Yeraltından Notlar-4
İKİNCİ BÖLÜM SULUSEPKENE DAİR
Yanlış yolun karanlığından
Kandırıp ateşli sözlerimle
Alçalmış ruhunu kurtardığımda D
erinden acı çekerek
Seni saran utancı,
Lanetledin pişmanlık içinde.
Unutkan yüreğini
Cezalandırmak için anılarla
Benden önce olup biteni
Anlatırken bana bir bir
Aniden yüzünü kapadın ellerinle
Ruhunda başlayan isyanla
Utançla ve dehşet içinde sarsılarak
Gözyaşlarına boğuldun.
N.A. Nekrasov'un bir şiirinden.
O sıralar yirmi dört yaşındaydım ancak. O zamanlar bile, dağınıklığıyla ruhumu sıkan yabani bir hayatım vardı, insanlarla görüşüp konuşmaktan kaçınıyor, zamanla daha fazla içime kapanıyordum. Çalıştığım yerde, kimsenin yüzüne bakmamaya gayret gösteriyordum. Çalışma arkadaşlarım hissettiğim kadarıyla beni garip bir adam olarak görmekle kalmıyor, aynı zamanda tiksinti
55duyuyorlardı. Benden başka insanlar, neden kendilerine tiksintiyle bakıldığını hissetmiyorlar, diye düşündüğüm oluyordu. Memurlardan birinin iğrenç yara izleriyle dolu, haydut suratına benzer bir yüzü vardı. Ben, böyle iğrenç bir surata sahip olsaydım, sanıyorum kimseye bakamazdım. Bir diğerinin giysisi öylesine kirliydi ki, kokudan yanına yaklaşamıyorduk. Yine de ne kılıklarından, ne iğrenç suratlarından, ne de psikolojik sorunlarından çekinmiyorlardı. Kendilerine tiksintiyle bakılması umurlarında bile değildi, yeter ki amirleri böyle bakmasın...
Sonsuz gururum ve aşın titizliğim nedeniyle kendime karşı iğrenme derecesinde bir nefret duyuyordum; sadece bununla kalmıyor, başkalarının da bana aynı gözle baktığını düşünüyordum. Mesela, yüzümü çok çirkin bu• luyor, ahmakça bir ifadesi olduğundan şüpheleniyordum. Bu sebeple işe her gidişimde, ahmaklığımı görmesinler diye bir sürü sıkıntıya girerek, rahat davranmaya çalışıyor, yüzüme soylu bir anlam vermek için uğraşıyordum. "Yüzüm güzel olmayabilir; soylu, anlamlı ve çok zeki görünsün yeter!" diye düşünüyordum. Bütün bunları istiyordum, ama bir taraftan da, bunun hiçbir zaman olmayacağım acı duyarak hissediyordum. Aslında benim tek istediğim, yüzümün zeki görünmesiydi. Yüzümü zeki bulmaları şartıyla, ahmakça görünmeye bile razıydım.
En küçüğünden en büyüğüne kadar işyerindeki herkesten nefret ediyor, onları hem küçümsüyor, hem de biraz korkuyordum. Bazen de onları kendimden çok üstün olarak görüyordum. Bunlar, kendiliğinden oluyordu: Ya küçük ya da üstün görüyordum. Gururlu insan, ancak kendini bilen ve kendim büyük bir titizlikle sorgulayıp küçümseyen insandır. Fakat şu da var ki, insanları küçümserken de, üstün görürken de, birisini gördüğümde bakışlarımı hemen yere indiriyordum. "Acaba, şu adamın bakışlarına dayanabilecek miyim?" diye denemeler yapar,
56
sonuçta gözlerini ilk kaçıran da ben olurdum. Kahrolacak derecede üzülüyordum buna. Bir yandan da gülünç duruma düşmekten korkuyordum; bu nedenle göreneklere uyarak, çoğunluğa göre hareket ediyordum. Hareketlerimin diğer insanlarınkinden farklı olması, beni öylesine korkutuyordu ki! Farklı olmaya kim dayanabilirdi ki! Zamanımızın aydınları gibi duygusallığım hastalık derecesine ulaşmıştı. Bu aydınlar, bir sürünün koyunları gibi aynı, birbirinden miskin insanlardır. Belki de işyerimizdekilerden sadece ben aydın olduğum için, kendini korkak, köle ruhlu hisseden de yalnız bendim. Bu, sadece bir his değildi; ben, gerçekten korkak ve köle ruhlu bir insandım. Hiç çekinmeden söylüyorum: Zamanımızda akıllı her insan, aynı zamanda korkak ve köle ruhludur; bu, böyle olmahdır zaten. Bu, onlar için çok olağan bir durumdur; hatta benim düşünceme göre, yaratılma nedenleri de budur. Akıllı adamlann aynı zamanda korkak ve köle ruhlu oluşları, zamanımızda görülen bazı tesadüflerle açıklanamaz; bu, her zaman böyledir. Bu doğa kanunundan nasiplenmemiş hiçbir akıllı adam yoktur. Bir yerde kabadayılık edip övünenler, sakın çok sevinmesinler; çünkü başka bir yerde mutlaka pes edeceklerdir. Hiçbir zaman değişmeyecek, kaçınılmaz bir sonuçtur bu. Kabadayılıkta ısrar edenler, sadece eşekler ve melezlerdir; onlar da bir yere kadar dayanabilirler. Hiçbir değeri olmayan bu yaratıkları önemsememek daha iyidir.
O sıralar beni üzen bir durum daha vardı: Ne ben birine benziyordum, ne de bana benzeyen birisi vardı. "Onlar beraberler, ben ise farklıyım," diye derin derin düşünürdüm.
Bunlar da gösteriyor ki, o zamanlar çok toydum. Bazen de tam tersi hareket ederdim. İşe gitmekten son derece yorulur, eve hasta olarak dönerdim. Bunun arkasından, kendiliğinden bir duraklama, kayıtsızlık nöbeti
57başlar (zaten her şey bende nöbetler şeklinde oluşurdu); kıskançlığım ve huysuzluğumla alay ederek, kendimi romantik olmakla suçlardım. İşyerindekilerle hiç konuşmak istemezken, bazı zamanlar, konuşmayı bırak, dostluk kurmak için uğraşırdım. Onlarla aramdaki soğukluk aniden ortadan kalkardı. Kimbilir, belki de bu soğukluklar, bende olmayan, kitaplardan edindiğim özelliklerdir. Bu, şimdiye kadar çözemediğim bir sorunumdur. İşyerindekilerle dostluğu bir ara öylesine ilerlettim ki, evlerine gitmeye, kağıt oynamaya, içki içmeye, özel meselelerimi konuşmaya başladım. Şimdi, izninizle konuyu biraz değiştirmek istiyorum.
Kuşlarda genel olarak başı yıldızlara ulaşan Fransız ve Alman romantiklerini bulamazsınız. Hele şu Fransızlar; bütün Fransızlar barikatlarda can verse, nezaket gereği bile olsa değişmeden, yıldızların şarkısını söylemeye devam ederler. Bizim Rus topraklarında saf, başı yıldızlarda hayalciler yoktur ve bizi Almanlardan ayıran da budur zaten. Akıllarını Kostancoğlular ve Piyotr İvanoviç amcalarla (*) bozarak, onlarda idealimizi arama ahmaklığını gösteren zamanımızın eleştirmen ve yazarlarıdır ki, bizim romantiklerimizi, Almanların ve Fransızların başlan yıldızlarda romantikleriyle bir tutmaya kalkışmışlardır. Halbuki bizim romantiklerimizle Avrupa romantiklerinin özellikleri birbirlerine çok zıttır ve hiçbir Avrupa ölçüsü bizimle kıyaslanamaz.
(İzin verirseniz, şu eski, saygıdeğer, büyük "romantik" sözcüğünü kullanmak istiyorum.) Bizim romantiklerin özelliği, her şeyi anlamak, çoğu zaman bizim en üstün zekâlarımızdan bile daha iyi görmek, hiç kimseye boyun eğmemek, bunun yanında kimseyi de gücendirmemektir. r Bunlar, politik davranıp dolambaçlı yollardan geçerek loj
man, emeklilik hakkı, nişanla ödüllendirilme gibi bazı çıkarlarını gözlerinin önünde bulundurarak, hedeflerine ulaşmak için birtakım coşkulan, duygulu şiir kitaplarını bile kullanmayı adet haline getirmişlerdir. Diğer taraftan hayatlan boyunca "güzel ve yüce şeyler"i içlerinde saklarlar, bu nedenle değerli bir mücevher gibi kendilerini de koruma altına alırlar. Romantiklerimiz zengin adamlardır, aynı zamanda da korkunç düzenbazdırlar. Bunları hayat tecrübeme dayanarak söylüyorum. Bu, romantiklerimizin zekâsına bağlıdır elbette. Aman, ben neler söylüyorum! Bizim romantiklerimiz her zaman zekidir; benim bahsini etmek istediklerim, şu ahmak romantikler, en iyisi onları hesaba katmamak. Bunlar, en verimli dönemlerinde Almanlaşmışlar ve hatta bazıları, cevherlerini koruyabilmek için Weimar'a ya da Schwarzwald'a yerleşmişlerdir.
Ben, işyerindeki görevimi çok küçümsüyordum; ama ne var ki, orada çalıştığım, geçimimi sağladığım için açıkça kötüleyemiyordum. Sonuçta kötülemiyordum ya, siz ona bakın! Bizim romantiklerimiz akıllarını oynatsalar da önlerinde başka bir iş seçeneği yoksa, seslerini asla çıkarmazlar. Diğer yandan, "İspanya Krallığı" (*) hayalleri delilik derecesine varıp akıl hastanesine gönderilinceye kadar da kapı dışarı edilmezler. Bizde aklım oynatanlar ancak zayıf, soluk yüzlü sarışınlardır. Romantiklerin çoğu, zamanla çok önemli yerlere gelirler. Şaşılacak derecede bir duygu bolluğu ve zıt hisler taşırlar. O zamanlar bu düşüncelerle kendimi avuturdum, fikirlerim şu anda da aynıdır. Düşüşlerinin son basamağında bile ideallerini bırakmayan "geniş yaratıklar"ın, bizde bu kadar çok olma nedeni budur. İdealleri uğruna kıllarını bile kıpırdatmazlar, azılı birer haydut, hırsız gibi davranırlar; fakat ilk
(*) Gogol'ün Ölü Canlar'ından iki tip. 58
(*) Gogol'ün Bir Delinin Hatıra Defteri'ndeki kahramanının saçmalıkla
59ideallerine duyduklan saygı hiç kaybolmaz, çok namuslu bir ruha sahiptirler. Evet, sadece bizim ülkemizde en aşağılık, en adi insanlar aynı zamanda çok namuslu olabilirler. Şunu tekrar belirteyim ki, bizim romantiklerimiz içinde işini bilen düzenbazlar (düzenbaz kelimesini iltifat olsun'diye kullanıyorum) öylesine çoktur ki... Bu insanlar öylesine gerçekçi ve becerikli olabiliyorlar ki, amirleri şaşkına düşüyor, çevresindekilerin hayretten ağızları açık kalıyor.
Şaşılacak bir ruh çeşitliliği bu; artık gelecekte nasıl gelişeceğini, bizim için nasıl sonuçlar doğuracağını Tanrı bilir! Ne de olsa elimizdekiler çok kıymetli şeyler... Bunu gülünç, kokuşmuş bir milliyetçilik çerçevesinde söylemiyorum. Eminim ki, yine alay ettiğimi düşünüyorsunuz. Ya da tam tersi, bunların gerçek düşüncelerim olduğunu kabul ediyorsunuz. Şunu söyleyeyim ki baylar, her iki düşünce de beni çok memnun edecek ve büyük bir onur verecektir. Lütfen, konu dışına çıktığım için bağışlayın beni.
Hiçbir zaman dostluklarımı sürdürenıiyor, hemen arayı soğutuyordum; üstelik bu soğukluğu, toyluğum nedeniyle selamı kesecek kadar ileri götürüyordum. Bunun yanında, böyle bir dostluk sadece bir kez oldu; geri kalan zamanlarda hep yalnızdım.
Evde en çok kitap okuyarak vakit geçiriyordum. Böylelikle, içimdeki duyguları dış etkenlerle bastırmaya çalışıyordum. Yapabildiğim tek şey, sadece okumaktı. Kitaplar, büyük coşkular, zevkler, acılar veriyordu bana; bu nedenle onlardan çok faydalandığımı söyleyebilirim. Son derece bıkkınlık hissettiğim zamanlar da oluyordu. Doğal olarak hareket etme ihtiyacı duyuyordum; o zamanlar karanlık, çirkin, koyu bir hovardalık bile denemeyecek hovardalık peşine düşüyordum. Her zamanki hırçınlığım yüzünden tutkularım çok keskin ve yakıcıydı. Gözyasları
60
ve çırpınmalarla gelen, isteri nöbetlerine benzer bunalımlarım vardı. Okumaktan başka yapacağım bir iş olmadığı gibi, gideceğim bir yer de yoktu. Etrafımda beni kendisine çekecek, saygı duyabileceğim bir iş de bulamıyordum. İçimdeki o korkunç can sıkıntısı bende aykırılıklara, çelişkilere karşı büyük bir istek uyandırıyor, her türlü rezilliği yapabilecek hale geliyordum.
Lafı bu kadar uzatıp da kendimi haklı göstermeye çalıştığımı sanmayın. Bu doğru değil! Bakın, yalan söyledim yine; aslında tek istediğim, kendimi haklı çıkarmaktı. Yalan söylememeliyim, kendime bunun için söz vermiştim.
Hovardalıklarımı geceleri gizlice, korkarak ve yalnız yapardım; hemen sonra büyük bir utanç duymaya, lanetler yağdırmaya başlıyordum. O zamanlar bile yeraltını ruhumda taşıyordum. Gece hovardalıklarımı yaparken, beni görecek ve tanıyacaklar diye ödüm patlardı. Bu nedenle hep karanlık, izbe yerlerde dolaşıyordum.
Bir gece kötü bir meyhanenin önünden geçerken, aydınlık bir pencereden, içerideki adamların bilardo masası etrafında istekalarla dövüştüklerini gördüm. Daha sonra, adamın biri pencereden dışarıya atıldı. Başka zaman, bunu çok kötü bir davranış olarak görürdüm; ama o anda dayak yiyen ve pencereden atılan adamı çok kıskandım. Daha da ileri giderek, "Belki ben de biriyle kavga ederim ve dışarıya atılırım," diye düşünüp, meyhaneye daldım.
Sarhoş olmadığım halde, sadece can sıkıntısından bu işe giriştim. Ne yazık ki, beklediklerim olmadı. Pencereden atılacak cinste bir adam olmadığım anlaşıldı ve kavga edemeden oradan uzaklaştım.
Oysa, daha meyhaneye girdiğim an bir subay ağzı
61mm payını vermişti. Bilardo masasının yanında yolu kapatıyormuşum, subay da oradan geçmek istiyormuş; insan ne istediğini söylemeli, değil mi? Fakat o, hiçbir şey söylemeden beni omuzlarımdan tuttu ve bir kenara iteledi. Sonra da, hiçbir şey olmamış gibi yürüyüp gitti. Dayak atmasını bağışlayabilirdim, ama beni adam yerine koymayıp itelemesi çok gücüme gitti.
Aramızda geleneklere uygun, edebi, gerçek bir kavga olması için neler vermezdim! Onlar için bir sinek kadar bile değerim yoktu. Subayın boyu neredeyse on verşoktu (*); ben ise onun karşısında ufak tefek, cılız birisi kalıyordum. Elbette ki kavga çıkarabilirdim ve adama vurduğum an beni pencereden dışarıya atardı. Ama ben vazgeçtim ve içimdeki bütün hıncıma rağmen bir köşeye çekildim.
Meyhaneden oldukça heyecanlı ve şaşkın bir şekilde çıkıp eve doğru yol aldım. Ertesi gün bu acınacak hovardalığıma daha ürkek, daha miskin, daha üzüntülü, neredeyse ağlayarak devam ettim. Devam ettim ya, siz ona bakın!
Subaydan korktuğum için onunla kavga etmediğimi düşünebilirsiniz, ama öyle değil; ben, korkak bir adam değilim, sadece bazı durumlarda çok çekingen oluyorum, o kadar. Yine gülüyorsunuz herhalde, ama size açıklayacağım bunu. Şunu çok iyi bilin ki, açıklayamayacağım hiçbir mesele yoktur.
Ne olurdu sanki, şu subay düelloyu tercih edenlerden olsaydı! Fakat o, bilardo istekalarım kullanmayı veya Gogol'ün Teğmen Pirogov'u (**) gibi üst makamlara şikâyet etmeyi sevenlerdendi. Bu tipler, düellodan hoş
(*) Arşının (71 cm.) 16'da biridir. Boy ölçülerinde 2 arşın söylenmeyip,
fazlası verşok olarak belirtiliyordu. (**) Gogol'ün Evlenme'sinden bir kahraman.
62
lanmazlar; bununla birlikte, bizim gibilerle kavga etmeyi de kendileri için küçültücü bir hareket olarak görürler. Onlar, düelloyu saçma bir düşünce hürriyeti, Fransız buluşu bir ahmaklık olarak görüyorlardı. Böyle düşündükleri halde, boyları on verşok oldu mu, sağa sola sataşmaktan da geri durmazlar.
Subaya karşı olan çekingenliğim, korkaklığımın değil, içimdeki sonsuz gururun eseriydi. Şunu söyleyeyim ki ben, subayın iri yapısından da, yiyeceğim dayaktan da, j pencereden atılmaktan da korkmuş değildim. Onunla döfvüşebilirdim elbette; bunu yapacak kadar cesaretim vardi. Fakat beni korkutan asıl şey, böyle bir olayın ruhum üzerinde bırakacağı olumsuz etkiydi; işte sadece buna cesaretim yoktu. Beni o subayla dövüşmekten alıkoyan diğer bir neden de, bilardo sayılarını yazan iğrenç heriften tutun da, ilk bakışta tiksinti uyandıran, yakası bir karış yağ bağlamış, suratı sivilceli, pasaklı, yılışık bir memura kadar oradaki herkesin, benim karşılık verirken kullanacağım edebi dili anlamayarak, beni alaya almalarıydı. Çünkü biz, insanın şerefi ile ilgili konulan (point d'honneur) sadece edebi bir dille konuşuruz. "Şeref meseleleri", günlük konuşma diliyle konuşulmaz. (Çok romantik bir adam olmama rağmen, hayatımda fazla gerçeklik vardır.) Subayın beni normal bir şekilde değil de, arkamdan tekmeleyerek bilardo masası etrafında çevireceğini, sonra acıyarak belki de pencereden dışarıya fırlatacağını, bütün bunlar olurken de oradaki adamların gülmekten katılacaklarını çok iyi biliyordum.
Bu olay elbette ki böylece bitmeyecekti. Subayla sokakta çok sık karşılaştığımızdan onu iyice tanıdım. Onun beni tanıyıp tanımadığını bilmiyorum, ama bazı hareketleriyle, tanımadığı yönündeki düşüncelerimi kuvvetlendiriyordu. Daha sonraki birkaç yıl boyunca onu nefret ve öfke ile izledim. Yıllar geçtikçe içimdeki kin de fazlalaşıyor
63du. İlk önce bu subay hakkında gizli bir şekilde bilgi toplamaya başladım; fakat tanıdığım hiç kimse olmadığından başarılı olamıyordum. Bir gün sokakta yürürken adamın birisi ona soyadıyla seslendi ve böylece soyadını öğrenmiş oldum. Başka bir gün de onu evine kadar izleyerek, kapıcısından hangi dairede, yalnız mı, birileriyle mi oturduğunu bir kapıcıdan öğrenilebilecek her şeyi tam bir grevennik ^ vererek öğrendim. Bir sabah, aslında hiç(*) edebiyatla uğraşmadığım halde, bu adamın karikatürize edilmiş bir öyküsünü yazmak ve bütün pisliklerini ortaya çıkarmak geldi aklıma. Subayın meyhanede yaptıklarını, biraz da yalan katarak büyük bir zevkle yazdım. Adamın soyadını, okunduğunda hemen farkedilecek şekilde yazmıştım; fakat sonradan iyice düşünüp, bunu değiştirmeye karar verdim. Öyküde değişiklikler yaptıktan sonra "Yurt Hatıralarına (**) (Otetchestvenniya Zapiski) gönderdim. Öyküm basılmadı; çünkü o zamanlar bu türden yazılara alışılmamıştı. Canım çok sıkılıyor, kızgınlıktan çatlayacak gibi oluyordum. Sonunda dayanamadım ve adamı düelloya davet etmeye karar verdim. Adama gayet güzel bir mektup yazarak, benden özür dilemesini istiyor, bunu yapmadığı takdirde düelloya davet ediyordum. Subay, eğer "güzel ve yüce şeyler"in ne olduğunu bilse, koşarak boynuma sarılır ve benimle dost olmak isterdi; işte böylesine güzel yazmıştım mektubu. Böyle bir dostluk ne kadar da iyi olurdu! O, beni gücüyle korurdu; ben de onu bilgilerim ve düşüncelerimle yüceltirdim. Kimbilir, daha neler olurdu?
Adamın bana hakaret etmesinin üzerinden neredeyse iki yıl geçmişti. Mektubumda bu zamanı çok iyi anlattığım halde, bu durumda düello istemek çok uygunsuz olacaktı. Ne var ki, (bunun için Tanrı'ya şükrediyorum)
mektubu göndermemiştim. Mektubu göndermiş olsaydım kimbilir neler olacaktı, hatırladıkça içim ürperir... Daha sonra birdenbire, çok kolay ve akıllıca bir şekilde öcümü aldım.
Bazı tatil günlerinde öğleden sonraları Nevskiy'e çıkar, caddenin güneşli tarafında yürürdüm. Bunun, pek de keyifli bir yürüyüş olduğu da söylenemezdi. Küçük düşürülmekten gelen büyük acılarla kendimi yer bitirirdim; belki de asıl istediğim buydu. Kalabalığın ayakları arasında hızlıca dolaşıp, durmadan generallere, subaylara ya da hanımefendilere yol veriyordum. Görünüşümün iğrençliğini, fıldır fıldır dönen vücudumun bayağılığını dü•şündükçe her tarafımdan terler boşanır, kalbimin duracağını sanırdım. İnsanlardan daha zeki, daha kültürlü, daha soylu olduğum halde, onların karşısında ezilmekten, hor görülmekten, küçük düşürülmekten iğrenç bir sinek haline geldiğimi hissediyordum. Bu hissettiklerim, bana çok büyük sıkıntılar veriyor, beni kahrediyordu. Bütün bunlara rağmen, neden Nevskiy'e gidip bu işkenceye katlanıyordum, bilmiyorum. Sanki, beni oraya çeken bir kuvvet vardı.
Birinci bölümde sizlere bahsettiğim zevki, o zamanlar tatmaya başlamıştım. Subayla aramızda olanlardan sonra onu en çok orada gördüğümden Nevskiy'e daha sık gider oldum. O, daha çok tatil günlerinde geliyordu. O da benim gibi üst rütbeli generallere yol veriyor, aralarında kuyruğunu kıstırmış gibi dolaşıyordu da benim gibilerle, hatta daha iri yarılarla karşılaşınca görmezden geliyordu. Sanki boş bir yolda yürüyormuş gibi insanın üzerine geliyor ve kimseye yol vermiyordu. Ona olan nefretimden kendimi yiyip bitiriyordum; buna rağmen onunla karşılaşınca, bütün Öfkemle kenara çekilip ona yol veriyor
(*) Bir gravennik: On kapik. (**) Büyük bir edebiyat dergisi.
(*) Petersburg'un büyük caddelerinden biri.
64
65dum. Bu adamla sokakta bile eşit olmamak, beni çileden çıkanyordu. Bazen gecenin üçüne doğru uyanıyor, sinirlenerek kendimi azarlıyordum: "Neden her defasında sadece sen yol veriyorsun? Bunda yazılı bir kural var mı? Kibar insanların yaptığı gibi, karşı karşıya geldiğinizde bir adım o, bir adım sen geri çekilip, saygılı bir şekilde yolunuza devam etmelisiniz." Fakat bu, hiçbir zaman olmuyordu; hep ben yana çekiliyordum, subay ise bunu farketmeden yoluna devam ediyordu. Günün birinde zihnime, "O subayla karşılaşmamızda ona yol vermesem ve sonuçta çarpışacak olsak hile kenara çekilmesem ne olur?" şeklinde harika bir fikir geldi. Bu fikir, beni öyle meşgul ediyordu ki, geceleri uyuyamaz hale gelmiştim. Sürekli bu meseleyi düşünüyor, kafamda nasıl davranacağıma dair planlar yapmak için sık sık Nevskiy'e gidiyordum. Bu fikir, zamanla daha çok aKİıma yatmaya, beni daha çok heyecanlandırmaya başladı. Hissettiğim sevinç, beni ona karşı yumuşak davranmaya itiyordu. "Ona çok hızlı çarpmamalıyım. Kibar insanlar gibi, canını yakmadan, hafif bir şekilde omuzlarımız birbirine değer sadece. Hatta, ancak onun bana vuracağı kadar vurmalıyım," diye düşünüyordum. Kesin kararımı vermiştim sonunda, ama hazırlanmanı çok zaman aldı. Öncelikle kıyafetlerimin düzgün olması gerekiyordu. Caddede, aramızda bir sorun çıktığı takdirde orada bulunanlara karşı (ki bu insanlar, çok asil tabakadandırlar; kontesler, Prens D.'ler, edebiyatçılar...} berbat kıyafetimden ötürü rezil olmamalıydım. Giyindiğiniz kıyafetler, insanların gözünde değerinizi arttırabilir; hatta sosyeteden insanlar, sizi kendileriyle aynı seviyede görebilirler.
Bu nedenle aylığımın tamamını vaktinden önce aldım. Çurkin mağazasına giderek bir çift siyah eldivenle güzel bir şapka satın aldım. Daha önceleri almayı düşündüğüm sarı eldivene göre siyah eldivenler, daha ağır, da
66
la kibar görünüyorlardı. "Bu eldivenlerin rengi çok canlı, sanki dikkatleri çekmek için takılmış gibi," diye düşünerek sarı eldivenleri almaktan vazgeçtim. Kemikten kol düğmeleri olan beyaz bir gömleğim vardı; ama beni asıl oyalayan, palto bulmak olmuştu. Aslında paltom kötü değildi, üstelik çok sıcak tutuyordu ama içi pamuk, yakası da rakundandı; bununla birlikte uşakların paltosu gibi görünüyordu. Paltonun yakasını değiştirmeli, subaylarmki gibi kunduzdan bir yaka satın almalıydım. Bu nedenle birkaç kez Gostinniy Dvor'a (*J gittim ve epeyce uğraştıktan sonra ucuz bir Alman kunduzu almaya karar verdim. Aslında Alman kunduzları yeniyken güzeldirler; ama eskidiklerinde çok kötü görünüyorlardı. Gerçi bana da bir kere lazım olacaktı ya. Fiyatı da epey yüksekti. İyice düşündükten sonra, rakun yakamı satmaya karar verdim; geriye kalan benim için fazla sayılabilecek parayı da şefim Anton Antonoviç Setoçkin'den isteyecektim. Anton Antonoviç, ağırbaşlı, oldukça sakin bir adamdı; kimseye ödünç para verdiği de görülmemiştir. Beni işe yerleştiren hatırı sayılır kişi, beni ona epeyce övmüştü gerçi, ama yi' ne de çok canımı sıkıyordu bu mesele. Ondan para isteyecek olmak, beni çok rahatsız ediyordu. Bu yüzden uykusuz kaldığım geceler oldu, zaten o sıralar uyuyamıyor, geceleri ateşli nöbetler geçiriyordum. Birden ölecek gibi oluyordum, sonra kalbim yerinden fırlayacak gibi hızlı çarpmaya başlıyordu.
Anton Antonoviç, istediğim parayı verdi; önce şaşırdı, uzunca bir düşündü ve sonra cebinden parayı çıkarıp bana uzattı. Bunun yanında, verdiği parayı iki hafta sonra aylığımdan keseceğine dair bir sesnet imzalattı bana. Her şey tamamlanmış oldu böylece;kunduz yaka, o berbat rakunun yerine konuldu ve ben, derhal harekete geçtim. Düşünmeden, birdenbire yapamazdım bu işi, yavaş
(*) Petersburg'un en büyük çarşısı.
67yavaş ve akıllıca davranmam gerekiyordu. Şunu açık yüreklilikle söyleyeyim ki, bir iki denemeden sonra neredeyse vazgeçiyordum. Omuzlarımız çarpışmıyordu bir türlü. Bütün hazırlıklarımı yaptıktan sonra, tam çarpışacağımız anda, ben hızlıca kenara çekiliyordum. Subay ise beni hiç farketmeden yoluna devam ediyordu. Tann bana güç versin diye dualar ederek adama yaklaşıyordum. Hatta bir defasında, çok kararlıydım ve birbirimize iyice yaklaşmıştık, ama ben son anda korktum ve adamın ayaklarına dolaşıverdim. Subay yoluna devam etti, ben de bir top gibi öne doğru fırladım. O gece hastalandım ve ateşli nöbetler geçirdim. Sonra bütün bunlar iyi bir şekilde sonuçlandı, hem de hiç beklenmedik bir biçimde.
Olaydan bir gün önce, bu fikrimden vazgeçerek her şeyi olduğu gibi bırakmaya karar vermiştim; bu düşünceyle Nevskiy'e son bir defa çıkmıştım. Nasıl olduğunu bilmiyorum, aniden subay karşıma çıktı, aramızda üç adım kalmıştı ve kararımı değiştirerek yürümeye devam ettim, sonra omuz omuza gelerek çarpıştık! Yerimden az da olsa kımıldamadan, onun yaptığı gibi yürümeye devam ettim. Adam dönüp bakmadı bile. Eminim ki, beni gördüğü halde görmezlikten gelmişti. Şu anda bile böyle düşünüyorum. Subay benden daha iri yarı olduğu için çarpışmada sarsılmıştım, ama bundan ne çıkar! Ben, amacıma ulaşmış, bir adım bile gerilemeden, herkese onunla eşit olduğumu kanıtlamıştım.
Kazandığım zaferin sevinci içinde İtalyan aryaları söylüyordum. Sonraki üç gün içinde ne durumda olduğumdan bahsetmeyeceğim, çünkü "Yeraltı"nı okuduysanız anlayabilirsiniz. Daha sonra bizim subayı başka bir yere atadılar. Tam on dört yıldır görmüyorum onu. Kimbilir hangi rütbededir ve kimleri tekmeliyordur?
0 yorum:
Yorum Gönder