"Turkish Society and Culture" / Birinci Bölüm-4
GAZAVETNAMELER, DESTANLAR, EFSANELER
Kuruluş döneminin zihinde yeniden-inşasına "dayanak" olması gereken nesneleri iyice "akışkan”laştırdık. Peki, neye "dayanacağız" bu durumda?
Edebiyata! Edebiyat kelimesinin bir "küçümsenmiş" anlamı vardır: "gerçek olmayan", "hayal ürünü" ve benzeri karşılıklar bulabileceğimiz bir kullanımdır bu. "Canım, ona kulak asma, alt tarafı edebiyat" gibi bir cümleden çıkardığımız anlam, örneğin.
Gelgelelim, şu betimlediğim durumda, yani Osmanlı devletinin kuruluş sürecinin verilerinin zihinde yeniden bir araya getirilerek yeniden inşa-edilmesi çabasında, bizim için en esinlendirici, en bilgi verici malzeme, dönemin edebiyatı olabilir. Çünkü her çeşit edebiyat, son kertede, bizi onu yaratanların ruh haline en kestirme yoldan götürecek araçtır. Edebiyattan olguya varmak risklidir, çok zaman yanıltıcıdır (dolayısıyla çıkarsama ve sağlama yöntemlerini iyi geliştirmek ve kullanmak gerekir); ama insanların duygularını, inançlarını, değerlerini anlamak istiyorsak, başvuracağımız en sağlam kaynak edebiyattır. Bu en sağlam kaynaktan çıkaracağımız en sağlam malzeme de, genellikle, sözkonusu eserin bize öncelikle anlatmaya çalıştıklarından çok, farkında olmadan ve dolayısıyla söyledikleridir.
İslâmiyet'in doğuşu ve hızla gelişmesi, Ortadoğu'da iki farklı dünya yarattı (sayısal azlıkları ve iki dünyaya dağılmış olmaları gibi nedenlerle bu bağlamda Yahudiler üstüne bir şey söylemiyorum): Hıristiyanlık ve İslâmiyet, konuya uzaktan bakan biri için Ortadoğu monoteizminin çok da farklı durmayan iki kolu gibi görünebilir; ama içinde olan açısından farklar büyük olmak zorundaydı. İki din arasındaki farklar, etnik, kültürel, geleneksel v.b. her türlü farklılık tarafından da büyütülüyor veya destekleniyordu. İslâm İran'a ve Kuzey Afrika'ya doğru hızla yayılırken, Bizans'la sınırı görece az değişti. Bu çeşit sınırdaşlık da zaten bu iki dine göre ayrılmış medeniyetlere bugün "jeo-politik" adıyla andığımız bakış açısını ve mantığını aşılıyordu. Yükselişte olan, İslâmiyet olduğu için, sınırları o zorladı, Konstantiniyye kuşatmaları o taraftan geldi. Ama Bizans bunlara karşı koymayı başardı.
Bu savaşlar, kuşatmalar v.b. Arap-Müslüman edebiyatına doğal olarak yansıdı. Örneğin, Hazreti Muhammed'in sancaktarı Eyyüb Ensarî'nin İstanbul kuşatmasında ölmesi bu çeşitten yığınla esere malzeme oldu. Peygamber’in amcası ve damadı Hamza ile Ali'nin kahramanı olduğu bu türden anlatılar da çok popülerdi. Bunların dışında Antarnameve Ebumüslimnamegibi hikâyeler yazılmıştı.
Anadolu'ya gelen ve Müslüman olan Türkler de bu edebiyatı aldılar ve bunun benzerlerini yarattılar. 1071'den sonra Anadolu'da Batı'ya doğru oldukça istikrarlı bir ilerleyiş içine giren Selçuklu Türkleri'nin bu türden ilk özgün eserleri Danişmendname'dir. Bu eserin öncülerinden biri de efsanevi bir Arap kahramanı olan (Seyyid) Battal Gazi’dir. Bu destanların kronolojisi Türkler'in Anadolu'daki (ya da "Batı'ya doğru" diyelim) ilerleyişine de uyar. Battal Gazi Malatya çevresinde etkindir; Melik Danişmend, Malazgirt sonrası, Batı Anadolu'ya varmıştır; onları izleyen Saltukname'de ise Balkanlar'a geçeriz. Düsturname Ege Beyleri'nden Umur Bey'in hikâyelerini anlatır; Dede Korkut’ta Trabzon Rum devletini izleriz.
Bütün bu hikâyeler, ele aldıkları olaylar ve dönemler bittikten çok sonra yazılmıştır: Battal Gazi'nin 8. yüzyıldaki serüvenlerinin 11. ve 12. yüzyıllarda yazılmış olması gibi. Bu durum, başlı başına bunları tarihî kaynak olarak yeterli saymama gerekçesi olabilirdi. Ama oraya gelinceye kadar başka birçok özelliklerinden ötürü bunlardan tarihî olayları çıkarsamaya kalkışmamamız zaten gerekiyor. Öte yandan, yukarıda söylediğim, sözkonusu dönemin ideolojisi, ruh hali, değerleri ve bu tür "elle tutulmaz" ama son derece önemli psikolojik-zihnî fenomenleri anlayabilmemiz için bundan değerli bir malzeme düşünülemez.
Bu çerçevede en önemli işaretlerden biri, tarihçilerin "gaza" ve "kabile" kavramları ekseninde tartıştığını gördüğümüz "dışlayıcılık" konusunda ortaya çıkıyor. "Uç”larda geçen bütün bu serüvenlerde doğal olarak bir sürü Hıristiyan karakterle karşılaşıyoruz. Ama bunların bir kısmı "bizim" tarafta, yani iyi ve doğru yoldaki kahramanlar arasında. Battal Gazi'nin Bizanslı düşmanı, daha sonra en iyi arkadaşı (ve gazâ yoldaşı) olur. Melik Danişmend ise hikâyesinin başında Artuhi ile Efromiya adlı bir genç çiftle tanışır. Bunlar Danişmend'in temsil ettiği İslâm'ın üstünlüğünü hemen anlayıp onun safına geçer ve bundan sonra kâfirlere (Efromiya'nın babası da içlerinde olmak üzere) yapmadıklarını bırakmazlar (Cemal Kafadar, 67-8).
Kafadar'ın da dikkat çektiği üzere, "uç”lardaki ruh halinin başka özelliklerini de bu destanlardan çıkarsayabiliriz. "Artuhi" Ermeni, "Efromiya" da Rum sesi veren adlar, tabiî. Ama asıl ilginç olan, Efromiya'nın müthiş bir savaşçı olması ve hak dinine dönmüş olmasına rağmen kaç göç kuralları yokmuş gibi davranması - üç kahraman birbirlerinden ayrı gün geçirmiyor ve Efromiya serüvenin ancak sonuna doğru Artuhi ile evleniyor. Demek "uç”larda "Ortodoks" İslâm fazla revaçta değil.
Efromiya bu efsanelerin tek "cengaver Hıristiyan kızı" değil. Dede Korkut’un "Kan Turalı"sı da Trabzon tekfurunun kızı ile aşk serüvenine giriyor. Tekfur önce "iyi" Hıristiyanlar gibi kızını güle oynaya verirken herhalde "gavur”luğu tuttuğu için hayınlık ediyor. Ama kız ("Selcen Hatun" olmuş durumda) Hıristiyan orduyu dağıtıp Kan Turalı'yı kurtarıyor. Üstelik, maçoluk yapan sevgilisini bir ok sallayıp yola getiriyor.
İslâmiyet-öncesi Türk gelenekleri ve kadın-erkek eşitliği bağlamında Dede Korkut hikâyeleri sık sık anılır. "Kan Turalı"da hem kabile ve onun aile yapısını, hem de buraya (üstüne üstlük fena halde cengaver) Hıristiyan'dan dönme bir kızın ne kadar rahat girebildiğini görüyoruz. Demek ki, ne "kabile" ne, de "gazâ" ideolojisi, "dışlayıcı" bir işlevle tanımlanıyor. Buradaki "dönme" kızın da "Ortodoks" Müslüman olarak tanıdığımız kalıplara uymadığını ayrıca görüyoruz.
Aydınoğlu Umur Bey'in hikâyesini anlatan Düsturname'de (Fatih'in sadrazamı Mahmud Paşa tarafından ısmarlanmıştır) Müslüman (ve Türk) kahramana yardım eden Bizanslı kadın motifi gene karşımıza çıkar (bu sefer kale anahtarını vermek türünden yaygın efsane biçimlerinde). Ama bundan daha ilginç olanı Umur Bey'in "İmparator" Kantakuzenos ile ilişkisidir: "dost" olurlar, ama bu dostluk Umur Bey açısından "kardeşlik" derecesine varmıştır. Öyle ki, imparator kızını ona verince, bunun "aile-içi" cinsel ilişki olacağı kaygısıyla, yüreği kan ağlayarak, kızı reddeder. Hikâyenin "tragedya"sı budur!
Buradaki Kantakuzenos tarihte var: Osmanlı yardımıyla tahta tırmanmayı başaran İoannis VI Kantakuzenos. Kendini onunla pek kardeş saymadığı anlaşılan Orhan Bey, İoannis'in kızıyla evlenmişti. Osmanlılar'ın Gelibolu'ya, yani Avrupa kıtasına, ilk ayak basmaları da, bu yakınlaşmaların sonucuydu. Kafadar’a göre Orhan Bey döneminin bu olay ve evreleri Osmanlı tarihçileri tarafından derin bir sessizlik içinde geçilmiştir. Buna karşılık, Kantakuzenos'un Aydınoğlu Umur Bey'le -aslında olmayan- ilişkisi üstüne, Fatih döneminde, böyle bir destan yazılabilmiştir.
Bu dönemde yazılmasının açıklaması, Fatih'in Osmanlı tarihinde ilk ciddi "donanma kurma" çabasına girişmesi olabilir. Bu durum, denizciliğiyle ünlü Umur Bey'in seçilmesinin nedeni olabilir.
Bu destanlardaki Müslüman-Hıristiyan ilişkileri üstüne görece kısa bir parantez açmak istiyorum. Göçebe hayat tarzını sürdüren, dolayısıyla "savaşçı" değerlerle yaşayan topluluklar ortaçağ boyunca tektanrıcı dinlerin (Batı'da Hıristiyanlık, Doğu'da altıncı yüzyıldan sonra İslâmiyet) etkisine girdiler. Destanî edebiyatları da bu yeni inanç sistemleriyle eklemlendi. Tektanrıcılık, öncekilerle kıyaslandığında, hayatın her alanını kapsayan, sistematik, güçlü bir dinî ideolojidir. Rakip tanımaz ve tam doğruyu temsil ettiğine inanır. Bu durumda, kendinden başka dinlere inananları adam yerine koyması zordur. Oysa savaşçı "pagan”ların "öteki"ne bakışları çok daha hoşgörülüdür. Çünkü o "öteki" de, son analizde, "buradaki" kahraman gibi bir savaşçıdır. Eğer o yiğit ve güçlü bir savaşçıysa ve ben buna rağmen onu yenmişsem, bu benim çok iyi bir savaşçı olduğumu kanıtlar. Dolayısıyla, otantik kahramanlık edebiyatında, "düşman" aşağılanmaz, tersine övülür. Ama tektanrıcı inançlar yerleşip zihinlere sindikçe, ortadaki sorun "doğru inanç" sorunu olduğu için, kâfirlere hoşgörü göstermek mümkün olmaktan çıkar; düşmanlar, korkak, hilekâr, yalancı v.b. olur. Edebi ideoloji böylece "ortodoks”laşır.
Kısaca göz attığımız "uç" edebiyatı örnekleri otantik kahramanlık edebiyatı ortamından ve "ethos"undan henüz pek fazla uzaklaşmadığımızı gösteriyor. Bu durum, "uç ideolojisi”nin birçok özelliğini kavramak bakımından önemlidir.
0 yorum:
Yorum Gönder