23 Aralık 2008 Salı

"Turkish Society and Culture" / Birinci Bölüm-1



BİRİNCİ BÖLÜM

Osmanlı devletinin kuruluş dönemini aydınlatacak "bir türden yeni bilgi" bulmamız bir hayli güç görünüyor. Nasıl
"bir türden”? Sözgelişi, Osman Gazi'nin hayatını anlatan, şimdiye kadar kimsenin görmediği bir elyazmasının
bulunması türünden... Yeni sikkelerin bulunması, bilinmedik belgelerin, kayıtların, yazışmaların v.b. ortaya
çıkması. Böyle durumlarda hiçbir zaman "kesinlikle olamaz" diye kestirip atmamak, ama "ah, bir oluverse!" diye
hayal kurmamak, ikisi de aynı sağduyunun ürünü olan iki tavır.


Dolayısıyla, şu ana kadar elimize geçmiş olan verilerle yetineceğiz. Bu söz kulağa çok katı bir yargı gibi geliyorsa, gelmesin! Verilerin kendilerini çoğaltamasak da, bilimsel tarihçiler olarak, verilerden anlam üretme yöntemlerimizi zenginleştirebiliriz - zaten zenginleştiriyoruz. Sonuçta bunlar da varsayımsal. Ama tarihte varsayımsal olmayan fazla bir şey yoktur. Bırakın, bir devletin kuruluşu gibi, zaten kural olarak az bilinen özel dönem veya olayları, bırakın üstünden çok uzun zaman geçmiş çağları, Birinci Dünya Savaşı'nın aslında neden çıktığı gibi bir konudan, hemen bugün olmuş bir olaya kadar, her şeyi ancak varsayımlar halinde formüle edebiliriz. Önemli olan, bu varsayımların akılcı ve nesnel olması, çeşitli olgularla desteklenebilmesi. Tarihî bilgiler alanında -ve aslında bütünüyle toplumsal bilgiler alanında- bilimsellik birtakım kesinlikler saptanması değil, birtakım "makuliyet”lerin oluşturulmasıdır.
Tarihçiliğin genel bir seyri var: Fransa Devrimi büyük bir tarihî olay olarak yalnız tarihin "olma" biçimini değil, "tarihyazımı"nı da değiştirmiş. Michelet, Guizot veya bir başka uçta Carlyle derken, geçen yüzyılın sonlarına doğru başını Leopold van Ranke'nin çektiği "belgeci", "ampirist" anlayış egemen oldu; yirminci yüzyılda bambaşka gelişmeler yaşandı, yeni yeni tarihçilik akımları belirdi v.b. Bu gibi değişimler Osmanlı tarihçiliği pratiğinde de kendini gösterdi. Gelgelelim, Osmanlı tarihçiliğinin bu genel eğilimlerden bağımsız, kendi iç dinamiğinin ürünü olduğunu söyleyebileceğimiz dönemeçleri de vardır. Ayrıca, şu aşamada üstünde durduğumuz "kuruluş dönemi", çeşitli "Osmanlı tarihçiliği" okullarının ayırıcı özelliklerinin de ortaya çıktığı bir çeşit deneme tahtası gibidir. Dönemle ilgili bilginin azlığı, zorunlu olarak, "tahminî" ve "teorik" yaklaşımları teşvik etmiştir. Bu da, açıklanmaya çalışılan tarihî olguya karşı benimsenen, çok da "tarihî" olduğunu söyleyemeyeceğimiz, çeşitli tavırların normalden biraz daha net görünmesine imkân vermiştir. Şimdi bunların üstünde biraz duralım.
Dünyada tarihçilik oldukça yakın zamanlara kadar belki her şeyden çok savaşları araştırmış ve incelemiştir. Çünkü, gene yakın zamana kadar, savaşın en belirleyici tarihî olgulardan biri olduğu inancı epey yaygındı. Ama aynı zamanda, tarihyazımı alanının kendisi de bir "savaş meydanı" gibiydi - muhtemelen hâlâ öyle. Böyle olması, aslında "tarih"in lehine olarak yorumlanmalı. Bunca kişi o meydanda durup başkalarına karşı bir savaş kazanmaya çalıştığına göre, demek olmuş bitmiş, kapanmış, kimsenin ilgisini çekmeyen bir alan değil. Tersine, hâlâ canlı; üstelik, geleceğimize biçim vermek için her an başvurmak gereğini duyduğumuz bir şey. Az önce, Fransız Devrimi gibi büyük bir toplumsal olayın, tarihyazımına da yön verdiğini söylemiştim. Bu büyük olayın Avrupa'da tetiklediği ve 19. yüzyıl boyunca devam eden ayaklanmalar, devrimler v.b., Batı'da daha çok "toplumsal" bir içerik taşıdı ve kendini sınıflar arasında bir mücadeleyle ortaya vurdu; Doğu'da ise, ön planda "millî" bağımsızlık sorunları vardı, çünkü bu bölgede kurulu "çok-uluslu imparatorluklar" (yani Habsburg, Romanov ve Osmanlı hanedanlarının hegemonyası altındaki son derece geniş teritoryal imparatorluklar), buradaki zengin milletler mozaiğinde güçlü bir "millî kurtuluş" özlemi yaratıyordu.
Toplumsal dinamiklere damgasını vuran bu özellik, doğal olarak, toplumsal olayların kayda geçmesi demek olan "tarihyazımı"na da yansıdı. Onun için Avrupa'nın bu yakasında tarihçilik milliyetçilikle içiçe gelişmiştir. Bu da, tarihî araştırmanın nesnellikten sık sık uzaklaşmasına yol açmıştır. Bu durumu, demin, bir devletin kuruluş dönemine ilişkin bildik sorunlara ekleyince, Osmanlı tarihinin başlangıç dönemlerinin epey çetrefil bir tarihçilik alanı olduğu sonucuna varmamız güç olmaz. Osmanlı devleti çok geniş bir alana yayılmış ve bu alanda yaşayan halkları doğrudan etkilemiştir. Onlar bu tarihi nasıl açıklayacaklar? Bunun çok dostane olması beklenemez. Ama bu "nesnellik" konusu, Osmanlı etkisine böyle dolaysız biçimde açık kalmış toplumların tarihçileriyle sınırlı bir durum değil. Osmanlı tarihi, aslında daha geniş bir medeniyetler karşıtlığı içinde bir yere oturuyor ki, bu karşıtlık Osmanlı'dan önce de (örneğin Haçlı Seferleri sırasında) vardı, bugün de var. Bu da, nesnelliği güçleştiren bir başka durum.
Son olarak, Osmanlılar'ın kendilerine ya da bugünkü dünyada kendini onların varisi sayan tek millet olan Türkler'in tarihçilerine bir göz atalım. "Kendisi hakkında nesnel olmak" gibi, dünyada kimseye pek fazla nasip olmamış bir erdeme onların sahip olmasını beklemek bir haksızlık olur. Tabiî amaç, "hoşumuza giden”i değil de, "doğruya en yakın olan"ı bulmaksa.

Son yıllarda bu oluyor, bunun olmasında Türk tarihçileri de doğrusu çok olumlu bir rol üstleniyor. Türk ulus-devletini tarihiyle birlikte yüceltmekten çok, Osmanlı İmparatorluğu'nun gerçekte ne olduğunu araştıran tarihçilerin sayısı eskiye oranla çok arttı.
Batılılar eskiden beri Doğu'yu tanımaya ve anlamaya çalışmışlardı. Batı'da entelektüel hayatın bir hayli yoğunlaştığı Rönesans döneminden itibaren de, gözünü Doğu'ya çeviren bir Batılı karşısında ilkin Osmanlı İmparatorluğu'nu görüyordu; sonraları, keşifler ilerleyince, Osmanlı'nın da Doğusunu, gidip kendi gözleriyle ve daha derinden inceleme imkânını buldular.
Macchiavelli de merak etmiş ve incelemişti Osmanlı toplum ve devlet yapısını; daha sonraları Montesqieu da. Yığınla gezgin -elçi, siyaset adamı, tüccar veya sadece serüvenci- buraları seyahatnamelerinde anlatmıştı. Avusturyalı Baron Joseph von Hammer-Purgstall, bunların hepsinin bir toplamı gibidir: hem tipik bir oryantalist, hem de bir diplomattı. Osmanlı tarihini kendi doğum yılı olan 1774'e kadar inceledi ve bundan (Fransızca'sı) 18 cildi bulan bir eser çıkardı. Hammer, Ranke döneminin bir tarihçisiydi. Anıtsal eserinde Osmanlı tarihini (bunun herhangi bir dönemini, olayını, dönemecini v.b.) sorunsallaştırmamıştır ("problematize" etmemiştir). Bulduğu olguları sıralayarak rahat bir anlatı oluşturmuştur. Tarihyazımında sorunsallık, denebilir ki, bu yüzyılın başında başladı.
Birçok Balkan tarihçisini öncelikle ilgilendiren soru, Osmanlı egemenliğinin kendilerine ne kötülük ettiği sorusuydu. Örneğin resmî Yunan tarihçiliğinin hâlâ geçerli sayılan dönemleştirmesi ilginç ve oldukça temsilîdir: Buna göre Elen tarihinin "Klasik" ve "Bizans" dönemleri vardır. İstanbul'un fethiyle "Turkokratia" dönemi (Türk yönetimi) başlar; yani, bununla birlikte Yunan tarihi yaklaşık dört yüzyıl sürecek şekilde sanki buzdolabına girer ve donar. Sonra bağımsızlık savaşı kazanılır ve tarih yeniden başlar. Ama bu gibi tek tek uluslara özgü denebilecek takıntıların ötesinde, genel Batılı bakış açısının merakını kurcalayan soru, nasıl olup da, Osmanlı İmparatorluğu gibi bir şeyin olmasıydı. 600 yıl devam eden bu nesne, nereden, hangi koşullarda doğmuştu?
Bu hikâyeyi Cemal Kafadar'ın 1995'te yayımlanan kitabı Between Two Worlds’ü temel alarak özetleyeceğim. Osmanlı tarihi üstüne yüzyıl başından beri süren bu meydan savaşının çeşitli anlatımları vardır (örneğin Taner Timur'un Osmanlı Toplumsal Düzeni de oldukça aydınlatıcıdır); ama Kafadar'ınki en yenisi. Şüphesiz "yeni" kelimesi "iyi" ile eşanlamlı değil; onun için, Kafadar'ın anlatımının bence aynı zamanda "en iyi "si olduğunu da ekleyeyim.
Cemal Kafadar Romen tarihçi Nicolae Iorga'dan (1871-1940) başlıyor. Iorga'nın yaklaşımı milliyetçi önyargıdan bir hayli arınmıştır (bu Iorga'nın milliyetçi olmadığı anlamına gelmiyor). Osmanlı "başarı"sı için onun sunduğu açıklama, bugün de bütün bilimsel yaklaşımların hesaba katması gereken bir şey: Osmanlılar'ın sunduğu yeni toplumsal düzen alternatifinin, Batı Anadolu ve Balkanlar'da yaşayan köylüler açısından, burada hüküm sürmekte olan "senyörler" düzeninden daha katlanılır, ona tercih edilir olduğunu söylemiştir Iorga. Onun bu tesbiti o zamandan beri pek çok tarihçi tarafından pekiştirilmiştir. Bugün bu konuda egemen görüşe göre, Osmanlılar hem çok radikal biçimde farklı bir değişim getirmediler, hem de getirdikleri ılımlı değişim eskisinden iyiydi. Iorga'nın Gescichte des Osmanischen Reiches’i 1908'de yayımladı. Bundan az zaman sonra Herbert Adams Gibbons adında bir Amerikalı gazeteci ve tarihçi İstanbul'a geldi ve bir süre Robert College'de ders de verdi. Osmanlı tarihine, tam da yukarıda özetlediğim sorunsal içinde merak sardı. Araştırmasının sonuçlarını, 1916'da, The Foundations ofthe Ottoman Empire adlı kitabında açıkladı. Orta Asya'dan buralara gelmiş bu göçebelerin böyle bir imparatorluk kurmaları imkânsızdı. Şu halde, kendilerini kaptırdıkları İslâmî gaza ruhuyla bu topraklarda yaşayan Hıristiyan halkın birçoğunu da kendi dinlerine çevirmişler, "dört yüz çadır" olarak geldikleri bu yerde sayılarını böyle yükseltmişlerdi. Dolayısıyla, barbar Asyalılar değil, sonuçta gene medenî Roma-Bizans'ın insanları sorumluydu kurulan imparatorluktan.
Gibbons'ın bu tezi için her şey söylenebilir: "Batı-merkezci", "ırkçı", "kültürel ırkçı" v.b. Bir yığın çelişki de gösterilebilir: "ciddiye alınamaz" diye Osmanlılar'ı küçümsedikten sonra Osman Bey’in ünlü rüyasını teorisinin temel direği haline getirmesi bunlardan biri. Ama bence daha büyük çelişkisi, bir imparatorluğu Asyalı barbarlara bırakmamak için bütün işi "Avrupalılar"a yaptırdıktan sonra, "Osmanlı" denen bu kişiyi küçümsemeye devam etmesi!
Gibbons, Osmanlı bilmecesini çözme teşebbüsüne erken girişmiş tarihçilerden biridir. Onun pek de farkına varmadan "ırk" temeline doğru çektiği bu yorumu kurumlar düzeyinde yapan başka tarihçiler de oldu. Bunların çoğu Bizans tarihçileridir. Onlar, Osmanlılar'ın, Roma'dan beri devam eden kurumları Bizans'tan alarak kendi adlarına bir imparatorluk kurmayı (ya da, aynı imparatorluğu, adını değiştirerek sürdürmeyi) başardıklarını iddia etmişlerdir. Bu, öbür yandan, Iorga'nın teziyle de çakışır: Osmanlı devleti için Iorga, "Bizans'tan sonra Bizans" demişti.

Şimdi, genel çizgileriyle bakıldığında (Gibbons'daki görece aşırı haliyle bile) bu teze de "yanlış" demenin hiçbir
anlamı yoktur. Bu adaptasyon yalnız Osmanlılar değil, benzer durumdaki bütün "yeni gelenler" için geçerlidir.
Dünya tarihi bunun örnekleriyle doludur. Dolayısıyla, hiçbir ciddi tarihçi Osmanlı sisteminin Bizans'tan etkilenmiş
olduğunu reddetmiyor. Ama konunun ayrıntılarına inilip nerelerde ve ne ölçüde Bizans etkisi bulunduğunu
tartışma noktasına gelince, burada da kızılca kıyamet kopuyor.
Türkiye'de tarihçilik, Halil Berktay'ın da belirttiği gibi, ilkin Fuat Köprülü ile bilimsel bir disiplin haline geldi. Ancak
Köprülü Türk milliyetçiliği ile aynı yıllarda doğmuş bir insandır. İmparatorluğun yıkılışını, Cumhuriyet'in doğuşunu
bizzat izleyen biri olarak, onun da bir "milliyetçi"den başka bir şey olması elbette beklenemez. Gözlemlediği
koşulların zorluğuna rağmen, milliyetçi eğiliminin, bilimsellik çabasını alt etmemiş olmasına ancak hayranlık
duyulur. Ama Köprülü de, son kertede, tarafsız değildir. Iorga ve Gibbons gibi burada adı geçenlerin yanısıra, adı
geçmeyen bir dolu Batılı tarihçinin Osmanlı devletini ele alış biçimi de, tarafsız kalamamasını belirleyen etkenler
arasındadır.
Bu konudaki başlıca eseri Bizans Müesseselerinin Osmanlı Müesseselerine Tesiri’dir. Ayrıca 1934'te Sorbonne'da
verdiği üç konferans bir yıl sonra Les origines de l'empire ottoman adıyla yayımlandı (Türkçe'ye Osmanlı
İmparatorluğu'nun Kuruluşu adıyla çevrildi). Köprülü bu iki kitabında çok önemli işler yapar.
Diehl, Grousset, Sokolov, Rambaud, Deny, Kramers ve daha birçok tarihçiyle tartışarak (genellikle yüzyılın ilk otuz
yılında yazılmış eserler) sözkonusu edilen kurumların çoğunun daha önce bu geniş bölgede yaşamış Türk ya da
Müslüman devletlerin yapısında görüldüğünü kanıtlayarak, ortada bir "ödünç alma" durumu varsa, Bizans'tan önce
bu kaynaklardan alınabileceğini ileri sürer. Ama işin bu kısmı sonuçta ister istemez bir polemik özelliği kazanmıştır
ve Köprülü'nün açıklamaları, nihaî kaynağın Roma-Bizans olmadığını kanıtlamaz. Ama Batılı tarihçilerin gerçek bir
incelemeye girmeksizin, zihinlerindeki şemaya daha uygun düştüğü için "Bizans kökenli kurumlar" varsayımını
hemen kabullendiklerini sergiler.
"Kuruluş" üstüne kitabı daha önemlidir. Polemik burada da vardır (biraz değişik biçimde) ama Köprülü bu kitapta,
Fransa'da yeni oluşmaya başlayan ve başlıca temsilcilerini şahsen tanıdığı Annales okulunun anlayışına da bir hayli
yaklaşarak, Osmanlı devletinin kuruluşunu açıklayacak ilkeleri, 13. yüzyılda iyice Türkleşmiş ve Müslümanlaşmış
Anadolu'nun morfolojisinden çıkarabileceğimizi söyler. Bu, gerçekten, doğru ve bilimsel bir yaklaşımdır.
Köprülü, yüzyılın ilk otuz yılındaki tartışmalardan bu tür sentezlere varırken, Avusturyalı bir subay olarak savaş
sırasında Türkiye'de bulunan ve sonra da Osmanlı tarihçiliğine merak saran Paul Wittek (1894-1978) Köprülü ile
yer yer örtüşen, yer yer de çatışan tezlerini ileri sürmeye başladı. Onun The Rise ofthe Ottoman Empire kitabı
1938'de (Londra'da) yayımlandı. Wittek Menteşe Beyliği'ni de incelemiş ve kitabının temelini -Köprülü gibi-
konferanslarıyla atmıştı. Bu iki iyi tarihçinin arasındaki tartışmanın verimli ve başka tarihçiler için de yararlı olacağı
belliydi.
Her ikisi de kuruluşa yol açan dinamikleri Anadolu'da yerleşmiş Türkler'in genel kültürel yapılanmalarında
arıyorlardı. Burada bir ikiliğe dikkat çekiyorlardı: bir yanda bu genel kültürün öteden beri daha çok İran kaynaklı
olarak yayıldığı daha oturmuş denebilecek yerleşimler, yani kentler ve istikrarlı bölgeler vardı. "Oturmuş" veya
"istikrarlı" gibi sıfatların da anlattığı şekilde, bunlar özellikle Bizans'la ilişkilerinde muhafazakâr bir tavırdaydılar (bir ortaçağ "detant”ı yaşıyorlardı). Bir yanda da, "uç" diye bilinen sınır bölgeleri vardı ki burada her şey çok daha
dinamik, değişken, akıcı idi. Zamanla tarihe damgasını vuracak öge de buydu.
Köprülü ile Wittek'in anlaşamadıkları noktalar, Osmanlı devletinin kuruluşunu anlamak için yüzleşmemiz ve
hesaplaşmamız gereken bazı yeni kavramları gündeme getirir. Örneğin, "aşiret".
"Aşiret" veya "Kabile" bugün hâlâ dünyanın belirli yerlerinde varolan bir toplumsal fenomen. Buna rağmen,
tanımlanması da, işleyişinin betimlenmesi de, pek kolay değil. Sözkonusu dönemdeki "aşiret" herhalde
şimdikinden de epey farklıydı.
Osmanlı bağlamında bu "aşiret" veya "kabile" kavramı ile hepimizin belleğinde Oğuz soyundan "Kayı" kabilesi
canlanır. Bu konuda Fuat Köprülü iki cephede savaş vermek durumunda kalmıştır: ilkin Zeki Velidi Togan'a, sonra
da Wittek'e karşı.
1917 Sovyet Devrimi'nden sonra Başkırdistan başkanlığı ve bildiğim kadar ordu komutanlığı yapmış olan tarihçi ve
Türkolog Togan Türk tarihine epey "pan-Turanist" gözle bakan bir kişiydi. Atalarımız olan bu Kayı uruğunu da
Moğollar'a bağlamaya niyetli görünüyordu: "Osman Bey’in ataları gerçekten Kayıyahut Kayiseler, bunların 'Oğuz'
heyetine dahil kayı (Kayığ) oymağı olmaktansa, II. asırda Uzakdoğu'dan gelerek Horezmşahlar devrinde
Horasan'daki ‘Türkmen'lere katılan büyük Kayı'ların esas kolları olması ihtimalini kuvvetlendirecek deliller de
vardır" (Umumi Türk Tarihine Giriş, 322).

0 yorum:

Site Hakkında...

Karşılaştırmalı Edebiyat şimdiye kadar
kez ziyaret edildi. İlginize teşekkür ederiz ::
© 2006-2010 9Kare.Net Yazı İşleri Ürünüdür :: iletişim ::
Resized Header Image Copyright © DHester by freewebpageheaders.com

© Blogger templates The Professional Template Tasarım: Ourblogtemplates.com 2008


PageRank Checking Icon

Takipçilerimiz