini, böylece de mantığın ağır basacağını söyleyeceksiniz. Böyle bir durumda da insan, isteğinin yapılması için deli taklidi yapar. Buna kesinlikle inanıyorum ve doğru olduğuna da eminim. İnsanların en önemli işi, sanırım, bir civata ya da piyano tuşu değil de insan olduğunu kendisine ispat etmektir. Bu nedenle başı belaya girse de, mağara adamlarına dönse de onun için farketmez. Gel de günaha girme
41
şimdi: Henüz bu duruma gelmediğimize, iradenin kimbilir hangi şeytanın emrinde olmasına rağmen, en azından varolduğuna sevinme. Eğer bana bağırma lütfunda bulunursanız, irademin özgür olduğunu, onun yalnızca normal çıkarlarıma, doğa kanunlarına ve matematiğe uygun olması için çalışıldığını söyleyeceksiniz.
— Hadi efendim, iş listelerle matematiğe dayanıp iki kere ikinin dört etmesinden başka şey olmazsa irade nerede kalır? İradem karışmasa da iki kere iki dört ediyor. Bu, irade demek midir?
IX
42
Sizlere şaka yapıyorum değerli okuyucularım ve şakalarımın da ne kadar tatsız olduğunu biliyorum. Ama söylediğim her şeyi şaka olarak anlamak da doğru değil. Dişlerimi gıcırdatarak takılıyorum belki size. Ne olur baylar, içimi kemiren bazı soruların cevabını verin bana. Örneğin siz, insanı, eski alışkanlıklarından kurtarmak, iradesini bilimle ve öngörüyle uygunluk gösterecek bir şekle sokmak istiyorsunuz. Ama insanların bu değişimi geçirmelerinin sadece "mümkün" değil, aynı zamanda "zorunlu" olduğunu nereden biliyorsunuz? İnsan iradesinin bu denli düzeltilmeye muhtaç olduğu kararını neye göre veriyorsunuz? Sözün kısası, bütün bu düzeltmelerin insana fayda sağlayacağı sonucuna nasıl ulaşıyorsunuz? Açık konuşmak gerekirse, aklın ve matematiğin desteklediği, normal olarak görülen çıkarlara uygun hareket etmemenin, insanlar için bir kanun bile sayılacağına nasıl bu kadar kesin bir şekilde inanıyorsunuz? Bunlar, sizin tahminleriniz olmaktan öteye geçemez şimdilik. Bir mantık kuralı olduğunu kabul etsek de bunlar, bütün insanlar için geçerli olmayabilir. Belki de benim deli olduğumu dü
43sunuyorsunuz; izin verirseniz size açıklayacağım. İnsanın doğduğu andan itibaren yapıcılığa, hedefine ulaştıracak bir mühendisliğe, sözün kısası, ne yöne olursa olsun, kendine bir yol açmakla sorumlu olduğunu düşünüyorum. Kimbilir, belki de böyle bir yol açma mecburiyeti, onda kaçamak yapma isteği uyandırıyordun İçten olan insanlar, ne kadar ahmakça hareket ediyor da olsalar, açtıkları yolun bir yerlere gittiğinin bilincindelerdir. Burada önemli olan, yolun nereye gittiği değil, yolun var olmasıdır ve akıllı, uslu çocukların mühendislik sanatını gözardı etmemeleridir. Çünkü hepinizin bildiği gibi "Tembellik, bütün kusurların anasıdır."
İnsan yapıcıdır, üretmeyi ve yeni hedefler edinmeyi sever; bu, bilinen bir gerçektir. Öte yandan insan, neden her şeyi yıkmaya, paramparça etmeye düşkündür, sorarım size. Hadi cevap verin, neden? Bu konuda söyleyecek birkaç sözüm daha var. İnsanlar amaçlarına ulaşmaktan, yapmaya çalıştıkları yapıyı bitirmekten korktukları için yıkmayı, parçalamayı bu denli seviyor olmasınlar? Belki de insan, kurulan yapıyı uzaktan seyretmeyi seviyordur. Üstelik, bu binayı sadece yapmayı seviyor; içinde oturmayı istemediği gibi sonunda da karıncalar, koyunlar gibi animaux domestiques'e (*) bırakmayı düşünüyor. Karıncaların ev konusunda çok farklı düşünceleri vardır; onlar, dibi sonsuzluğa giden muhteşem, sağlam yapılar kurarlar.
Saygıdeğer karıncaların hayatları, yuvalarında başlar ve orada da biter; bu kararlı ve inatçı tavırlarıyla çok onurlu bir hayat sürerler. Buna karşın insan, gelip geçici hevesleri olan, tutarsız bir varlıktır ve tıpkı satranç oyuncuları gibi hedefe ulaşmayı değil de hedefe giden yolları daha çok sever. Emin olamayız elbette, ama insanın ulaş
(*) Evcil hayvanlar (Fransızca). 44
mak için çabaladığı şey, hedefe giden bu yol olabilir; o da hayatın ta kendisidir zaten. Aslına bakılırsa hedef, iki kere iki dörttür yani bir formüldür; ama bu formül, hayatın değil, ölümün başlangıcıdır. İnsan, daima iki kere ikinin dört etmesinden az da olsa bir korku duymuştur; tıpkı benim duyduğum gibi. İnsanın uğrunda denizler aştığı, hayatını tükettiği hedefi, iki kere iki dörttür; ama öte yandan insanın korkusu, bu hedefe ulaşmaktır. Çünkü ulaştığı an hedefsiz kalacağının bilincindedir. İşlerini bitirip paralannı alan işçilerin gideceği yer meyhanedir, oradan da karakola düşerler nasıl olsa. Alın size, en az bir hafta sürecek uğraş. Peki ama, bizler nereye gideceğiz? Bu nedenle hedefe her varışta bir huzursuzluk duyulur. İnsan, hedefe ilerlemeyi sever, ulaşmayı değil; şüphesiz çok gülünç bir durumdur bu. İşin en hoş tarafı, insanın daha doğduğunda gülünç olmasındadır. İki kere iki dört formülü, yine de dayanılmaz şey doğrusu. Bana kalırsa iki kere iki dört, büyük bir küstahlıktır ve etrafa tükürükler saçan, elleri belinde, yol kesen bir külhanbeyinin ta kendisidir. İki kere iki dördün mükemmelliğine inanıyorum; fakat ondan daha üstün olduğuna inandığım şey, iki kere ikinin beş etmesidir.
Peki ama siz, nasıl oluyor da sadece olumlu, normal durumların, yani refahın, insan çıkarlarına uygun olduğunu bu kadar kendinizden emin, hatta övünerek söyleyebiliyorsunuz? Aklınızın çıkar konusunda hata yapabileceğini düşünmediniz mi? İnsanın sevdiği şey, sadece refah değil, çektiği acılar da olabilir. İnsanın çektiği acıların, refahın sağladığı mutluluktan daha yararlı olması da mümkündür. Bazen tutkuya varan bir sevgiyle acıyı sevdiğimiz de bir gerçektir. Bunları anlamak için dünya tarihini incelemeye hiç gerek yok; hayatı az da olsa yaşayan bir insanın kendine sorması yeter. Ben, yalnızca refahı sevmenin, aynı zamanda ayıp olduğunu düşünüyorum.
45İyiye mi kötüye mi götürür bilmem ama, bir şeyleri kırıp dökmek, bazen büyük bir keyif verir. Bu nedenle ben, ne yalnızca refah ne de yalnızca acı peşindeyim. Ben, sadece kaprislerimden ve istediğimde onu tatmin edebilmekten yanayım. Sırça sarayda acı çekmek ise çok uygunsuz olur; çünkü acı, kuşku demektir. İçinizde kuşkular oluşturan bir sırça saray, nasıl olurdu sizce?
Ben şuna inanıyorum ki insan, olay çıkarmaktan, kırıp dökmekten hiçbir zaman kendini alamayacaktır. Anlamanın tek kaynağı, acı duymaktır. Notlarımın başında anlamanın, insanın baş belası olduğunu söylemiştim; ama insanın bunu sevdiğini, hiçbir zevke değişmeyeceğini de biliyorum. Anlama, iki kere iki ile karşılaştırılamayacak kadar üstündür. İki kere ikiden sonra, yapacak değil, öğrenecek bir şey kalmamıştır artık. Ancak beş duyunuzu körleştirerek derin düşüncelere dalabilirsiniz. Aslında anlama da insanı aynı sonuca ulaştırır; ama hiç değilse kendinizi yumruklayarak biraz toparlanırsınız. İlkel bir davranış olmasına rağmen hiç yoktan iyidir.



0 yorum:

Site Hakkında...

Karşılaştırmalı Edebiyat şimdiye kadar
kez ziyaret edildi. İlginize teşekkür ederiz ::
© 2006-2010 9Kare.Net Yazı İşleri Ürünüdür :: iletişim ::
Resized Header Image Copyright © DHester by freewebpageheaders.com

© Blogger templates The Professional Template Tasarım: Ourblogtemplates.com 2008


PageRank Checking Icon

Takipçilerimiz