Yüzyıl Dönümünde Küçük Asya ve Osmanlı Devletinin Kuruluşu-5
SONUÇLAR
Bu durum normaldir. "Medeniyet" ya da "kültür" Asya içlerinden batıya doğru at süren bu göçebelerle gelmedi. Uzakdoğu'nun medeniyetini de onlar buraya taşımadı. Ama İbn Haldun'dan Hikmet Kıvılcımlı'ya, "medeniyet ve barbarlar" ikilemini incelemiş herkesin söylediği gibi, barbarlar için için kuruyan medeniyete temel insanlık değerleri ve enerji aşısı yaptılar.
Ancak, Osmanlı devletinin kurulma aşamasında olduğu dönemde, Asya'nın, batıya doğru göçebe topluluklar gönderme enerjisi de tükenmeye yüz tuttu. Anadolu'da yerleşen Türkmenler’in bu kategorinin son örneği olduğunu söyleyebiliriz. İlhanlılar, Cengiz'le başlayan (ve aslında büyük ölçüde biten) Moğol yayılmasının son temsilcisiydiler. Bundan sonra Timur harekete geçecek, Cengiz’in vardığı uç noktalara varmayı denemeden Orta Asya'ya çekilecekti. Timur bu arada Bayezid’i yenerek Osmanlı yükselişine ara verdi, ama son veremedi. Timur'u izleyenlerin de, bu taraflara ilgisi gittikçe azaldı.
Son bir atak ise, Timur'un onda biri kadar dahi iz bırakmayan Akkoyunlu, Karakoyunlu dalgalarıdır. Bu hareketleri yüzyıllar içinde izlediğimizde onları gerçekten "dalga"ya benzetmek kolaylaşıyor - tabiî, zamanla gücünü kaybeden dalgaya. Akkoyunlular kıyıyı şöyle bir yalayıp duran ve "arkası gelmeyen" bir dalgaydı. "Yeni bir medeniyet" yaratan son göçebeler, dünya tarihinde, Osmanlılar oldu.
Sözün burasında, kendi kişisel görüşümü yazıyorum: Sanırım Osmanlı deneyiminin "yeni"bir sentez olabilmesinin nedeni, bunun "en batıya" uzanan, dolayısıyla o zamana kadar Ortadoğu'da görülen örneklerden daha farklı bir toplumsal eklemlenmeyi gerçekleştiren bir deneyim olmasıydı. Fatih döneminin sonuna kadar kapladığı alanla Osmanlı İmparatorluğu, aşağı yukarı, Bizans, daha doğrusu Doğu Roma İmparatorluğu'nun kapladığı alana yayılmıştı. Aşağı yukarı aynı topraklarda, ama şüphesiz çok farklı bir yapı! İçinde, üç monoteist dinin bir "modus vivendi"bulduğu bir "imparatorluk"; bundan böyle gitgide ayrışacak olan "doğu" ile "batı"nın birbirine hâlâ kenetli olduğu nokta v.b. pek çok betimleme yapılabilir, ama bunlar Ortadoğu'da, daha doğudan gelen göçebe akımların yerli medeniyetle birleşmesinden doğan ve farklı hanedan adları dışında artık tarihe yeni bir şey katmayan birçok örnekten farklıdır.
Osmanlı devletinin bir yolunu bulup aralarından sıyrıldığı Anadolu Türk Beylikleri'ni de kısaca değindiğim bu kategoriye katabiliriz. Yıkılan Selçuklu devletinden artakalmışlardı, ama Selçuklu devletinden farklı bir özellikleri yoktu, böyle bir özellik geliştirmemişlerdi. Dolayısıyla, mantıken, kötü koşullara Selçuklu devletinden daha güçlü bir direniş gösterecek bir potansiyelleri yoktu. Selçuklu devleti büyük olduğu için İlhanlı Moğollar'ın hedefi olmuş ve bu basınca dayanamamıştı. Beylikler’in paradoksu, Selçuklu devleti gibi güçlü olamadıkları için yaşama şansı bulmalarıydı. Tarihin çok özel bir konjonktüründe sanki asılı kalmışlardı. Doğuda tarihî dinamikleri kurumaya başlayan göçebe kökenli İlhanlılar, Anadolu Beylikleri'ni vasal olarak görmekle yetiniyor, daha fazlasını istemiyor, daha fazlası için muhtemelen güç ve enerji de bulamıyorlardı. Batılarında Bizans ise artık çoktan "inişe geçmişti".
Daha erken tarihlerde bunun için Malazgirt gibi "dışsal" nedenler görebiliyoruz. Ama arada gerçekleşen bütün tahribattan sonra, 13. yüzyılın sonuna gelindiğinde (İstanbul Latinler'den ancak geri alınabilmiş v.b.), Bizans'ın dibe doğru yol alması için dışsalneden’e de gerek kalmamıştı. Bünye kendi sonunu getiriyordu. Bu noktada, Selçuklular’ın yıkılması ve Latinler’in geri dönmesi gibi olayların da Bizans'ta anlamlı bir canlanmaya yol açmaması, çöküntü sürecinin geri dönülmezliğinin kanıtı gibidir.
İşte Beylikler’in "asılı durduğu" bölge buydu, bu boşluk. Burada hayatiyet, ister istemez, kısır bir istikrarın sürdüğü doğudan çok, doğurgan olabilecek bir değişimin veya bir çalkantının bir türlü durulmadığı batıdaydı. Bütün Beylikler’in en küçüğü (bu da üyelerinin enerjisini artıran bir etken olabilir) Osmanlılar da buradaydı - Bitinya bölgesi.
"Doğurgan olabilecek" derken, aklımda Aydınoğulları gibi örnekler var. Selçuklular’dan kopanlar arasında Batı'da hatırısayılır bir kütle niteliğinde Germiyanoğulları, Bizans'tan alabildiğini almaktan geri durmuyorlardı. Aydınoğlu Mehmed Bey Ege'deki fütuhatına Germiyan'ın subaşısı olarak başladı ama az sonra bağımsızlığını ilan etti. O dönemde Anadolu ve Beylikler bağlamında tipik bir hikâyeydi bu. Ama bir koşulla, tipik olmaktan çıktı. Böylece oluşan bu beyliğin deniz kıyısında olması, ötekilerde görülmeyen bir gelişmeye yol açtı: Denizciliğe. At sırtında bozkırlar aşarak gelen göçebeler, tanım gereği, denizle en ufak ilişkisi olmamış insanlardır. Türkler'de bu geçmişin izlerini bugün dahi gözlemleyebiliyoruz.
Ama insanlar değişen koşullara göre alışkanlıklarını da değiştirebilirler. Aydınoğulları kısa zamanda denizin açtığı imkânlardan yararlanmak üzere örgütlendiler, donanma kurdular, deniz seferlerine çıktılar (Selçuklular'dan Kılıç Arslan zamanında bu bölgede bulunan Çaka Bey de daha on birinci yüzyılda aynı şeyleri yapmıştı). Aydınoğlu Beyliği'nin ömrü uzun sürmedi, ama bu örnekler, batıda ortaya çıkacak oluşumların alışılandan çok farklı ögelerle nasıl zenginleşebileceğini gösteriyor. Kaldı ki, Aydınoğulları'nın yaklaşık iki kuşak süren bu denizcilikten elde ettikleri deneyim birikiminin bir zaman sonra başlayan Osmanlı denizciliğine az da olsa bir katkısı bulunduğunu varsayabiliriz. Fatih'in sadrazamı Mahmud Paşa'nın, tam da donanma kurma konusunun gitgide ciddiyet kazandığı bir dönemde, Aydınoğlu Umur Bey’in serüvenlerini anlatan Düsturname’yi ısmarlaması tamamen bir rastlantı olabilir mi?
Karamanoğlu Mehmed Bey’in on üçüncü yüzyıl sonunda devlette Türkçe'yi resmî dil ilan etmesi günümüzde, olumlu bir hareket olarak, sık sık anılır. Geçen yüzyıldan beri dünyanın büyük bir kısmının içinde yaşadığı milliyetçilik ideolojisi ve özlemleri çerçevesinde olumlu görünmekle birlikte, kendi çağının koşullarında taşıdığı anlamları da iyi düşünmek gerekir. Bu bağlamda, Asya'dan gelen göçebe Türkler’in burada yerleşik medeniyetlerle ve onların dilleriyle karşılaşıp tanıştığını, Arapça ve Farsça'nın burada medeniyet dili olduğunu ve daha üst düzeyde bir medeni hayatın kavramlarının bu dillerde karşılığı olduğunu da hatırlamakta yarar vardır. Böyle bir bağlamda baktığımızda, Aydınoğulları'nın donanma kurma çabası, batıda bir beyliğin yeni koşullarla başa çıkma iradesini yansıtıyorsa, Orta Anadolu'da Karamanoğlu'nun davranışı, Selçuklular'ın uygulamasından da öncesine dönüş anlamına geliyor.
Osmanlı devletinin çıkışı (kurulması) ile Bizans'ın batışı (kuruması) arasında, bir tahtırevallideki kadar mekanik bir neden-etki ilişkisi görmemek imkânsızdır. Doğa gibi tarihin de vakuma (boşluğa) izin vermediğini biliyoruz. Ancak burada, cevabı verilmemiş bir soru, bu boşluğu niçin, çok yakın bir coğrafyada kurulu bulunan Karesi veya Germiyan Beylikleri'nin doldurmuş olmadığı sorusudur. Belki, Kütahya'yı kendine merkez seçen Germiyan'ın biraz uzak kaldığı düşünülebilir. Şüphesiz, her iki durumda, konjonktürel etkenlerin de payı olmuştu. Örneğin, Germiyan-Karaman komşuluğu, Germiyan Beyliği'nin dikkatini doğuya ve güneye çekmişti. Karesi hakkında çok az şey biliyoruz. Ancak bu bilinenlerin hepsini toparlayan Z. G. Öden’in kitabında da doğrulanan yoruma uygun şekilde, muhtemelen bu bölge Selçuklu'dan (ve elbette öncesinden) gelen geleneceğe uygun biçimde, Karesi Bey’in ölümünden sonra iki oğlu arasında bölünmüş ve Osmanlılar'ın bu bölgeyi iki lokma halinde (veya üç) ayrı ayrı yutması kolaylaşmıştı. Bu bakımdan orada "konjonktürel"den çok, Justin McCarthy'nin de işaret ettiği "yapısal" (ve Osmanlılar'ın reddettiği) bir zaafın rol oynadığını söyleyebiliriz.
Ayrıca Osmanlılar, ele geçirdikleri Karesi'nin bütün "Gazavat" enerjisini ve "uç bölge" özelliklerini kendi hizmetlerinde Bizans'a yöneltmeyi başardılar. Kuruluş yıllarının önemli kişilikleri, Hacı İl Beyi, Evrenos Bey, Ece Bey ve Gazi Fazıl Karesi'den gelmişlerdi. Özellikle ilk ikisi (ve ikincinin soyu) Osmanlı devletinin kuruluşunda çok önemli roller oynadılar. Bu bağlamda sıfatlarının "Osmanlı" ya da "Karesi" olması bir şey fark ettirmiyordu. Bu bakımdan, Bitinya bölgesine Osmanlı, Kayı v.b. bir boy gelip yerleşmese de, burada benzer bir tarihin yaşanmasının yadırgatıcı ya da şaşırtıcı olmadığı herhalde söylenebilir. (Bu konuda bkz. Zachariadou, "Karesi ve Osmanlı Beylikleri: İki Rakip Devlet," Osmanlı Beyliği: 1300-1389, Ed. E. Zachariadou. Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul, 1997.
Bizans'ta temsil olunan "boşluk" olmasa, ne olurdu? Bu Beylikler oldukça denk kuvvetteydi ve hepsinde aynı "varkalma" tutkusu vardı. Birinin öbürlerini kesin egemenlik altına alması çok zor, en azından çok zaman alacak bir süreçti. Yalnız Karamanoğulları ile Osmanoğulları arasındaki uzun süreli ve inatçı mücadele örneği, bunun nasıl güç gerçekleştiğini gösterir. Ama Bizans'ın yarattığı boşluğa doğru ilerlemek, Osmanlılar'a, ötekilerin hiçbirine nasip olmayacak şekilde güçlenme imkânını verdi.
Mustafa Akdağ, Türkiye'nin İktisadî ve İçtimaî Tarihi adlı önemli eserinde, Horasan taraflarından akan Türkmen boylarının Orta Anadolu'daki oldukça kıraç ve verimsiz arazide sıkıntıya düştüğünü, ama Osmanlı devletinin başından beri bu insanlara, onları daha bereketli Rumeli tarafına aktaracak bir köprü işlevi gördüğünü, başarısının buna bağlı olduğunu ileri sürmüştür. Tarihyazımında böyle yüzyılları ve kıtaları kapsayan büyük tezler, genellemeler, hep kuşkuyla karşılanır, çünkü bunları kanıtlamak zordur. Aynı zamanda tarihçilik onlarsız da edemez. Akdağ'ın bu tezi de Halil İnalcık'ın "Marmara İktisadî Ünitesi" kavramını yönelttiği eleştiriler saklı kalmak üzere, kolay yabana atılmayacak bir tezdir. Ayrıca, onun da gösterdiği gibi, Rumeli'de "fütuhat”ın sona ermesiyle uzun süre devam edecek olan Celâlî isyanlarının tam da bu kıraç bölgede ortaya çıkması, söylenenin inandırıcılığını artırmaktadır.
Beylikler’in temsil ettiği "aşırı feodalite" durumu, böylece, Osmanlılar'ın "aşırı" merkezi-imparatorluk projesine dönüştü. Tarihin en iç gıcıklayıcı sorularından biri, olan bir şeyin, ne kadar rastlantı, ne kadar tarihî zorunluk sonucu olduğudur. Osmanlı tarihinin bir bölümü sanki bu soruya cevap vermek niyetinde gibi. Osman Gazi'den Murad-ı Hüdavendigar'a, Osmanlılar'ın üç kuşağı boyunca bu imparatorluğun temellerini atmak üzere önemli işler başarıldı. Dördüncü padişah Bayezid de bu "proje"ye epey katkıda bulunduktan sonra, Ankara savaşında Timurleng'e yenilince bütün bu yapılanlar uçup gitti, daha doğrusu uçmuş gibi göründü. Timur, ortadan kalkmış Beylikler’in mümkün olanlarının yeniden kurulmasına özellikle özen gösterdi, çünkü İlhanlılar gibi o da burada değil, Semerkand taraflarında oturmaya niyetliydi ve bu bölgede Osmanlı gibi büyük bir devlet değil, dağınık küçük Beylikler’in varlığı işine geliyordu.
Ama iki kuşak sonra (I. Mehmed ve II. Murad) Osmanlılar kaybettiklerini geri aldılar. Fatih Mehmed’in ölümüne kadar (1481, yani Ankara Savaşı'ndaki yenilgiden sonra tam seksen yıl bile değil) sınırlarını iyice genişleterek bir dünya imparatorluğu kurmayı başardılar. Aşağı yukarı yıkılmış durumdayken bu toparlanma, yeryüzünün burasında nesnel koşulların böyle bir imparatorluğa imkân tanıdığını gösteriyor. İkinci olarak, Osmanlılar'ın da böylece ortaya çıkmış bu fırsatı iyi kullanabilecek şekilde donanmış olduklarını söylemek de mümkündür sanıyorum.
0 yorum:
Yorum Gönder