linguistics etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
linguistics etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

10 Mart 2009 Salı

İngiliz Dili ve Politika-3



Zamanımızda siyasî yazıların umumiyetle kötü yazılar olduğu doğrudur. Eğer siyasî bir maksatla yazılmış bir yazı kötü değilse, onun yazarının parti ağzı kullanmayan ve kendi hususî kanaatlerini yazan bir çeşit âsi yazar olduğu görülecektir. Her ne renk olursa olsun muhafazakârlık cansız ve taklitçi bir yazı üslûbu gerektirir. Manifestolarda, başmakalelerde ve broşürlerde, beyaz kitaplarda, müsteşarların nutuklarında görülen siyasî yazı üslûbu tabiî partiden partiye değişir. Fakat onların hepsinde de bir benzerlik vardır-, o da bunlarda canlı, samimî, tabiî, cana yakın bir ifade tarzı bulunmamasıdır.

Bir siyasî konuşmacının kürsüden bestial atrocities (insanları hayvan gibi boğazlamak), iron heel (düşmanın zalim çizmesi), blood-stained tyranny (kanlı istibdat), free peoples of the world (dünyanın hür insanları), stand shoulder to shoulder (omuz omuza vermek) gibi tabirler kullanarak konuştuğunu duyarsanız, canlı bir insanın değil, bir kuklanın konuştuğunu sanırsınız. Bu intiba bazan gözlük camlarına vuran ışıkla onların arkalarında göz bulunmayan parlak daireler halinde görüldüğü zaman daha da kuvvetlenir. Bu, tamamen hayali bir düşünce değildir. Böyle tabirler kullanan bir hatip kendini hakikaten bir makine haline sokmakta epeyce yol almıştır. Onun gırtlağından uygun sesler çıkmakta, fakat beyni kelimelerini seçmekte bir rol oyna-mamaktadır. Verdiği nutuk tekrar tekrar vermeğe alışık olduğu bir nutuk ise, ağızdan çıkan sözlerin belki hemen farkında bile değildir. Bu tıpkı kilise ayinlerinde mırıldanılan dualara benzer. Bu şuursuzluk hali, kesinlikle gerekli değilse bile, siyasî bağlılık bakımından yine de faydalıdır.



Zamanımızda siyasî nutuk ve yazılarda çokçası müdafaası mümkün olmayan şeyler müdafaa edilmektedir. Hindistan'da İngiliz idaresinin devamı, Rusya'da sürgün ve temizlik hareketleri, Japonya'ya atom bombasının atılması hakikaten müdafaa edilebilir; fakat bunların müdafaasında ileri sürülen fikirler, birçok kimselerin kabul edemeyeceği kadar yabanicedir ve siyasî partilerin benimsedikleri gayelere de uymazlar. Siyaset dili, yumuşatılmış, hakikatleri delilleri araştırmadan kabul eden, tamamen sisli, dumanlı ve müphemliklerle dolu bir dildir. Müdafaasız köylüler havadan bombardıman edilmiş, şehir halkı kırlara sürülmüş, hayvanlar makineli tüfek ateşine tutulmuş, kulübeler yangın mermileriyle ateşe verilmiştir ve bunun adı pacification (sulhu tesis etmek) tir. Milyonlarca köylü tarlalarından, köylerinden sürülmüş, ancak beraberlerinde taşıyabildikleri kadar eşyalarıyla birlikte yollara dökülmüştür ve bunun adı transfer of population (nüfus aktarması) veya rectification of frontiers (hudutların düzeltilmesi) dir. İnsanlar muhakeme edilmeden yıllarca hapsedilmiş, enselerinden birer kurşunla vurulmuş yahut da kutup bölgelerindeki orman işletmelerinde iskorpit hastalığından ölüme terk edilmiştir ve bunun adı "elimination of unreliable elements" (güvenilmeyen unsurların tasfiyesi) dir. Zihinlerde acıklı tablolar yaratmamak isteniyorsa böyle tabirlere lüzum vardır. Meselâ, bir İngiliz profesörünün, Rusya'nın totaliter rejimini müdafaa ettiğini düşününüz. O, açıkça : Aleyhtarlarınızı öldürmekle iyi netice alıyorsanız, öldürün gitsin." diyemez. Onun için, ihtimal şöyle bir ifade tarzı kullanacaktır :

«While freely conceding that the Soviet Regirae exhitaits certain features which the humanitarian may be inclined to deplore, we must, I think, agree that a certain curtailment of the right to political opposition is an unavoidable concomitant of transitional periods, and that the rigours which the Russian people have been called upon to undergo have been amply justified in the sphere of concrete achievement.»


(Merhametli ve insanî duyguları kuvvetli kimselerin teessüfle karşılamalarına bir diyeceğimiz yoksa da, zannederim siyasî direnme hakkının bir dereceye kadar kısıtlanmasını geçiş dönemlerinin kaçınılmaz bir tasarrufu olarak ve Rus halkının katlanmak zorunda kaldığı güç şartların bedelinin, elde edilen elle tutulur başarılar saye-sinde, fazlasıyle ödenmiş olduğunu kabul etmeliyiz.)



Bu şişirilmiş üslûp gerçekleri gizlemenin yollarından biridir. Burada bir sürü Latince asıllı kelime hadiseleri sanki yumuşak bir kar örtüsü ile kapatmakta, ana hatları belirsizleştirilmekte ve bütün teferruatı örtbas etmektedir. Açık dilin en büyük düşmanı samimiyetsizliktir. İnsanın hakikî gayeleriyle açıkladığı gayeleri arasında bir boşluk varsa, insan mürekkep balığının kendi[-ni gizlemek için mürekkep çıkardığı gibi, uzun ve artık tesiri kalmamış tabirlere baş vurur. Zamanımızda "siyasetin dışında kalmak" diye bir şey yoktur. Bütün meseleler siyasî meselelerdir; siyaset ise bir yığın yalan, kaçamak, çılgınlık, nefret ve şizofrenidir. Umumî hava kötüleşdiği zaman, dil de bundan zarar görür. Elimde ispat edecek yeterli bilgiler olmamakla beraber, tahminime göre, diktatörlük idareleri yüzünden son 10-15 yıl içinde1 Alman, Rus ve İtalyan dilleri bozulmuşlardır.


Fakat eğer düşünce dili bozuyorsa, dil de düşünceyi bozabilir. Bir dilin bozuk kullanılışı hakikatleri bilen ve bilmesi gereken kimseler arasında bile, taklit ve anane yoluyla yayılabilir. Burada sözünü ettiğim bozuk dil bazı bakımlardan çok kolaylık sağlayan bir dildir. A not unjustifiable assumption (haksız olmayan bir faraziye), leaves much to be desired (daha tamam¬laması gereken epeyce eksikliği var, daha iyice olgunlaşmamış), would serve no good purpose (hiçbir iyi maksada yaramaz), a consideration which we should do well to bear in mind (hatırda tutmamız gereken bir husus) gibi tabirlerin insanın daima elinin altında bulunması bir kutu aspirin gibidir.
Bu yazımı yeniden gözden geçiriniz; benim de burada işaret ettiğim hataları tekrar tekrar işlediğimi göreceksiniz. Bu sabah postadan Almanya'nın durumu hakkında bir broşür çıktı. Yazar bu broşürü yazmağa mecbur kaldığı için yazdığını söylüyor. Broşürü rastgele açıyorum ve gördüğüm ilk cümle şöyle :

«(The Allies) have an opportunity not only of achieving a radical transformation of Germany's social and political structure in such a way as to avoid a nationalistic reaction in Germany itself, but at the same time of laying the foundations of a co-operative and unified Europe.»


( «Müttefikler» milliyetçi bir tepkiye meydan vermeyecek bir tarzda Almanya'nın siyasî ve sosyal yapısında köklü bir değişiklik yapmak ve aynı zamanda iş birliği içinde birleşik bir Avrupa'nın temellerini atmak fırsatına sahiptirler.)



Görüyorsunuz ki, yazar "yazmağa mecbur kaldığı için" yazdığını söylüyor; her halde söyleyecek yeni sözleri olduğunu hissediyor, fakat kullandığı kelimeler içtima borusu çalındığı zaman yerlerini alan süvari atları gibi, yukarıda gördüğümüz o berbat şekilde otomatik olarak diziliyorlar. İnsanın zihninin böyle lay the foundations (temellerini atmak), achieve a radical transformation (köklü değişiklik yapmak) gibi klişeleşmiş tabirlerle istilâ edilmesi, insanın ancak onlara karşı hazırlıklı olmasıyla önlenebilir. Bu gibi tabirlerden her biri insanın beyninin bir kısmını uyuşturmaktadır.

Dilimize musallat olan bu hastalığın belki tedavi edilebileceğini evvelce söylemiştim. Buna karşı çıkanlar, dilin sadece mevcut sosyal şartları yansıttığını ve doğrudan doğruya kelime ve cümle yapısı yoluyla dilin gelişmesine tesir edilemeyeceğini iddia ederler. Bir dilin ruhu ve umumî tonu bakımından iddia doğru olabilir. Saçma kelime ve tabirler çok kere, tekamül yoluyla değil, fakat bir azınlığın şuurlu faaliyeti sonucu ortadan kalkmıştır. Son zamanlarda birkaç gazetecinin alaylarıyla explore every avenue (her yolu denemek), ve leave no stone unturned (her taşın altına bakmak, her çareyi denemek)tabirlerin ortadan kaldırılmış olmasını misal olarak verebiliriz. İşle ilgilenecek yeter sayıda kimse bulunursa daha bir şişirme teşbihler ortadan kaldırılabilir-, aynı zamanda "not
un" şeklindeki kuruluşlar(1) alay konusu yapılarak yok edilebildiği gibi, vasat bir cümledeki Yunanca ve Latince kelimelerin sayısı da azaltılabilir. Yabancı dillerden alınan tabirlerle yolunu şaşırmış fennî tabirler dilden çıkartılabilir ve moda haline gelmiş olan ukalâlıklar durdurulabilir. Fakat bütün bunlar o
kadar ehemmiyetli husular değildir. İngiliz dilinin müdafaası için daha başka şeylere lüzum vardır. Belki en iyisi bu iş için neye lüzum olmadığını söylemekle işe başlamaktır.


İlkin bu işin eski kelime ve tabirlerin kurtarılması veya bir standard İngilizce kurulmasıyla ve sıkı sıkıya ona bağlanılmakla bir alâkası olmadığı belirtilmelidir. Tersine, faydalı olmaktan çıkmış her kelime ve tabirin hurdaya çıkarılması lâzımdır. Doğru bir gramer ve sentaksın, insan söyleyeceği şeyi açıkça ifade ettikçe, ehemmiyeti yoktur. İngilizceye Amerikan İngilizcesinden geçen unsurların defedilmesi yahut da iyi bir nesir üslûbunun yaratılması da şart değildir. Diğer taraftan İngilizcenin yapmacık bir şekilde basitleştirilmesi ve yazılı İngilizcenin konuşulan
İngilizceye benzetilmesi de gerekmez. Ne de Latin asıllı kelimeler yerine daima Anglo - Saksonca kelimelerin kullanılması gereklidir. Önemli olan, mânayı en az ve kısa kelimelerle açıklamaktır. Her şeyden evvel gerekli olan, kelimenin mânayı seçmesi değil, mânanın kelimeyi seçmesidir. Nesirde insanın düşebileceği en büyük hatâ kelimelere teslim olmaktır. Elle tutulan bir cisim düşündüğünüz zaman kelimesiz düşünürsünüz, sonra kafanızda canlandırdığınız şeyi tasvir edeceğiniz zaman her halde ona tam olarak uyan kelimeleri buluncaya kadar kelime araştırırsınız.


Mücerret bir şey düşündüğünüz zaman ise daha baştan kelimelerle başlamanız muhtemeldir. Fakat bilerek önleme gayretinde bulunmazsanız mevcut şive hemen araya girecek ve mânanın değişmesi ve bulunması pahasına sizin yerinize işi o halledecektir. Kelimeleri hemen kullanma¬mak, onları bekletip, evvelâ mânayı resimler ve duygular yoluyla mümkün olduğu kadar açık kavramağa çalışmak, belki en iyi yoldur. Sonradan mânayı en iyi bir şekilde verecek olan tabirler sadece kabul edilmeyip, seçilebilir ve daha sonra da dönülüp seçilen kelimelerin başka bir kimse üzerinde ne gibi bir intiba bırakabileceği düşünülür ve böylece bir karara varılır. Zihnin bu sonuncu faaliyeti bütün bayat ve karışık hayallerin, lüzumsuz tekrarların, acayiplik ve müphemliklerin sökülüp atılmasıdır. Fakat insan bazan bir kelimenin veya tabirin ne gibi bir tesir yapacağı hakkında şüpheye düşebilir, bu bakımdan şevki tabiî iş görmediği hallerde insanın güvenebileceği bazı kaidelere ihtiyacı vardır. Sanırım aşağıdaki kaideler ihtiyacı karşılayacaktır :

(a) Basılı eserlerde her zaman gördüğünüz teşbihleri ve onlara benzeyen kelimeleri hiçbir zaman kullanmayınız.
(b) Kısa bir kelime işi görecekse yerine asla uzun bir kelime kullanmayınız.
(c) Cümleden bir kelimeyi atmak mümkünse atınız,
(d) Aktif cümle kullanabileceğiniz hallerde asla pasif cümle kullanmayınız.
(e) Günlük İngilizce karşılığı aklınıza geliyorsa, hiçbir zaman yabancı bir tabir, ilmî bir kelime veya belirli bir mesleğe ait argo kelimeyi kullanmayınız, (f) Medenî bir insana yaraşmayan bir söz söylemektense burada verilen kaideleri ihlâl etmeniz daha evlâdır.




Bunlar iptidaî bazı kaidelere benziyor; hakikaten de öyledirler. Fakat onlar, bugün moda olan tarzda yazmaya alışmış olan bir kimsenin davranışını değiştirmesini gerektirir. İnsan bu kaidelerin hepsine uyduğu halde İngilizceyi yine de kötü yazabilir, fakat makalemin baş tarafında misal olarak verdiğim 5 parçadaki kadar kötü yazamaz.



Burada dilin edebiyatta kullanılışı üzerinde durmadım. Üzerinde durduğum, dilin düşünceyi engelleme veya gizleme vasıtası değil, açıklama vasıtası olduğudur. Stuart Chase ve diğer bazı kimseler bütün mücerret kelimelerin manasız olduğunu iddia edecek kadar ileri gitmişler ve bundan dolayı siyasetle ilgili konularda hiçbir şey söylememeyi tavsiye etmişlerdir. Madem Faşizmin ne olduğunu bilmiyorsunuz, o halde onunla nasıl mücadele edebilirsiniz? İnsan böyle saçmalıkları olduğu gibi kabul etmek zorunda değildir; fakat insan bugünkü siyasî keşmekeşin, dilin bozulmasıyla irtibatlı olduğunu kabul etmelidir; belki o zaman kelimelerden işe başlamak suretiyle duruma bir hal çaresi bulunabilir. İngilizcenizi sadeleştirirseniz modanın en kötü çılgınlıklarından kendinizi kurtarmış olursunuz. Muhafazakârdan anarşiste kadar bütün siyasî partilerin dili, yalanları doğru, cinayetleri haklı ve boşu dolu gösterecek şekilde kurulmuştur.



İnsan bunu bir anda değiştiremez ise de, hiç olmazsa kendi alışkanlıklarını değiştirebilir ve arasıra Jackboot (askerî baskı idaresi), Achille's heel (Aşil'in topuğu, yani canalıcı noktası), hotbed (kötülük kaynağı), melting pot (eritme potası, yani her şeyin kaynaştığı yer), acid test (çetin sınav), veritable inferno (hakikî bir cehennem) gibi lüzumsuz ve artık fırtığı çıkmış tabirlerle iyice alay ederek, onlarla birlikte diğer çöptenekelik kelimelerin ait oldukları çöplüğe dökülmesine yardım edebilir.

Kaynak: Dünya Edebiyatından Seçmeler; Çeviren : Prof. Dr. Ahmet E. Uysal, Nisan 1977 Sayı:2, Kültür Bakanlığı yayınları.

Devamı...

9 Mart 2009 Pazartesi

İngiliz Dili ve Politika-2


Fazla iddialı sözler : Phenomenon (hadise), element (unsur), individual (şahıs), objective (tarafsız), categorical (kesin), effective (tesirli), virtual (hakikî), basic (esas), primary (ilk), promote (yükseltmek), constitute (teşvik etmek) exhibit (teşhir etmek), exploit (istismar etmek), utilize (kullanmak), eliminate (bertaraf etmek), liquidate (tasviye etmek) gibi kelimeler sade cümlelere bir zenginlik ve tarafsız olmayan hükümlere ilmî bir objektiflik havası kazandırmak için kullanılmaktadır.


Epoch-making (devir açıcı), epic (hamasî), historic (tarihî), unforgettable (unutulmaz), triumphant (muzaffer), age-old (asırlık), inevitable (kaçınılmaz), inexorable (amansız), veritable (gerçek, hakikî) gibi sıfatlar milletlerarası politikanın adiliklerine bir ağırlık kazandırmak için kullanılırken, savaşa bir yücelik vermek için realm (ülke), throne (taht), chariot (harp arabası), mailed fist (zırh eldiven), sword (kılıç), shield (kalkan), banner (sancak), elarion (borazan) gibi eski devirleri hatırlatan kelimeler kullanılır. Deux ex machina (ilâhî müdahale), weltan-schaung (dünya görüşü), cul de sac (çıkmaz sokak), ancien regime (eski idare), status quo (halihazır durum) gibi yabancı kelimeler kullanılır. Deux ex machina (ilâhî müdahale), weltan-verir. i. e. (yani), e. g. (meselâ) ve ete. (v. s.) gibi faydalı bazı kısaltmalar dışında yüzlerce yabancı kelime ve tabire İngilizcede hiç gerek yoktur.
Kötü yazarlar, bilhassa ilim, siyaset ve sosyoloji konularında yazı yazanlar Latince ve Yunanca kelimelerin Saksonca kelimelerden daima daha haşmetli olduğunu sanırlar ve bunun sonucu olarak expedite (tacil etmek, hızlandırmak) , ameliorate (ıslah etmek, daha iyi bir duruma sokmak), deracinate (kökünden sökmek), clandestine (gizli), subaqueous (su altı) gibi lüzumsuz kelimeler Anglo-Saksonca karşılıkları olduğu halde onların yerine kullanılırlar.(1)

Marksist yazarların sık sık kullandığı hyena (sırtlan), hangman (cellât), petty bourgeois (küçük burjuva), lacquey (uşak), cannibal (yamyam), mad dog (kuduz köpek) v. s. gibi kelimeler çokçası Rusça, Fransızca ve Almancadan çevrilerek aktarılmış kelimelerdir. Aslında yeni bir kelime uydurmanın normal yolu Latin veya Yunanca kelimeye bir "—ize" eki ilâve etmektir. Umumiyetle İngilizce karşılığını düşünmektense bu yolla deregionalize (genelleştirmek), impermissible (müsaade edilemez), extra-marital (evlilik dışı) v.s. gibi kelimeler kurmak daha kolaydır. Bunun sonucu da dilde dağınıklık ve müphemliktir.
Manasız kelimeler : Bazı yazılarda, bilhassa sanat ve edebiyat tenkitlerinde hemen hiçbir mâna taşımayan uzun cümlelere çok rastlanır.(2)
Romantic (romantik), plastic (plastik), values (değerler), human (insan), dead (ölü), sentimental (his-sî), natural (tabiî), vitality (canlılık) gibi sanat eserlerinin tenkidinde kullanılan kelimeler, yalnız gözle görülebilecek bir şey anlatmamakla beraber, okuyucudan da böyle anlaşılmaları beklenmediğinden tamamen manasızdırlar. Bir tenkitçinin «The outstanding feature of Mr. x's work is its living quality» (Mr. x'in eserinin göze çarpan hususiyeti onun canlılığıdır) şeklindeki bir cümlesiyle, başka bir tenkitçinin «The immediately striking thing about Mr. x's work is its peculiar deadness» (Mr. x'in eserinin hemen dikkati çeken hususiyeti onun kendine mahsus bir cansızlık göstermesidir) şeklindeki cümlesi arasındaki fark okuyucu bakımından sadece bir fikir ayrılığından ibarettir. Dead
ve livinig yerine black ve white gibi kelimeler kullanılsaydı okuyucu dilin kötü kullanıldığını hemen anlardı. Birçok siyasî kelimeler bu şekilde kötüye kullanılmaktadır. Bugün Fascism (Faşizm) kelimesi «arzu edilmeyen bir şey» dışında bir mâna taşımamaktadır. Democracy (demokrasi), socialism (sosyalizm) freedom (hürriyet), patriotic (vatansever), realistic (gerçekçi), justice (adalet) kelimelerinin birbiriyle uyuşmayan mânaları vardır. Democracy gibi bir kelime söz konusu olunca, kelimenin herkesçe kabul edilebilen belirli bir tarifi olmadığı gibi, böyle bir şeye teşebbüs edildiği zaman, her taraftan itirazlar olmaktadır. Bir memlekete demokratik dediğimiz zaman onu methettiğimiz anlaşılmaktadır. Sonuç olarak, herhangi bir rejimi müdafaa etmek isteyenler onun bir demokrasi olduğunu iddia ederler ve kelime belirli bir mânaya bağlandığı takdirde onu artık kullanmaktan korkarlar. Bu çeşit kelimeler bile bile yanlış kullanılmaktadır. Yani onları kullanan kimselerin onlar için hususî tarifleri vardır.
Marshal Petain was a true patriot (Mareşal Petain hakikî bir vatanseverdi), The Soviet Press is the freest in the world (Sovyet basını dünyanın en hür basınıdır) gibi beyanlar daima okuyucuyu aldatmak için yapılmıştır. Çeşitli mânalarda yalan yere kullanılan diğer kelimeler şunlardır : class (sınıf), totalitarian (totaliter), science (fen), progressive (ilerici), reactionary (gerici), bourgeois (burjuva), equality (eşitlik).

Bu sapıklıkların ve aldatmacalıkların listesini yaptıktan sonra, bunların yazıda nasıl kullanıldığına dair bir örnek daha vereceğim. Bu sefer hayalî bir parça seçmeliyim. İyi bir İngilizce parçayı en kötü modern İngilizceye çevirerek vereceğim. İncil'in «Ecclesiastes» kısmından meşhur bir parça veriyorum :

"I returned and saw under the sun, that the race is not to the swift, nor the battle to the strong, neither yet bread to the "vvise, nor yet riches to men of understanding, nor yet favour to men of skill; but time and chance happeneth to them all."
Dönüp baktığımda, güneşin altında yansı hızlı koşanın, savaşı kuvvetlinin, ekmeği ve serveti akıllının kazanmadığını gördüm. Ne de kabiliyetli hususî muamele gördü. Hepsinin beklediği bir zaman, hepsinin kolladığı bir fırsat vardı."


Bu, modern îngilizcede şu şekle giriyor :
"Objectivo consideration of contemporary phenomena cömpels the conclusion that success or failure in competitive activitles exhibits no tendency to be commensurate with innate capacity, but that a consi-derable element of the unpredictable must invariably be taken into account."
«Günümüzün olaylarını tarafsız bir incelemeye tâbi tutarsak, rekabeti gerektiren faaliyetlerde başarı veya başarısızlığın şahsi kabiliyet ile düz orantılı olmadığı, fakat önceden kestirilemeyen bir hayli un-surların daima dikkat nazarına alınması gerektiği sonucuna varmak zorunda kalırız.»

Bu gülünç bir taklit olmakla beraber, o kadar da kaba değildir. Meselâ, yukarıda (3) sayılı örnek de aynı şekilde bir İngilizceyle yazılmıştır. Tam bir tercüme yapmadığım görülecektir. Cümlenin başı ve sonu aslına yakındır, fakat orta kısımda race-(yarış), battle (savaş), bread (ekmek), gibi elle dokunulur haki-katlar «success or failure in competitive activities» (rekabeti gerektiren faaliyetlerde başarı veya başarısızlık) gibi müphem bir ifade şekline dönmektedir. Bunun böyle olması gerekiyordu, çünkü benim burada sözünü etmekte olduğum hiçbir modern yazar, yani «objective consideration of contemporary phenomena» (Çağdaş olayların tarafsız mütalâası) gibi bir ifade şekli kullanılabilen hiçbir yazar, düşüncelerini böyle teferruatlı ve tam bir şekilde sıralamazdı. Modern nesir daima kesinlikten uzaklaşmakta, müphemliğe yönelmektedir. Şimdi bu iki cümleyi biraz daha yukarıdan inceleyelim : İlk cümlede 49 kelime, fakat yalnız 60 hece bulunmaktadır ve içindeki kelimelerin hepsi de günlük hayattan alınmıştır. İkinci parçada 38 kelime ve 90 hece bulunmaktadır; kelimelerin 18'i Latince ve biri de Yunanca köklerdendir. İlk cümlede 6 tane canlı hayal vardır ve müphem denilebilecek tek bir kelime yoktur; 90 hecesine rağmen birincinin taşıdığı mânanın sadece bir özetini verebilmektedir. Böyle olmasına rağmen bugünkü İngilizcede ikinci parçadaki cümleler tutunmaktadır. Meseleyi abartmak istemiyrum. Bu yazı şekli fazla yaygın değildir. Sadeliğe en kötü kitaplarda bile hâlâ rastlanmaktadır. Fakat, bizden insan kaderinin belli olmayışı hakkında birkaç satır yazmamız istense, İncil' den aldığım cümleden ziyade, benim hayalî cümleme benzeyen bir yazı yazmamız ihtimal dahilindedir.


Göstermeye çalıştığım gibi modern yazıların en kötü tarafı, kelimeleri mânalarının hatırı için ve hayalleri mânayı daha açık olarak anlatmak maksadıyla seçmek değil, başkalarının yan yana getirdiği uzun kelime dizilerini sahte ve yapmacık bir tarzda kullanmaktır. Bunun cazibesinin sebebi kolay oluşudur. Bir kere alışınca in my opinion it is not unjustifiable assumption (Fikrimce haksız bir faraziye değildir) demek, sadece I think (sanıyorum) demekten daha kolay, hattâ daha çabuktur. Hazır tabirleri kullanırsanız, yalnız kelime aramamak gibi bir kolaylığa sahip olmakla kalmazsınız, aynı zamanda cümlenizin ritmik hususiyetlerine de ehemmiyet vermezsiniz, çünkü bu tabirler aşağı yukarı ahenkli olarak hazırlanmıştır.

Meselâ, bir stenoya yazı yazdırmak gibi, aceleyle yazarken, yahut bir nutuk hazırlarken, iddialı ve bol Latince kelimeler kullanarak yazmanız tabiidir. A consideration which we should do well to bear in mind (hatırlamamız gereken bir husus) veya a conclusion to which we should readily assent (hemen kabul etmemiz gereken bir netice), birçok cümlenin sertliğini giderir. Bayat teşbihler, mecazlar ve tabirler kullanmak suretiyle insan, yalnız okuyan için değil, yazdıklarının müphem olması pahasına, kendini zihin yorgunluğundan kurtarır. İşte karışık teşbihlerin faydası budur. Bir teşbihin başlıca gayesi zihinde görme duygusuyla ilgili bir hayal canlandırmaktır. Bu hayeller The Fascist octopus has sung its sıvan song (Faşist ahtapot son kozunu oynadı) gibi bir cümlede yazarın ismini verdiği şeylerin hayalini canlandırmadığı açıktır. Yani yazar hakikatte düşünmemektedir.


Makalemin baş tarafında verdiğim örneklere tekrar bakalım : Prof. Laski (1 no. lu parça) 53 kelimelik yazısında 5 tane menfi kelime kullanmaktadır. Bunlardan biri bütün parçayı manasız bir şekle soktuğundan lüzumsuzdur. Ayrıca, yanlışlıkla akin (akraba) kelimesi yerine alien (yabancı) kelimesi kullanılmış ve böylece cümlenin mânası daha da anlaşılmaz olmuştur. Yapılmaması gereken birkaç becerisizlikle cümlenin umumî müphemiyeti daha da artmıştır. Prof. Hogben (2 no. lu parçada) reçete yazabilmek kabiliyetini haiz bir bataryayı gelişigüzel harcamakta, günlük dilde kullanılan put up with (tahammül etmek) tabirini tasvip etmediği halde, egregious (üstün, temayüz etmiş) kelimesinin mânasına lügatte bakmak istememektedir, 3. parça merhametsizce ele alınırsa tamamen manasızdır. İnsan bu parçanın alındığı makalenin tamamını okursa, o za-man belki mânasını anlayabilir. 4. parçanın yazarı aşağı yukarı ne demek istediğini biliyor, fakat bazı bayat tabirlerin bir ara-ya yazılmasıyla, çay yapraklarının lavabonun deliğini tıkaması gibi, mâna boğuluyor, tıkanıp kalıyor. 5. parçada kelimelerle mâna arasında bir bağ kalmamıştır. Bu tarzda yazanlar mutat üzere umumî bir heyecan ifade etmek isterler. Hoşlanmadıkları bir şeye karşılık, başka bir şey uğrunda birleşmek istediklerini anlatmak isterler; fakat söyledikleri şeyin teferruatıyla ilgili değillerdir. Titiz bir yazar yazdığı her cümlede, kendine en az dört soru sorar: Ne demek istiyorum? Hangi kelimeler bu mânayı verecektir? Hangi hayal yahut tabir onu daha açık anlatacaktır?

Bu hayal tesirli olacak kadar taze ve canlı mıdır? Sonra belki kendisine bir soru daha soracaktır. Onu daha kısa yazabilir miyim? Kaçınabileceğim çirkin bir şey söyledim mi? Fakat sizin bütün bu zahmetlere girmenize lüzum yoktur. Siz sade zihninizin kapılarını açıp, hazır tabirlerin bölük bölük içeri girmesine müsaade etmekle bundan kurtulabilirsiniz. Onlar size cümlelerinizi bir dereceye kadar kurarlar, sizin düşüncelerinizi bile düşünebilirler, hatta gerekiyorsa, anlatmak istediğinizi kısmen sizden bile gizleyebilirler. İşte, politika ile dilin bozulması arasındaki hususî münasebet bu noktada açıkça belirmektedir.


(1) Buna güzel bir misal olmak üzere çok yakın zamanlara kadar İngilizce çiçek isimlerinin yerine Yunancalarmın kullanılmağa başlanmasını gösterebiliriz. Böylece snapdragon ye-rine antirrhinum, forget - me - not yerine myosotis kullanılmağa başlamıştır. Bunun hangi maksada yaradığını anlamak güçtür. Belki daha sade olan yerli kelime yerine Yunancasının kullanılmasıyla daha yüksek bir ilmîlik kazanıldığına inanılmaktadır.
(2) "Comfort'un vüs'at bakımından garip bir şekilde Whitman'ı andıran idrak ve hayallerdeki cihanşümullüğü estetik mecburiyete tamamen ters olarak, o titreyen atmosferik, ima yığınının zalim ve zamansızlığın sakin amansızlığını canlandırmaya devam ediyor. Wrey Gardner hedefin tam ortasına isabetli atışlarda bulunuyor. Fakat onlar o kadar basit değil, ve bu mes'ut hüzün içinde tevekkülün acı-tatlısından daha başka şeyler var." (Poetry Ouarterly)



Kaynak: Dünya Edebiyatından Seçmeler; Çeviren : Prof. Dr. Ahmet E. Uysal, Nisan 1977 Sayı:2, Kültür Bakanlığı yayınları.sf:16-21

Devamı...

8 Mart 2009 Pazar

İngiliz Dili ve Politika-1

George Orwell* Çeviren : Prof. Dr. Ahmet E. Uysal



İngiliz diliyle uğraşanlar bu dilin kötü bir yolda olduğunu kabul etmekle beraber, bu konuda istense de bir şey yapılamayacağı kanaati genellikle hâkim bulunmaktadır. İddia edildiğine göre İngiliz medeniyeti çökmekte olan bir medeniyettir, ve İngilizce de bu çöküntüden kurtulamaz. Dilin kötüye kullanılmasına karşı çıkmak, fener mumunun elektrik ışığına yahut da at arabasının uçağa tercih edilmesi gibi hissi bir muhafazakârlık sayılmaktadır. Buna karşı, dilin tabiî bir gelişme sonucu meydana geldiği ve gayelerimize göre şekil verdiğimiz bir vasıta olmadığı görüşü vardır.



Bir dilin gerilemesinin siyasî ve ekonomik sebepleri vardır. Bu gerilemeyi sadece şu veya bu yazarın tesirine bağlamak doğru değildir. Fakat bir tesir bir sebep olabildiği gibi, ilk sebebi kuvvetlendirerek aynı tesiri daha yoğun bir şekilde meydana getirebilir ve bu sebep-tesir münasebeti böyle zincirlemesine uzar gider. Bir adam hayatta başarısız olduğundan içkiye başlayabilir ve sonra da içtiği için büsbütün başarısızlığa uğrar. İşte İngiliz dilinin başına gelen de buna benzer bir durumdur. Düşüncelerimiz sağlam olmadığından dilimiz çirkinleşiyor ve doğruluktan uzaklaşıyor, fakat diğer taraftan da dilimizin pejmürdeliği düşüncelerimizin sakat olmasına yol açıyor. Önemli olan meselenin iki yönlü oluşudur. Modern İngilizce, bilhassa yazılı İngilizce, taklit yoluyla yayılmakta olan birçok kötü alışkanlıklarla doludur. İnsan biraz zahmete katlanırsa bunlardan kurtulmak mümkündür. İnsan bu alışkanlıkları bırakırsa daha açık düşünebilir; açık düşünmek de siyasî olgunluğun ve gelişmenin ilk adımıdır. Demek ki, kötü İngilizceye karşı mücadele etmek boş bir hareket olmadığı gibi, yalnız hayatını yazarlıkla kazananların ilgilenmesi gereken bir konu da değildir. Az ileride bu konuya yine döneceğim. O zaman ne demek istediğim daha kolay anlaşılacaktır. Şimdi bugünkü İngilizceden beş yazılı örnek vereceğim.

Bu beş parça, çok bozuk oldukları için seçilmemişlerdir. İsteseydim bunlardan çok daha bozuk yazılar seçebilirdim. Bu parçaları zamanımızda çok görülen bozuk düşünce şekillerini açıklamak için seçtim. Biraz vasatın altında olmakla beraber bunlar bugünkü İngilizceyi temsil edecek parçalardır. Onları kolaylık olsun diye numaralıyorum ;

(1) I am not, indeed, sure whether it is not true to say that the Milton who önce seemed not unlike a seventeenth - century Shelley had not become, out of an experience ever more bitter in each year, more alien to the founder of that Jesuit sect which nothing could induce him to tolerate. (Professor Harold Laski : Essay in Fredom of Ex-pression)

(Bir zamanlar bir 17. yüzyıl Shelley'inden farksız görülen Milton, her yıl geçirdiği daha acı tecrübeden sonra, onu hiçbir şeyin tahammüle zorlayamacağı o Jesuit mezhebi kurucusuna daha da yabancılaşmış olduğunu söylemenin doğru olup olmadığından gerçekten âmin değilim. (Profesör Harold Laski : İfade Hürriyeti'nden bir parça)

(2) Above all, we cannot play ducks and drakes with a native battery o£
idioms which prescribes such egregious collocations of vocables as
the Basic put up with for tolerate or put a loss for bewilder.
(Professor Lancelot Hogben : Interglossa)

(Her şeyden evvel, tolerate yerine put up with (tahammül etmek), bewilder yerine put at a loss (şaşırtmak, şaşkına döndürmek) gibi bir sürü üstün kelime bataryalarının reçetesini yazan kendi öz deyimlerimizi gelişigüzel harcayamayız. (Profesör Lancelot Hogben : Interglossa)

(3) On the one side we have the free personality by definition it is not
neurotic, for it has neither conflict nor dream. Its desires, such as
they are, are transparent, for they are just what institutional approval keeps in the forefront of consciousness; another institutional
pattern would alter their number and intensity; there is little in them
that is natural, irreducible, or culturally dangerous. But on the
other side, the social bond itself is nothing but the mutual reflection
of these şelf - secure integrities. Recall the definition of love. Is not
this the very picture of a small academic? where is there a place in
this hail of mirrors for either personality or fraternity? (Essay on
Psychology in Politics - New York)

(Bir tarafta serbest şahsiyet var : tarif gereğince bu nörotik değildir, çünkü ne rüyaları ne de çatışmaları yoktur. Arzuları şeffaftır, çünkü onlar müessese tasvibiyle şuurun ön planında tutulan şeylerdir; diğer bir müessese şekli onların sayısını ve şiddetini değiştirir. Onlarda tabiî, basitleştirilmeyen ve kültür bakımından tehlikeli pek az şey vardır. Fakat diğer taraftan sosyal bağın kendisi bu kendinden emin dürüstüklerin karşılıklı yansımasından başka bir şey değildir. Aşkın tarifini hatırlayınız. Bu küçük bir akademikin tam kendisi değil midir? Bu aynalı salonun neresinde şahsiyet veya kardeşlik için bir yer vardır?(New York'ta çıkan Politika dergisinde psikoloji konusunda bir deneme)

(4) AlL the "best people" from the gentlemen's clubs, and ali the frantic fascist captains, united in common hatred of Socialism and bestial horror of the rising tide of the mass revolutionary movement, have turned to acts of provocation, to foul incendiarism, to medieval legends of poisoned wells, to legalize their own destruction of proletarian organizations, and rouse the agitated petty - bourgeoisie to chauvinistic fervour on behalf of the fight against the revolutionary
way out of the crisis. (Communist pamphlet)

(Kibar beylerin üye olduğu klüplere mensup bütün «en iyi» kimseler ve bütün çılgın faşist liderler, Sosyalizme karşı nefret ve kitlenin devrimci hareketinin şahlanması karşısında hayvanca korku duygusuyla birleşerek, tahriklere, pis kundakçılığa, ortaçağların zehirli kuyular masallarına, proleter örgütlerin kendileri tarafından tahrip edilmesini meşru gösterme hareketlerine ve buhrandan çıkış yolu olarak devrimci yola karşı savaş uğruna telâşlı küçük burjuvanın şoven heyecanını artırmaya yönelmişlerdir. (Komünist Bildirisi)

(5) If a new spirit is to be infused into this old cöuntry, here is one thorny and contentious reform which must be tackled, and that is the humanization and galvanization of the B. B. C. Timidity here will bespeak canker and atrophy of the soul. The heart of Britain may be soımd and of strong beat, for instance, but the British lion's roar at present is like that of Bottom in Shakespeare's Midsummer Night's Dream - as gentle as any sucking dove. A virile new Britain cannot continue indefinitely to be traduced in the eyes, or rather ears, of the world by the effete languors of Langham Place, brazenly masquerading as «standard English.» When the Voice of Britain is heard at nine o'clok, better far and infinitely less ludicrous to hear aitches honestly dropped than the present priggish, inflated, inhibited, school - ma'amish arch braying of blameless bashful mewing maidens! (a letter in Tribune)

(Bu eski memlekete yeni bir ruh aşılamak için yapılması gereken güç ve tartışmalı bir reform vardır; bu da B. B. C. nin galvanize ve humanize edilmesidir. Bu konuda gösterilecek korkaklık kanser ve ruhun atrofisi demektir. Meselâ Britanya'nın kalbi sağlam ve nabzı kuvvetli olabilir, fakat şimdi İngiliz aslanının kükremesi Shakespe-are'in Midsummer Night's Dream'indeki Bottom'da olduğu gibi herhangi bir süt kuzusu kadar mülayimdir. Dinamik bir yeni Britanya, dünyanın gözlerine, daha doğrusu kulaklarına Langham Place'in modası geçmiş gevşekliğinin utanmaz «Standard lngilizce»si olarak sunularak tahrik edilmesine ilâ nihaye müsaade edilemez. Britanya'nın sesi saat 9'da duyulduğu zaman 'ayç'lerin namuskârane düşürüldüğünü duymak, şimdiki kendini beğenmiş, mübalâğalı, sınırlı, kusursuz utangaç mızmız bakirelerin hocahanımvari anırmalarını dinlemekten çok daha iyi ve sonsuz derecede daha az gülünçtür! (Tribune'da çıkan bir mektuptan)



Bu parçalardan herbirinin kendine göre bir kusuru vardır; kaçınılabilecek çirkinliklerden tamamen ayrı olarak bunlarda müşterek iki unsur göze çarpmaktadır. Birincisi hayallerin bayatlığı, diğeri de ifade bulanıklığıdır. Yazarın ya anlatmak isteği mâna taşıyan bir konusu vardır, fakat onu anlatamamaktadır; ya farkında olmadan başka bir şey anlatmaktadır; ya da kelimelerin bir mâna taşıyıp taşımadığı onun için önemli değilr. Bu müphemlik ve beceriksizlik bugünkü İngiliz nesrinin, bilhassa siyasî konularda yazılan yazıların en göze çarpan hususiyetidir. Belirli bir konu ortaya atılır atılmaz elle tutulur şeyler bir mücerretlik içinde erir ve hiç kimse bayatlamamış bir ilime kullanamaz olur. Yazılar, taşıdıkları mânalardan dolayı seçilen kelimeler yerine, gittikçe bir prefabrike kümesin parçaları gibi bir araya getirilmiş cümle parçacıklarından meydana getirilmektedir. Aşağıda yazının çeşitli yollarla nasıl bozulduğunu örneklerle göstermek istiyorum :

Ölü teşbihler : Yeni icad olunmuş bir teşbih hayal yoluyla düşünceye yardım ederken, iron resolution (demir irade, çelik irade) gibi teknik bakımdan ölü veya cansız teşbihler, alelade kelimeler haline dönüp umumiyetle canlılıklarını kaybetmeden kullanılabilirler. Fakat bu iki grup arasında canlılıklarını ve tesirlerini kaybetmiş bir yığın teşbih vardır; bunlar insanları teşbih yaratmak zahmetinden kurtarırlar. Bunlara örnek olarak şunlar verilebilir :


Ring the changes on (bir şeyi değişik şekillerde tekrarlamak), take up the cudgels for (birini savunmak), toe the line (hizaya gelmek), ride roughshod över (tahakküm etmek), stand shoulder to shoulder with (omuz omuza vermek), play into the hands of (bilmeyerek bir düşmana hizmet etmek), no axe to grind (bir menfaati olmamak), grist to the mili (kâr sağlamak), fishing in troubled waters (bulanık suda balık avlamak), on the order of the day (yapılması gereken şey), Achille's heel (Aşil'in topuğu, canevi), swan song (kuğu türküsü. Kuğunun ölmeden biraz önce çok güzel öttüğüne dair halk inancından kaynağını alan bir söz, son başarı), hotbed (kötülük yatağı).


Bunlardan bir çoğu bugün mânaları bilinmeden kullanılmaktadır. Birbirlerine uymayan teşbihler sık sık karıştırılmaktadır. Bu, yazarın anlatmak istediği şeyle ilgilenmediğinin kesin bir işaretidir. Şimdi kullanılmakta olan bazı teşbihler asıl mânaları dışında kullanılmaktadır, ve bunları kullananların bu gerçekten haberleri bile yoktur. Meselâ, "toe the line (hizaya gelmek)" bazan "tow the line (hizayı çekmek)" şekline girmektedir. Diğer bir misal de "the hammer and the anvil (çekiç ve örs)" tür. Bu teşbih, şimdi örsün bütün yükü taşıdığı, yani bütün zahmete katlandığını ifade etmek için kullanılır. Gerçekte ise çekici kıran örstür; çekicin örsü kırdığına hiçbir yerde rastlanmamıştır. Ne dediğini anlamak için bir an durup düşünen yazar bunun farkına varabilir ve o zaman deyimin asıl şeklini bozmaz.

Takma bacak fiiller : Bunlar yazarı uygun fiil ve isimleri araştırıp bulmak zahmetinden kurtarır ve cümleleri fuzulî hecelerle yastıklayarak onlara simetrik bir görünüş verir. Tipik örnekler şunlardır : render inoperative (hizmet dışı bırakmak, çalışamaz duruma sokmak), militate against (— karşı mücadele etmek), make contact with (temas kurmak), be subjected to (tâbi olmak), give rise to (sebebiyet vermek), give grounds for (birine fırsat vermek), to have the effect of (—nin tesirine sahip olmak), play a leading part in (—de önemli rol oynamak), make itself felt (kendini hissettirmek), take effect (yürürlüğe girmek), exhibit a tendency to (—e eğilim göstermek), serve the purpose of (—maksadına yaramak).


Burada yapılan iş basit fiillerin ortadan kaldırılmasıdır. "Break, stop, spoil, mend, kill" gibi tek bir kelimeden ibaret fiiller kullanacağınız yere fiil, umumî maksatlarla kullanılan "prove, serve, form, play, render" gibi bir fiile eklenmiş bir isim veya sıfattan meydana gelen bir cümle parçası haline gelmektedir. Ayrıca, mümkün olan yerlerde, fiilin aktif hali yerine pasif hali ve fiilden yapılmış isimler yerine (by examining yerine by exa-mination of gibi) isimlerden yapılmış kuruluşlar kullanılmaktadır. Fiillerin sayısı bir de —ize ve de— li kuruluşlarca kısıtlandınlmakta ve bazı bayat ifade şekillerine not un— kuruluşuyla bir derinlik görünüşü kazandırılmak istenmektedir. Basit rabıt edatları (bağlama ekleri) ve ön ekler yerine with respect to, having regard to, the fact that, by dint of, in view of, in the interests of, on the hypothesis that gibi deyimler kullanılmaktadır. Cümlelerin sonları greatly to be desired (çok arzu edilmektedir) , cannot be left out of account (dikkat nazarından uzak tutulamaz) , a development expected in the near future (yakın gelecekte beklenen bir gelişme), deserving of serious consideratlon (ciddî ilgiye lâyık), brought to a satisfactory conclusion (tatminkâr bir sonuca erdirmek) v.s. gibi tumturaklı bayağı tabirlerle zayıf bir şekilde sona ermekten kurtarılır.


(*) George Orwell (1908-1950). Skoç asılh olan ve genç denilecek bir yaşta ölen George Onvell Hindistan'da doğmuş ve öğrenimini İngilterede meşhur bir özel okul olan Eton'da görmüş, fakat üniversiteye gitmeyi reddetmişti. Birmanya'da beş yıl polis olarak çalışmış, 1927'den sonra da İngilterede çeşitli işlerde bulunmuştu. İdealist bir kimse olan ve siyasî teorilere derin bir merak gösteren Onvell, İspanyol iç savaşında Franco'ya karşı çarpışmış ve ağır yaralanmıştı. Komünist diktatörlüğü tanıdıktan sonra 1945 yılında yayınladığı Animal Farm adlı eserinde bu rejimin iç yüzünü açıklamıştır. Diğer meşhur eseri 1948'de yayınladığı ve dünyanın 1984 yılında alacağı korkunç manzarayı bütün dehşetiyle anlatan 1984 adlı romanıdır. Yazarın diğer eserleri şunlardır : Dovrn and Out in Paris and in London (1933), Burmese Days (1934), Keep the Aspidistra Flying U936), Wigan Pier (1937), Corning up for Air (1939), Shooting an Elephant (1950). Burada Türkçesi verilen yazı Shooting an Elephant'tan alınmıştır.


Kaynak: Dünya Edebiyatından Seçmeler; Çeviren : Prof. Dr. Ahmet E. Uysal, Nisan 1977 Sayı:2, Kültür Bakanlığı yayınları.sf:11-16

Devamı...

7 Aralık 2007 Cuma

The Mystery and Wonder of Words

by Maxwell Nurnberg

How long a time lies in one little word! WILLIAM SHAKESPEARE: King Richard II

Millions of years ago, there were no words. There was no language. The first human beings, like animals, were probably able to make only those sounds that expressed the simplest feelings. They must have made sounds like the bark of a dog to convey excitement or like the purr of a cat to show contentment. Man was very much like Tennyson's

An infant crying in the night;
An infant crying Jor the light,
And with no language but a cry.


These sound and cries nature gave to man as she gave him hands. Man's hands, however, were not by themselves powerful enough to conquer the earth and get from it everything that was needed. Therefore, he had to invent tools made out of wood and stone to extend the power of his hands.
In the same way man had somehow to create or invent words, tools made from sounds, to extend his power of communication with others, to share with them some of the ideas that lay imprisoned in his brain.
One day, aeons ago, it is possible that an early ancestor of ours, running barefoot on the forest floor, suddenly happened to step on a sharp stone. Undoubtedly he uttered a startled, piercing cry of pain—the primitive equivalent of a word like Ouch! He was probably frightened by his outburst, yet somehow excited by it too.Imagine him later that day back in his cave. Remembering the sharpness of the pain, he was eager to let the others know all about his experience. As he acted out his story for them with gestures, he came to his startled outcry. Having a sense of the dramatic, he pointed to the sole of his injured foot and, to make his story more vivid, let out the same piercing sound he had made at the time of his accident.
The story was an instant success. He was made to tell it over and over again, the others joining in when he came to the "sound effect." After frequent repetitions we can see how the sound became a word that they could now all use. And it probably had many meanings. Depending on the particular gesture that accompanied it, the word could mean "pain" or "wound" or "blood" or "sharp stone" or even "sole of a foot"!
How do we know all this? We don't. Through the years, students of language have developed many theories, pure guesses. This is my guess.
However, at this point science can step in to help us with part of the story of language. For there is a theory which says, "Ontogeny1 recapitulates phylogeny2 . Simply stated, it tells us that the individual, especially in his earliest stages, goes through a development similar to those stages that the human race has gone through. If, therefore, we study how a little child's language develops, it may give us some idea of how language itself developed.
Let us take the case of Ellen. She was a big-city child, surrounded constantly by passing automobiles and trucks.
Therefore, the first word she learned—it was really a sentence—was It's a car. She would call attention to each passing vehicle proudly with It's a car.
On her first day in the country, she saw an ant crawl by. Her pudgy little finger shot out and triumphantly she announced, "It's a car”. For Ellen, anything that moved was a car. No distinctions or refinements were made. It's-a-car was a general word to describe any moving object.
In the same way, the ouch word of our earliest ancestors was a general word and of-ten covered a lot of ground. Later, much later, more specific words were developed. 0uch remained the word for a cry of pain other words were found for stone and pain and wound and blood and ole that had specific, unique meanings. Today, Webster's Third New International Dictionary contains 450,000 separate entries. And there exist in the world today about 2,5OO languages!

In his play Prometheus3 Bound, Robert Lowell4 has Prometheus say:
"Before I made men talk and write with words, knowledge dropped like a dry stick into the fire of their memories, fed that fading blaze an instant, then died without leaving an ash behind."
It is written words that have made man's memories live on in others and have fed the flame of knowledge which lighted the avenues to all of man's serious thinking and his great achievements.

For example, you press a button and where there was darkness before there is now light. You press another button and you shoot up eighty floors, almost to the top of the Empire State Building. You turn a dial in your living room and you are present at an event taking place thousands of miles away. These miracles, which have taken millions of years to achieve, are taken for granted by all of us.
In the same way, we take for granted another miracle—the words we speak, read, and write so naturally and effortlessly. Let's take a very simple example. Every morning, wherever English is spoken, people sit down to what they call breakfast. Few of us ever think of the word as meaning more than merely some fruit juice, a cereal or egg, toast, and a hot drink. Yet if you look closely at the word, you see that it means that you are "breaking your fast," eating for the first time since the evening before.

You don (do on) your clothes before sitting down to breakfast and you may doff (do off) your hat when you say goodbye. But what are you saying when you say goodbye? In Shakespeare's plays you will find that characters, on leaving one another, sometimes say, "God be wi' ye!" (God be with you!) Now say God be wi' ye fast. Faster. Faster still. In a few seconds you have covered hundreds of years and you have arrived at the modern goodbye. Thus whenever you say goodbye you are really saying "God be with you."
In most modern languages of Western Europe the formal words of farewell have God in them. The French say Adieu5; so do the Germans and Austrians, though they pronounce it a little differently. The Spaniards say, Adios6 and the Italians, Addio.7 All of these words come from the Latin word for a god, deus,8 which comes from the Greek theos,9 which comes from—but that's another story.
You may eat breakfast with, or say goodbye to, a companion. Let's not take that word for granted. Let's look into it. Companion has the structure of most English words of three syllables or more: a prefix, com; a root, pan: a suffix, ion.
You have seen the prefix com in words like combine, combat (fight with), compose (put together), and you probably know that com is a prefix meaning "with" or "together." The suffix ion shows that the word is a noun.
But what does the all-important middle part pan mean? It comes from a Latin word panis, appearing in French as pain (pronounced "paa" with a nasal twist at the end), in Spanish as pan, and in Italian as pane (pronounced "pah-nay") and it means "bread." Is there a better way to describe a companion than to say that he is one with whom we share our bread?
You probably know that the word alphabet is made up of the first two Greek letters—alpha and beta. But do you know that the word atone really means "at one"? If you atone, if you make amends, for something you have done, you feel "at one" again with whomever you may have offended.

If all you know about a word is its spelling and its meaning, you sometimes don't know the half of it. As a matter of fact, you don't know the most interesting half of it. You don't know who its parents are, who its relatives are, what country it was born in, or what picture may be hidden somewhere within it. By the way, the word infant comes from Latin in, "not," plus fant, "speaking." Strictly speaking, therefore, you are no longer an infant when you begin to speak.

Notes:
1 Ontogeny (an taj" a ne) n.: The life cycle of a
single organism or individual.
2 Phylogeny (fi laj' a ne) n.: The development of a
species or group.
3. Prometheus (prs me' the as): In Greek mythology, a titan who stole fire from heaven for the benefit of mankind. To punish him. Zeus chained him to a rock, where a vulture attacked him each day.
4.Robert Lowell (1917-1977): American poet and dramatist.
5. Adieu: Pronounced a dyoo'.
6. Adios: Pronounced a de 6s'.
7. Addio: Pronounced a de' o.
8. deus: Pronounced da oos.
9. theos: Pronounced the' as.

Source: Prince Hall Literature Bronze, 1989

Devamı...

Differences Between Speech & Writing

• Speech is time-bound, dynamic, transient. It is part of an interaction in which both participants are usually present, and the speaker has a particular addressee (or several addressees) in mind...
• The spontaneity and seed of most speech exchanges make it difficult to engage in complex advance planning. The pressure to think while talking promotes looser construction, repetition, rephrasing, and comment clause. Intonation and pause divide long utterances into manageable chunks, but sentences boundaries are often unclear.
• Because participants are typically in face-to- face interaction, they can rely on such extralinguistic cues as facial expression and gesture to aid meaning (feedback). The lexicon of speech is often characteristically vague, using words which refer directly to the situation (deictic expressions, such as that one, in here, right now).
• Many words and constructions are characteristic of (especially informal) speech. Lengthy coordinate sentences are normal, and are often of considerable complexity. Nonsense vocabulary is not usually written, and may have no standard spelling. Obscenity may be replaced by graphic euphemism (f***). Slang and grammatical informality, such as contracted forms (isn't, he's) may be frowned upon.
• Speech is very suited to social or 'phatic' functions, such as passing the time of day, or any situation where casual and unplanned discourse is desirable. It is also good at expressing social relationships, and personal opinions and attitudes, due to the vast range of nuances which can be expressed by the prosody and accompanying non-verbal features
• There is an opportunity to rethink an utterance while it is in progress (starting again, adding a qualification). However, errors, once spoken, cannot be withdrawn (the one exception is when a sound engineer performs wonders of auditory plastics surgery on a tape-recording of nonfluent speech); the speaker must live with the consequences. Interruptions and overlapping speech are normal and highly audible.
• Unique features of speech include most of the prosody. The many nuances of intonation, as well as contrast of loudness, tempo, rhythm, and other tones of voice cannot be written down with much efficiency.

• Writing is space-bound, static, permanent. It is the result of a situation in which the writer is usually distant from the reader, and often does not know who the reader is going to be (except in a very vague sense, as in poetry).
• Writing allows repeated reading and close analysis, and promotes the development of careful organization and compact expression, with often intricate sentence structure. Units of discourse (sentences, paragraphs) are usually easy to identify through punctuation and layout.
• Lack of visual contact means that participants cannot rely on context to make their meaning clear; nor is there any immediate feedback. Most writing therefore avoids the use of deictic expressions, which are likely to be ambiguous. Writers must also anticipate the effects of the time-lag between production and reception, and the problems posed by having their language read and interpreted by many recipients in diverse settings.
• Some words and constructions are characteristic of writing, such as multiple instances of subordination in the same sentence, elaborately balanced syntactic patterns, and the long (often multi-page) sentences found in some legal documents. Certain items of vocabulary are never spoken, such as the longer names of chemical compounds.
• Writing is very suited to the recording of facts and the communication of ideas, and to tasks of memory and learning. Written records are easier to keep and scan; tables demonstrate relationships between things; notes and lists provide mnemonics; and text can be red at speeds which suit a person's ability to learn.
• Errors and other perceived inadequacies in our writing can be eliminated in later drafts without the reader ever knowing they were there. Interruptions, if they have occurred while writing, are also invisible in the final product.
• Unique features of writing include pages, lines, capitalization, spatial organization, and several aspects of punctuation. Only a very few graphic conventions relate to prosody, such as question marks and underlining for emphasis. Several written genres (e.g. timetables, graphs, complex
formulae) cannot be read aloud efficiently, but have to be assimilated visually.

- Edited from course notes.

Devamı...

6 Aralık 2007 Perşembe

Writing

Language manifests itself as speech, i.e. as articulated sounds. But speech can also be represented visually in the graphic medium. The use of visual signs to represent speech is known as writing.


In evolutionary terms writing did not develop as a simple substitute for speech. The earliest graphic signs so far discovered were unearthed in western Asia from the Neolithic era. They are elemental shapes on clay tokens that were probably used as image-making forms or casts (Schmandt-Besserat 1978,1992).

The earliest writing systems were all independent of speech and not alphabetic or syllabic in nature. They were pictorial. In the ancient civilization of Sumer around 3500 BC, for instance, pictorial writing was used to record agricultural transactions and astronomical observations. Most of the Sumerian pictographs represented nouns such as stars and animals, with a few for such qualisigns as "small," "big," and "bright." A few centuries later, this pictographic system was expanded to include verbs: to sleep, for example, was represented by a person in a supine position. To facilitate the speed of writing, the Sumerians eventually streamlined their pictographs and transformed them into symbols for the actual sounds of speech. These were written down on clay tablets with a stylus in a form of writing known as cuneiform.

Pictographs are images of objects, people, or events—for example, a drawing of the sun stands for the spoken word sun. Pictographic forms of writing are still in existence today even in alphabet-using cultures: e.g. the images of males and females painted on bathroom doors are examples of pictographs. More abstract forms of pictographic signs are called ideographs (or ideograms). These may bear some resemblance to their referents, but assume much more of a conventional knowledge of the relation between signifier and signified on the part of the user. International symbols for such things as public telephones, washrooms, etc. are all ideographic. More abstract ideographs are known as logographs (or logograms). These show a highly-evolved form of symbolicity which, nevertheless, has a basis in iconicity. A logographic system combines various pictographs for the purpose of indicating non-picturable ideas. Thus, the Chinese pictographs for sun and tree are combined to represent the Chinese spoken word for east.
By about 3000 BC the ancient Egyptians also used a pictographic script—known as hieroglyphic. But in their case, the pictographs were becoming more alphabetic, standing for parts of words. Hieroglyphic writing was used to record hymns and prayers, to register the names and titles of individuals and deities, and to record various community activities—hieroglyphic derives from Greek hieros "holy" and glyphein "to carve."
From such pictographic-ideographic systems emerged the first syllables. These were systems of signs for representing syllables. They were developed by the Semitic peoples of Palestine and Syria from the ideographs of the Egyptian system during the last half of the second millennium BC. Syllables are still used in some cultures. Japanese, for example, is still written with two complete syllabaries—the hiragana and the katakana—devised to supplement the characters originally taken over from Chinese.

The emergence of syllabaries on the scene bears witness to the fact that, once writing became a flourishing enterprise in the ancient civilizations, it was convenient for it to be produced without pictures. The transition from pictorial to sound representation—the alphabet principle—came about to make writing rapid and efficient in its use of space. So, for example, instead of drawing the full head of an ox (1) only its bare outline was drawn; which (2) stood for the ox; which (3) eventually came to stand for the word for ox (aleph in Hebrew); and which (4) finally stood just for the first sound in the word (a for aleph). Stage (4) occurred around 1000 BC when the ancient Phoenicians systematically created the first true alphabetic system for recording sounds. The Greeks adopted the Phoenician alphabet and started the practice of naming each symbol by such words as alpha, beta, gamma, etc., which were imitations of Phoenician words: aleph "ox," beth "house," gimel "camel," etc. Alphabetic writing has become the norm in Western cultures. But in every alphabetic symbol that we now use to record our thoughts abstractly, there is an iconic history and prehistory that has become dim or virtually unseeable because our eyes are no longer trained to extract pictorial meaning from it.

Alphabetic writing is a truly remarkable achievement. It has made possible the recording and transmission of knowledge. Indeed, in Western culture to be an alphabet-user is to be literate and thus educated. So close is the link between the two that we can scarcely think of knowledge unless it is recorded in some alphabetic form and preserved in some book form for posterity; nor can we think of a person as educated unless we know that s/he can read and write verbal texts competently. In order to read and write, one must follow a sequence of characters arranged in a particular spatial order. For example, English writing flows from left to right, Hebrew from right to left, and Chinese from top to bottom. In all alphabet-using cultures, the ability to read and write does not emerge spontaneously. The child must be trained to recognize the alphabetic system and use it systematically to encode and decode written texts.

Besides its intrinsic value, the ability to read has economic consequences in modern societies. Adults who are better-than-average readers are more likely to have high-paying jobs. The growing technologization of society has brought along with it increasing demands for literacy, which the schools are hard pressed to meet. The reading ability needed to comprehend materials important to daily living, such as income tax forms and newspapers, has been estimated to be as high as the twelfth-grade level in North America. Some efforts have been made to simplify forms and manuals, but the lack of sufficient reading ability definitely impairs a person’s capacity to function in modern society.

Source: Analyzing cultures: an introduction and handbook / Marcel Danesi and Paul Perron. Bloomington : Indiana University Press, c1999.

Devamı...

4 Aralık 2007 Salı

Language vs. Speech

Although in colloquial parlance we rarely distinguish between language and speech, in actual fact the two are different. Speech is a physiological phenomenon. It involves the use of the organs of the vocal apparatus—the tongue, the teeth, the epiglottis, etc.—to deliver language, which is a mental code. Language is commonly delivered
as... speech; but it can also be expressed through other media, such as the alphabetic and the gestural ones. One can have language without speech, as do individuals with impaired vocal organs, because it exists as a mental code. But one cannot, clearly, have speech without language.


There is a strong possibility that language developed before speech in the human species. The evidence, however, is indirect. At birth, the larynx in human infants is high in the neck, as it is in other primates. Infants breathe, swallow, and vocalize in ways that are physiologically similar to gorillas and chimps. But, some time around the first three to six months of life, the infant's larynx starts to descend gradually into the neck, dramatically altering the ways in which the child will carry out laryngeal physiological functions from then on. Nobody knows why this descent occurs. It is an anatomical phenomenon that is unique to humans.

This new low position means that the respiratory and digestive tracts now cross above the larynx. This entails a few risks: food can easily lodge in the entrance of the larynx, and humans cannot drink and breathe simultaneously without choking. But in compensation, it produces a pharyngeal chamber above the vocal folds that can modify sound.
The lowered larynx makes it possible for human beings to articulate sounds with the vocal apparatus. The specific sounds that are used in a language to make up vocal signifiers are called phonemes. The phoneme is a minimal unit of sound that allows people who speak a language to differentiate its words. For example, what keeps words such as sip and zip distinct is the first sound. The phonemic difference between s and z can be discerned in the vibration of the vocal cords in the larynx. Putting an index and middle finger over the larynx and articulating these two sounds will immediately make the difference between s and z quite evident—the cords vibrate during the pronunciation of z, but not of s. The two sounds are otherwise articulated in the same way. Phonemic distinctions are perceived by the hearing center of the brain and produced through its motor pathways via a complex system of coordination between brain and vocal organs.

There are twelve cranial nerves. Seven of these link the brain with the vocal organs. Some perform a motor function, controlling the movement of muscles, while others perform a sensory function, sending signals to the brain. The larynx controls the flow of air to and from the lungs, so as to prevent food, foreign objects, or other substances from entering the trachea on their way to the stomach. The ability to control the vocal folds makes it possible to build up pressure within the lungs and to emit air not only for expiration purposes, but also for the production of sound. These physiological conditions were prerequisites for the development of vocal speech in the species too. Interestingly, research on the casts of human skulls has established that the lowering of the larynx did not take place earlier than 100,000 years ago. This is fairly persuasive evidence that there may have been language without speech in pre-Homo Sapiens species. The most probable mode of delivery of language was gesture. When speech became physiologically possible, it is likely that it was used in tandem with the previous gestural signs, not replacing them completely. This is the most likely reason why we still use gesture as a default mode of communication (when vocal speech is impossible), and why we gesticulate when we speak.

Devamı...

3 Aralık 2007 Pazartesi

Definitions of Language

According to SAPIR: "Language is a purely human and non-instinctive method of communicating ideas, emotions and desires by means of voluntarily produced symbols".
BLOCH & TRAGER wrote: "A language is a system of arbitrary vocal symbols by means of which a social group co-operates."


HALL tells us that language is "the institution whereby humans communicate and interact with each other by means of habitually used oral-auditory arbitrary symbols."
CHOMSKY: "From now on I will consider a language to be a set (finite or infinite) of sentences, each finite in length and constructed out of a finite set of elements.
GEERAERTS: "Language ...is a repository of world knowledge, a structured collection of meaningful categories that help us deal with new experiences and store information about old ones.
WIERZBICKA: "Language is a tool for expressing meaning. We think, we feel, we perceive -and we want to express our thoughts, our feelings, our perceptions. Usually we want to express them because we want to share them with other people, but this is not always the case. We also need language to record our thoughts and to organise them. Vte write diaries, we write notes to ourselves, we make entries in our desk calendars, and so on. We also swear and exclaim-sometimes even when there is no one to hear us. The common denominator of all these different uses of language is not communication but meaning."
Wilhelm von HUMBOLD: "Each language ... contains a characteristics worldview. As individual sound mediates between object and person, so the whole of language mediates between human beings and the internal and external nature that effects them.."
SAPIR: "Language is a guide to social reality. Though language is not ordinarily thought of as of essential interest to the students of social science, it powerfully conditions all our thinking about social problems and processes. Human beings do not live in the objective world alone, nor alone in the world of social activity as ordinarily understood, but are very much at the mercy of the particular language which has become the medium of expression for their society."
WHORF: "..language is not merely a reproducing instrument for voicing ideas but rather is itself the shaper of ideas, the program and guide for the individual's mental activity, for his analysis of impressions, for his synthesis of his mental stock in trade"

Devamı...

2 Aralık 2007 Pazar

The Origins of Language

There is no more effective code for representing the world in its intri­cate detail and for making and communicating sophisticated messages than the verbal one. Language makes it possible to summon up past events, to refer to incidents that have not as yet occurred, to formulate questions about existence, to answer them, to conjure up fictional worlds, to give thoughts and actions a preservable form. What is this extraordinary code? Is it a species-specific genetic endowment, devel­oped over many years of adaptive trial and error? Or is it something that the human species invented in an attempt to fulfill some basic need?

The answer, in our view, is affirmative to both of these questions. Language is surely the result of some innate faculty; but it is also some­thing that humanity could have easily done without in order to survive as a species. Moreover, there seems to be no biological reason for its utilization by humans to formulate questions about existence and about themselves. Language is not an innate mental organ, as some linguists claim. Indeed, if we were somehow to shut off subsequent generations from language, there is virtually no doubt that the human species would have to start all over reinventing it. Organs, on the other hand, cannot be reinvented in our progeny. What we inherit from our biological heritage is not a language organ, but the capacity for verbal semiosis—a capacity tied to our secondary modeling system (chapter 3,§3.2).

The lengths to which some have gone to throw light on the enigma of language origins are quite extraordinary. It is reported by the Greek historian Herodotus that in the seventh century BC the Egyptian king Psamtik (663-610 BC) devised an experiment to determine the original language of humanity. He gave two new-born babies of ordinary peo­ple to a shepherd to nurture among his flocks. The shepherd was com­manded not to utter any speech before them. The children were to live by themselves in a solitary habitation. At appropriate hours the shep­herd was instructed to bring goats to them, give them their fill of milk, and carry out the necessary tasks to ensure their survival. After two years the shepherd brought the babies, raised in the prescribed manner, before Psamtik. The first word uttered by the two sounded like be-cos—the ancient Phrygian word for bread. The over-anxious Psamtik immediately declared Phrygian to be the mother tongue of humanity. Whether or not Psamtik's experiment ever took place at all is an open historical question. But even if it had, it certainly would not have proved anything. The babbling sounds made by the children-in prob­able imitation of each other-were interpreted, or more accurately mis­interpreted, as constituting the word becos by Psamtik.

The enigma of language origins has spawned countless specula­tions throughout the millennia. This is why the Linguistic Society of Paris imposed its notorious ban in 1866 on all discussions related to this question, as did Ihn Philological Society of London a half century later in 1911. In the early 1970s, however, interest in this conundrum was rekindled, as a result of the intriguing and suggestive findings that were being accumulated in such interrelated fields of inquiry as arche­ology, paleography, animal ethology, sociobiology, psychology, neu­rology, anthropology, semiotics, and linguistics. Language scientists came to see these as tantalizing bits and pieces for solving the puzzle of language origins.

One possibility is that language developed from echoism, i.e. from attempts of early humans to imitate natural sounds and react vocally to emotions. Indirect evidence for echoism as an originating force can be discerned in the onomatopoeic words and interjections that make up the core vocabularies of all languages. But echoism on its own fails to explain the evolutionary transition from onomatopoeic words to the development of syntax and discourse. Nevertheless, echoism cannot be dismissed entirely as a factor in language origins. After all, there really is no way to determine whether or not sound imitation played a much more pivotal creative role in prehistoric times than it does today. Moreover, as we saw in the previous chapter (§4.6), the probable appo­sition of manual signs with osmotic vocal imitations of their referents may have been the factor that led over time to the replacement of the former by the latter.

Another possibility is that speech grew out of the chants that the members of the first hominid groups vocalized to maintain harmony as they worked together. As social needs increased, so did the means for communicating them. But, then, what mental feature could have sparked the process by which chanting became full language? Moreo­ver, as Sebeok (1986) suggests, communication is not a necessary func­tion of language, since humans have many nonverbal means of com­municating available to them. And as Chomsky (1975: 57) has aptly remarked, "there seems no reason to single out communication among the many uses to which language is put."

One of the first to investigate the question of language origins rig­orously was the linguist Morris Swadesh (1971), who started by divid­ing the evolution of language into four primary periods that corre­sponded to the Eolithic (the dawn stone age), Paleolithic (the old stone age), Neolithic (the new stone age), and Historical (the last 10,000 years) periods. He then suggested that all languages in the world today sprang from one source during the Paleolithic period when Neander­thals still survived. This scenario was challenged on several counts. But Swadesh's method showed, once and for all, that a scientific approach to the age-old puzzle of language origins was conceivable. Using data from archeology and anthropology, together with a detailed knowl­edge of previous work on language change and reconstruction, Swadesh demonstrated how a credible primal scene could be drafted, and how the transition to contemporary language behavior could be explained plausibly.

Swadesh's work was also instrumental in rekindling the nine­teenth-century interest in language comparison—the meticulous com­parison of the structures and systems of related languages in order to make hypotheses about their common ancestor or proto-language. By the end of the nineteenth century language scientists had amassed suffi­cient evidence to suggest that most of the modern Eurasian languages had evolved from a single language. They called this language Proto-Indo-European (PIE), hypothesizing that it was spoken long before the first civilizations of 5000 years ago, and that it had split up into differ­ent languages in the subsequent millennium. The formation of lan­guages from one source came to be known as diversification. Shortly thereafter, linguists started to apply the same comparison techniques to other language families. The motivating idea behind such efforts was that it would be possible eventually to piece together the mother tongue of humanity through the reconstruction of various proto-languages.

The work on PIE has made it the most useful proto-language for modern theories of language origins, for the simple reason that knowl­edge about it is detailed and extensive. Already in the nineteenth cen­tury, linguists had a pretty good idea both of what PIE sounded like and of what kind of vocabulary it had. PIE had words for animals, plants, parts of the body, tools, weapons, and various abstract notions. It is this stock of reconstructed lexical items that has helped contempo­rary linguists paint a fairly good picture of the semantic range of one of the first vocabularies utilized by human beings.

By going further and further down the branches toward the "trunk" or "roots" of the proto-linguistic tree, modern-day reconstruc-tionists have been better and better able to formulate viable hypotheses about what one of the first proto-languages spoken by humans—which they have designated "Nostratic" (from Latin nosier "ours")—might have been like. Actually, the idea of a common linguistic ancestor was bandied about within traditional reconstructionist circles. Pedersen (1931: 338), for instance, suggested the term Nostratian as "a compre­hensive designation for the families of languages which are related to Indo-European." The value of the current work on Nostratic lies in the fact that it has put in front of contemporary linguists a kind of proto-lexicon of human language that can be assessed to generate hypotheses about how language originated.



Source: Analyzing cultures: an introduction and handbook / Marcel Danesi and Paul Perron. Bloomington : Indiana University Press, c1999.

Devamı...

1 Aralık 2007 Cumartesi

Language

A human language is a system of remarkable complexity, fo come to know a human'language would be an extraordinary intellectual achievement for a creature not specifically designed to accomplish this task. Chomsky (1975: 4)





PRELIMINARY REMARKS

Language (from Latin lingua "tongue") is truly a wondrous endowment. Without its development in the human species, culture as we know it would have been inconceivable. The knowledge preserved in books, and to which anyone can have access if one knows trie appropriate verbal codes, constitutes the intellectual scaffold sustaining social and technological growth. It is no exaggeration to say that if somehow all the books in the world were to be destroyed overnight, human beings would have to start all over re-coding knowledge linguistically. Writers, scientists, educators, law-makers, etc. would have to come together to literally "rewrite" knowledge. In oral cultures, too, language is (he primary means through which traditions, skills, and knowledge are codified and passed on to subsequent generations. People the world over are told in words how and what things are.

Language has always been felt to constitute the capacity that, more than any other, sets humankind apart from all other species. There is a deeply felt conviction within us that if we were ever able to solve the enigma of how language originated in our species, then we would possess a vital clue to the mystery of life itself. The Bible starts off, as a matter of fact, with "In the beginning was the Word," in acknowledgment of this deeply-entrenched belief. Throughout the centuries, the debate has revolved around whether the Word was a gift from a divine source or a unique accomplishment of the human mind. In ancient Greece, actually, language and mind were considered indistinguishable. Indeed, the Greek term for "speech"—logos—designated not only articulate discourse but also the rational faculty of mind. For the Greeks, it was logos that transformed the brute human animal into a reflective thinker.

Language is essentially a representational system made up of words (or, more accurately, morphemes). But what is a word! Take, for instance, green. First, a word must be a legitimate verbal signifier structurally. And, indeed, green qualifies as a signifier because it is made up of legitimate English phonemes, joined in an appropriate fashion (i.e. according to English syllable structure). The signifier den, on the other hand, would not be an acceptable signifier because it contains a phoneme, represented by the alphabet character n, that does not exist in English. Hence, it would violate paradigmatic structure. Nor would gpeen be a permissible signifier, even though each of its sounds is an acceptable phoneme, because it would violate syntagmatic syllable structure (the sequence gp does not occur in English to start a syllable). Now, green, being a legitimate signifier and having been assigned a particular function in the signifying order, will entail a meaning range that involves denotative, connotative, and annotative dimensions. As a qualisign (chapter 3, §3.3) it denotes, of course, a specific gradation on the light spectrum; its extensional connotations encompass concepts such as envy ("She's green with envy"), hope ("The grass is always greener on the other side"), youthfulness ("He's at the green age of eighteen"), etc. Annotatively, green elicits various reactions in its users, within a specific range of meanings: e.g. some people love the color, others find it bland. But language is not just a collection of words with their meanings. It also entails knowing how to join words into sentences and discourses.

Our trip through the cultural landscape has reached a very important site with this chapter—the one inhabited by Homo loquens, the speaking animal and the closest ancestor of Homo culturalis. Studying the properties of language formally is the task of the science of linguistics (chapter 2, §2.5). The focus of the cultural semiotician, on the other hand, is on the relation of the verbal code to the signifying order. As was the case in the study of bodily semiosis (chapter 4), the focus of semiotic research is on the main signifying properties of language and on how language mediates and regulates thought and social interaction.


Source: Analyzing cultures: an introduction and handbook / Marcel Danesi and Paul Perron. Bloomington : Indiana University Press, c1999.

Devamı...

Site Hakkında...

Karşılaştırmalı Edebiyat şimdiye kadar
kez ziyaret edildi. İlginize teşekkür ederiz ::
© 2006-2010 9Kare.Net Yazı İşleri Ürünüdür :: iletişim ::
Resized Header Image Copyright © DHester by freewebpageheaders.com

© Blogger templates The Professional Template Tasarım: Ourblogtemplates.com 2008


PageRank Checking Icon

Takipçilerimiz