29 Aralık 2008 Pazartesi

"Turkish Society and Culture" / Birinci Bölüm-5



İşin tuhafı, benzer bir zihnî yönelim, çok daha önceden beri tektanrıcı din egemenliğinde yaşayan Bizanslı akritai için de geçerlidir (akritai: Bizanslı uç beyleri). Örneğin "Digenis Akritas" hikâyelerinde Müslüman savaşçılarla hem çarpışan hem de dost olan, ama babası "dönme" bir Türk olan bir Bizanslı görürüz. "Uç"ların özgül koşulları, aynı ideolojiyi karşılıklı üretiyor olmalı. Bizanslı tarihçi Padnymeres'in de uzun uzun sözünü ettiği Turkopol Kategorisi, "Türk oğlu" anlamına gelir (Yunanca "polos", bir hayvanın yavrusu demektir, yani bize de "palaz" olarak geçen kelimedir). Daha sonra St. Jean şövalyelerine de "Turkopol" dendi.

Divitçioğlu, Aachen'li Albert’ten, Birinci Haçlı Seferi'nde İznik kuşatmasına dair bir hikâye aktarıyor: "Tövbe Etmeyen Rahibe". Haçlılar'ın kurtardığı bir rahibe, tutsak düştüğünü ve "bir Türk'le tiksindirici ilişkiye zorlandığını" anlatır. Gerekli dinî yol yordam izlenerek rahibenin iradesinden bağımsız uğradığı kirlenmeden arınmasına çalışırken, "Türk sevgili"den haberci gelir ve adamın aşkının devam ettiğini bildirir. Bunun üstüne rahibe arınmayı beklemeden kalkar gider: "Bu öyküyü anlatanın dediğine göre rahibe isteyerek Türk'e kaçmıştı. Fakat, sebebini kimse anlamadı" (Divitçioğlu 23-24).
Divitçioğlu, Aşıkpaşazade'nin klasik cümlesini alıntılar:
Ve hem de bu Rum'da dört tayfa vardır kim misafirler içinde anılır biri Gaziyan-ı Rum biri Ahıyan-ı Rum ve biri Abdalan-ı Rum ve biri Bacıyan-ı Rum.
"Rum", Roma'dır ve dolayısıyla bu bağlamda Anadolu'dur. Aşıkpaşazade'nin bu sınıflandırması genel olarak Anadolu için geçerli olmakla birlikte, yerleşik ve gelişkin kentlerden çok "uç”lardaki durumu daha iyi anlatır. Gaziler, tabiî, savaşçı olanlar; Ahiler ise çeşitli esnaf birlikleri, "fütüvvet" ehli dediğimiz kesim. Abdallar ve bacılar da, çoğu pek Ortodoks sayılamayacak şeyhler, babalar çevresinde örgütlenmiş dervişler, kadın ve erkek müritlerdir. Üç temel etkinlik, savaş, ekonomi ve ideoloji bu insanlar eliyle yürümektedir. Durumu anlamak için önce zihnimizde bu etkinlikleri (ve eyleyenleri) soyutlayıp birbirinden ayırmamız gerekiyor. Ama bundan sonra, durumu daha da iyi anlamak için, bu kategoriler arasında büyük mesafeler veya aşılmaz setler bulunmadığını düşünmeliyiz. Kâğıt üstünde "din adamı" görünen "abdal"ın kılıcına davranması çok uzun bir ikna süreci ve radikal bir hayat tarzı değişimi gerektirmiyordu. Zaten bu hayat tarzı sözgelişi "gazi" dediğimiz kişinin yalnızca ve her zaman asker olmasını sağlayacak kadar gelişkin bir işbölümüne de dayanıyor olamazdı.
Bu akışkanlık, yalnız aynı adamın değişik işler yapmasıyla değil, hep değindiğim gibi, aynı kişiler üzerine değer yargılarının da değişebilmesiyle kendini gösteriyordu. Örneğin Kafadar ortaçağ İslâm yazarlarının "ayyarun"kelimesini "gaziyan" ile eşanlamlı kullandıklarını söylüyor - ama "ayyarun"un kelime anlamı "reziller"!
Herhalde yerleşik bölgelerde bu "gaziler" durup dururken hır çıkarıp huzur bozan kişiler olarak görülüyordu. Aynı olguya Sencer Divitçioğlu da değinir; onun yorumu, 10. yüzyıldan sonra Maveraünnehir'de gayrımüslim kalmayınca, bu "gazi" sıfatlı adamların dar-ül harb’da yapmaları gereken işi dar-ül İslâm’da yapmaya devam etmeleridir. O zaman da bu haydutlukları dolayısıyla "ayyarun"diye anılmışlardır. Ama benzer dar-ül harb koşulları 13. yüzyıldan itibaren Anadolu'da bir kere daha belirince, "gazi" kavramı da yeniden değer kazanmıştır.
"Uç"lardaki akışkanlığı her fırsatta vurgulamaya çalışıyorum. Ama orada olup biten her şeyin, istikrarlı medeniyet merkezlerinden bütünüyle farklı olduğunu düşünmemiz de, başka bir abartma haline gelebilir. Yukarıda, kentte oturan Müslüman'ın uçtaki savaşçıya bakışından ("ayyar" ya da "gazi" demesi) dem vurdum. Ama kentteki yerleşik medeniyetin birçok serpintisi uçlarda da hissediliyordu. Bilinen ilk sikkenin Orhan adına basıldığı söylenmiştir. Üstünde, "Orhan bin Osman Bursa" yazıyor. Ama bir vakfının belgesinde sıfatı biraz daha şatafatlı: "Ben Şücaaddin Orhan bin Fahrüddin Osman"! Kafadar'ın değindiği gibi, bu sıfatların kullanılması yeni ve minik beyliğin önderlerinin, ta Selçuklu zamanından gelen İran ve İslâm geleneklerini bildiklerini gösteriyor.
Bunu söyleyelim ve hemen "madalyonun öbür yüzü"ne bakalım. Osman'ın bastırdığı sikkelerin birinde kendi adı yanlış yazılmıştır. Yok eğer doğru yazılmışsa, o zaman bizim bütün bu tarihi yazarken "Osmanlı" demekten vazgeçmemiz gerekmektedir. Bu konuda en yaygın teori "Ataman" üstüne oturmaktadır (Kaldy-Nagy'ye göre Ertuğrul dört oğlunun üçüne Türk kökenli adlar verdiğine göre -ve Osman da oğluna "Orhan" gibi bir ad vermişken- doğrusu "Osman" değil, "Ataman" olmalıdır). Sözkonusu sikke buna uymuyor, çünkü Arapça "th" ile yazılmış (Batı dillerindeki "Ottoman"ın kökeni olmalı); ama orada da ikinci vokal olarak "elif" yok. Yani, kitabî gelenekler Anadolu'nun Bitinya bölgesine kısmen gelmiş, şüphesiz etkili de oluyor; ama henüz iyice kök salmamışlar.
Osman'ın okuması yazması olmadığı efsanelerle pekiştirildiği gibi, Müslüman oluşunun Söğüt’e yerleşmesinden epey sonraya denk düştüğünü söyleyen efsaneler de vardır; ama bu ikincisi pek akla yakın değildir.
Sonuç olarak, Osmanlı devletinin kuruluşunun dinamiklerini açıklamak için şimdiye kadar bütün farklı tarihçilerin ileri sürdüğü tezler, hep bir arada olmak üzere, hepsi de doğru geliyorlar. Bu durum ünlü hikâyedeki körlerin fili betimlemelerini biraz andırıyor. Çünkü onların her biri "asıl dinamik burada" diye tek bir öğeyi öne çıkarıyor, ama sağduyu ancak bunların bir araya gelmesiyle bu karmaşık durumun açıklanabileceği sonucuna varıyor.
Böyle bir imparatorluğun ancak Roma-Bizans kültürünü devam ettirmekle kurulabileceğini savunan -genellikle Avrupalı- tarihçiler haklı. Gerçekten o kültürün birçok uzantısını Osmanlı kurumlarında da görüyoruz. Hattâ Roma'dan yirminci yüzyıla uzanan bir süreklilikten söz etmek bile mümkün (belirli bir açıdan bakınca).
Buna karşılık, Köprülü'nün, Roma-Bizans kültürü ile doğrudan yüzyüze gelmeksizin Ortadoğu'daki İslâm-Türk devletlerinin siyaset kültürlerinden bu bilginin derleneceği tezi de doğru. Bu, böyle söylendiğinde, Roma-Bizans'ın önemli olmadığı anlamına gelmiyor; İslâm siyaset kültüründe de özümlendiği demek oluyor.

Bu bakımdan Osmanlı devletinin, en erken dönemden başlayarak, İslâm devlet geleneğinin Anadolu'daki son halkası ve temsilcisi olduğunu söylemek doğru. Örneğin, daha Osman'dan başlayarak, bu "ücra" noktadaki "uç" beylerinin bütün bir Selçuklu yönetim deneyiminden ciddi dersler çıkardığını düşündüren kuvvetli belirtiler var.
Aynı zamanda "uç"larda İslâm'ın çok daha eklektik bir biçimde yaşandığı da doğru. Uçlar istikrar kazandıkça, Ortodoks İslâm buralarda da egemen olacaktır ve bu anlamda gelişen gücün bu Ortodoksi olduğu söylenebilir. Ama şu aşamada kültürel/idarî merkezler dışındaki, özellikle kırlardaki toplum "heterodoks". Bu, çoğunlukla bilinçli bir karar sonucu olarak da böyle değil - çoğunluk "Ortodoks olmayalım" kaygısı gütmüyor.
Böyle bir "heterodoksi" varsa, bunun bir kısmı göçebe Türk gelenekleri gereği böyle, dolayısıyla ucu Orta Asya'ya uzanıyor. Bir bütün olarak Osmanlı devlet geleneğinde böyle Asyaî Türk etkileri bulmak zordur ve bu durum Türkçüler’in canını sıkar. Gelgelelim, Asyaî Türk etkisi arayacaksak, bunu en fazla kuruluş döneminde bulabiliriz. Ayrıca, kuruluşa olumlu katkıda bulunduğu için, nihaî çorbanın ortaya çıkışında bunun da payı önemlidir.
Ama bu heterodoksinin öbür ucunda ne Türk ne de Müslüman başka gelenekler yer alır. Bunların bir kısmı -gene gayrı resmî- Hıristiyanlığa bulaşmış olsa da sonuçta hepsi Anadolu'nun Hıristiyanlık-öncesi inanç ve kültürlerine gider. Belki Orfik, Diyonizyak ayinlere kadar uzanmak mümkündür. Kimi zaman hem Hıristiyan, hem Müslümanlar'ın, kendilerine göre açıklamalarla, pagan kültlerine saygı gösterdiğini görürüz (Boğaz'ın iki kıyısındaki Telli Baba ve Yuşa mezarlarında olduğu gibi); kimi zaman Müslümanlar Hıristiyan inancına göre davranır (belirli bir ayazmanın suyundan, mucizeleriyle tanınmış bir Hıristiyan tapınağının gücünden yararlanmaya çalışmak gibi); kimi zaman, bunun tersi olur ve Sencer Divitçioğlu'nun yeniden düzenlediği 1546'dan kalma beyitteki gibi ("Yahudi, Hıristiyan ve Ermeni/Ağlarlar idi şeyhimiz hani") gayrımüslimler derviş mezarını aşındırır. Akla gelebilecek her kombinezon vardır.
Dolayısıyla, Osmanlı devletinin kuruluşunda yalnız Roma-Bizans kurumları ve kültürünün değil, bu kültürle yetişmiş somut insanların payı olduğunu söyleyenler de haklıdır. Bunların bir kısmı din değiştirmiş ve yönetimde yer almıştır (bütün bir devşirme sistemi de bunun içine ayrıca girer); bir kısmı din değiştirmiş, seçkinler arasında değilse de Müslüman toplumda yer almıştır (muhtemelen çoğu kadındır); ama din değiştirmeyip Rum Ermeni v.b. olarak yeni kurulan devletin "reaya"sı olanların da oluşan yeni kültürde elbette payı vardır.
Ancak, onların bu payından, "onlar olmasa hiçbir şey olmazdı" diye sonuç çıkarmak yanlıştır. Bir kere onları bu yakınlığa davet eden bir sistem var ki, Iorga'dan beri, bunun önemli bir çekiciliği olması gerektiği söyleniyor. Ama daha önemlisi, o sistemi temsil eden Türk-Müslüman insanlar var.
Bu insanların şu ya da bu saikle hareket ettiklerini söyleyenler de teker teker haklı. Örneğin, "gazâ" konusu. Evet, bu ideolojinin bu koşullarda çok etkili olduğu açık. Ama biri işin içine "yağma"yı karıştırıyorsa, o da haklı. Hayatta hiç, başka bir şeyle karışmamış, saf ve halis bir motivasyonla hareket eden bir insan olabilir mi? Aynı adam hem gazâya gider, hem kazandığı ganimetle mutlu, gazâdan döner. Bunun bir "ikiyüzlülük" olduğu da söylenemez.
Ahiyan'ı, Bacıyan'ı v.b. ile bütün bu öğeler bu kuruluşu gerçekleştirdiler. Bütün bu karmaşık öğeler arasından birine, ötekileri çok gerilerde bırakan bir kuruculuk rolü, misyonu v.b. yüklemek, bütün "indirgemecilikler" gibi, yanlıştır. Gene de, son döneme gelinceye kadar, bu yanlışı yapmamış yerli ya da yabancı tarihçi bulmak zordur. Ama yüzyıl sonunu bulduğumuz şu dönemde, Osmanlı tarihyazımı alanı da artık bir savaş meydanı olmaktan çıkıp nesnel araştırmacıların serinkanlı açıklamalarıyla aydınlatabildikleri bir alan olmaya başlıyor.
("Gazavetnameler" bölümünde kutu olarak Dede Korkut ve öteki hikâyelerden kısa bölümler: aslı ve çevirisiyle birlikte.
Sencer Divitçioğlu'nun tablosu: s.43, çizelge I
Bu tip kaynakların listesi - nerede bulunabileceği v.b.)

0 yorum:

Site Hakkında...

Karşılaştırmalı Edebiyat şimdiye kadar
kez ziyaret edildi. İlginize teşekkür ederiz ::
© 2006-2010 9Kare.Net Yazı İşleri Ürünüdür :: iletişim ::
Resized Header Image Copyright © DHester by freewebpageheaders.com

© Blogger templates The Professional Template Tasarım: Ourblogtemplates.com 2008


PageRank Checking Icon

Takipçilerimiz