İmparatorluk Çağı: Fatih Sultan Mehmed-2
ÜNVAN KONUSU
Bu "ünvan" konusuna gelmişken burada biraz oyalanalım. Osmanlı hanedanının ilk iki üyesi, Osman ve Orhan, "Bey" ünvanıyla anılırlar. Bu bir Türk ünvanıydı; yükseklik belirtse de, aynı zamanda kendinden yüksek birine bağımlı olunduğunu gösterir. Osman Bey, Selçuklu'nun "uç beyi" (Batı terminolojisinde, "vassal"ı) olduğu için "bey"dir. Orhan kendi adına para bastırırken "sultan" ünvanını ilk olarak kullanmıştı. Bu sikkelerden ikisinde "Essultanül azam Orhan bin Osman halledallahü mülkehü" yazar. Ama, tahta çıkışının üçüncü yılında bastırdığı düşünülen daha erken bir sikkede "sultan" ünvanı geçmez, "Lehu duribe Orhan bin Osman Bursa" ibaresiyle yetinilir. Gerçi "sultan"ın iyice kesinleşmesinden sonra da, böyle, "Bayezid bin Murad" gibi tamlamalar görüyoruz. "Sultan Orhan" yerine daha çok "Orhan Bey" veya "Orhan Gazi" deriz. Ama sıfat sikkeye geçtiğine göre "sultan”lık, Orhan zamanında, teknik anlamda kesinleşmiştir.
"Sultan", "saltanat", "sulta" aynı kökten, "otorite" ve "yönetim"i anlatan kelimeler. Başlangıçta Bağdat ve Şam valilerinin ünvanıyken sonra "hükümdar" anlamını kazandığı, bunu da Gazneli Mahmud'un yaptığı sanılıyor. Ancak bu sıralarda dahi "sultan" ünvanını Halife birine verebiliyordu.
Ahmet Refik ile Fuat Köprülü, ünvanın Osmanlılar'da ilk ne zaman kullanıldığını uzun uzun tartışmışlardır. Bu daha çok "resmî kullanım”la ilgili bir tartışmadır. Ama ünvanın resmî ya da gayrî resmî ilkin Orhan Bey zamanında kullanıldığı olgusunu değiştirmiyor; sorun, terimin resmî kayıt ve kitabelere geçmesiyse (ki, sikkede gördüğümüz şekli de bunu yapmaktadır), Bursa'da Orhan'ın yaptırdığı caminin kitabesinde de "Sultan-ül Gazzat Gazi bin-il-Gazi şucaeddünya ved-din-il-âfak bahadır-ı zaman Orhan bin Osman" yazılmıştır.
Ancak, divan defterlerinde, vakıf kayıtlarında, yani bu gibi önemli resmî yazılarda Çelebi Mehmed'e kadar "sultan" ünvanının kullanılmadığı da doğrudur. Başka birçok konuda olduğu gibi burada da bir "geçiş" yaşandığını, "bey"den "sultan"a giden sürece bizzat sultanların da zamanla alıştığını düşünebiliriz.
Uzunçarşılı'nın Süryanice'den alındığını söylediği "sultan" kelimesinin yanısıra kullanılmış başka sıfatlar da vardı. Orhan Bey'in oğlu I. Murad tarihimize "Murad-ı Hüdavendigâr" olarak geçmiştir. Bu ise Farsça'dan gelen ve gene "amir" veya "hükümdar" anlamında kullanılan bir kelimedir. I. Murad'ın sıfatı olmasından başka, yakın zamana kadar Bursa kentinin ve hinterlandının da adıydı.
Kimi tarihçilere göre, padişahlarla ilgili daha sık kullanılan "hünkâr" kelimesi "Hüdavendigâr"ın bozulmuş şeklidir. Kimileriyse bunun Oğuzca'dan geldiğini (ve "uğurlu" anlamını içerdiğini) söyler. Bu kitapta, bu ünvanın etimolojisi bizim için hayatî bir şey değil. Ancak, bu sıfatın Osmanlı kültürüne özgü olduğunu ve padişahtan başka kimse için kullanılmadığını belirtelim. Saltanatın sonuna kadar da kullanılmaya devam etmiştir.
En yaygın kullanılan ünvanlardan biri olan "padişah" gene Farsça'dan alınmıştır. İbni Kemal'e göre Farsça'da "panzehir" gibi, kötülükleri gideren şeye "pad" denir. Avram Galanti ise "pad"ın kökünü Sümerce "patesi"ye (?) kadar götürüyor. "Şah" üstüne fazla konuşmaya gerek yok zaten.
Sadrazamlar, resmî yazılarında, Sultan'a "padişahım" diye hitap ederlerdi. "Padişah"ın yanısıra "şah" da Osmanlılar'da kullanılmıştır. "Hünkâr" ve "padişah" çok kullanılmakla birlikte, resmî düzeyde "sultan" teriminin yüklü anlamlarını pek taşımamışlardır. "Sultan"ın uluslararası diplomaside edindiği önemi de edinmemiş ve daha çok iç dolaşımda kullanılmışlardır.
II. Mehmed, İstanbul'u fethettikten sonra, Yıldırım Bayezid'in biraz konjonktürden yararlanarak, Bağdat Halifesi'nden rica ile aldığı "Sultan-ı İklim-i Rum" sıfatını rahat rahat kullanmaya başlamıştı.
Bugünün zihniyeti, bu "ünvan" konusunun niçin bu kadar önemli olduğunu kavramakta zorlanabilir. Aslında şimdiye kadar söylediklerim nedenlerini kısmen açıklıyor. Bir hükümdarın yüceliğini ve aynı zamanda başka hükümdarlar karşısındaki konumunu bu ünvanlar belirliyordu. Sonunda herkes gücünü savaş meydanında kanıtlamak durumundaydı ve iş buraya geldiğinde ünvan Bayezid'i kurtarmaya yetmemişti. Ama her sorun savaşla çözülmediği gibi, Fatih ve onu izleyenler, yıldırıcı bir somut askerî güçle desteklendiğinde böyle ünvanların diplomaside de ne kadar etkili olduğunu kanıtlamaktadır.
Başka bir düzeyde bakarsak, antik çağ edebiyatından bildiğimiz bütün (epik) kahramanlar, "er meydanı"nda, atalarının kahramanlıklarından başlayarak kendi başardıklarıyla biten uzun nutuklar atarlar. Bunun bir gerçekliği ve gerçeklikte bir işlevi vardı herhalde. Bugünün kavramlarıyla "psikolojik savaş" veya "propaganda" kategorisine koyabileceğimiz bu nutuklar, "düşmana", yabana atılır biriyle karşı karşıya olmadığını hatırlatıyor, ayağını denk alması gerektiğini bildiriyor, kısacası, "moral bozuyordu". Kahramanların böyle savaştığı -ve sözünü ettiğimiz tarihlerde devam eden- bir dünyada elbette bu ünvanlar çok önemli olacaktı. Çünkü her biri, taşıyanın niçin üstün olduğunu,neleri başararak o ünvanı kazandığını kanıtlıyordu ve gene o dünyada, bu sıfatlara henüz kimse "boş laf" gözüyle bakmıyordu.
Bunları ikna edici bulmayan öğrenciye, Kanunî'nin Fransa Kralı François'ya mektubunun niçin bütün ders kitaplarına konduğunu düşünmesini -okuduğunda neler hissettiğini de hatırlayarak- tavsiye edebilirim.
Fatih Mehmed şimdiye kadar saydıklarımızdan başka bir ünvan daha kullanmaktan geri durmadı: "Han". Osmanlı medeniyeti pek çok bakımdan Asyaî geleneklerden uzaklaşmak, hattâ düpedüz kopmak amacını gütmüş, ama o bağı tutan son ipliklere son darbeyi hiçbir zaman vurmamıştır. Vurmaması koşullara da bağlıydı.
"Sultan" gibi "Han" ünvanını da ilkin Çelebi Mehmed'in resmen kuşandığını görüyoruz. Dağılan devletin yeniden toparlanması ve otoritesini yeniden ihdas etmesinde herhalde bu sıfatların yardımını görmüştü. Daha sonra II. Mehmed'in "han" sıfatını oldukça bilinçli olduğu izlenimini veren bir bağlamda takınması da anlamlıdır. Doğuda Akkoyunlular ve Uzun Hasan belâları zuhur edince Fatih de adının "Sultan Mehmed Han" olarak geçmesine özen göstermiştir. Daha önceki bölümlerde, Osmanlılar'ın, Timur felâketi sonrasında, Oğuz kökenlerine sahip olmaya önem verdiklerini söylemiştim. Bu dönemde de Neşrî (II. Bayezid zamanında) İslâm'ı kabul eden ilk Asyaî Türk Hanı'nın Oğuz olduğunu yazmıştı. Böylece Osmanlılar, özellikle Anadolu'daki Türk Beylikleri'nden devraldıkları tebalarına karşı da, Türk olarak ne kadar önemli bir soydan geldiklerini kanıtlamak istiyorlardı. Bu, görece farklı nedenlerle Çelebi Mehmed'e de, Fatih Mehmed'e de gerekli ve yararlıydı.
Aynı şekilde "Hakan" ünvanı da bu "ünvanlar cephaneliği”nin bir yerlerinde hep bulundurulurdu: "Defter-i Hakânî", "Nişan-ı Hakânî" gibi deyimler bunun kanıtıdır. Dolayısıyla Abdülhamid'in "Ulu Hakan" ilan edilmesi çok zor olmadı.
Son olarak bir de "Halife" ünvanına bakalım. Ders kitaplarımız bu ünvanı Mısır'ın fethinden sonra I. Selim'in (Yavuz) aldığını söyler. Bu bağlamda, Osmanlı padişahlarının aynı zamanda "Halife" olmalarının "resmî" açıklamasının bu olduğunu kabul edebiliriz.
Hilafet, 1258'de Hulagu'nun Bağdad'ı fethedip son Halife Musta'sım'ı öldürmesiyle fiilen sona ermişti. Ama bu arada aileden birileri Mısır Sultanı Baybars'a iltica edince, Mısır, politik nedenler ve yapay yöntemlerle Hilafet makamını canlandırmıştı. Aslında Ortodoks Sünni öğretiye göre Halife ancak Kureyş soyundan gelebilirdi (Bu Hadis'e dayandırılmıştır). Şiîler'in bambaşka bir Hilafet anlayışları vardır: Tahmin edileceği gibi, bunun yalnız Ali'nin soyuna özgü olduğu öğretisi. Ancak, bu iki öğreti dışında, makamı silâh kuvvetiyle ele geçiren bir Müslüman hükümdarın Halife olabileceğini söyleyenler olduğu gibi, İbn Haldun gibi bu makamın artık ortadan kalktığını kabul etmek gerektiğini savunanlar da olmuştur. Hasılı, Hulagu'dan beri -öncesini saymazsak- Hilafet içinden çıkılmaz bir sorundur.
İmdi, Yavuz Selim Halife ünvanını, gene kılıcının hakkı ile, Mısır'dan alıp getirdiyse, bu durum hangi yoruma uyar? Sünni ve Şiî yorumlara uymadığı açıktır. "Kılıç hakkı" yukarıda belirtilmişti. Ancak, örneğin Fatih Mehmed'e "halife" diyenler de vardır. Leslie Peirce, Manisa'da cami yaptıran, Fatih'in Sinan adlı bir azatlı kölesinin padişahın "halife”liğinden söz etmesi örneğini verir (Peirce, 161-2). Ama bunun yalnız Fatih Mehmed’le sınırlı kalmadığı, ondan önce birçok Osmanlı padişahının bu ünvanı kullandığını öğreniyoruz: "Bu suretle Selim I, Kânun II. 1517'de Kahire'ye muzafferane girerek, Abbasî hilafetini nihayete erdirip, son mümessili Mutavakkil'i İstanbul'a götürdüğü zaman, bir buçuk asırdan beri bu Osmanlı hükümdarının cedlerine ve kendisine halifa ünvanı verilmesine alışılmış bulunuyordu" (İslâm Ansiklopedisi, T. W. Arnold, "Halife" maddesi, s. 151). Yalnız Osmanlılar değil, başka Müslüman hükümdarlar da aynı şeyi yapmışlardı.
Bunlar, Selim'den önce olanlar. Gene Peirce, Selim'in oğlu Kanunî Süleyman'ın azlettiği sadrazamı Lütfi Paşa'nın yazdığı, padişahın "Halife" ünvanını kullanma hakkına niçin ve nasıl sahip olduğunu anlatan teorik bir metne değinir. Bu metin de, son analizde, iktidarı elde eden ve onu İslâm için kullanan hükümdarın "halife" sayılması gerektiği görüşüne dayanmaktadır. Ama ilginç olan Selim'den sonra yazılmış olması, buna rağmen Selim'in Mısır seferinden zaten "Halife" olarak döndüğü, dolayısıyla oğlu Süleyman'ın da Halife sayılacağı vb. konularda hiçbir şey söylememesidir. Belli ki birçok konuda olduğu gibi burada da "resmî tarih" herhangi bir somut gerçekliğe dayanmamaktadır.
İslâm Ansiklopedisi Selim hikâyesini şöyle açıklıyor: "Selim I. Kahire ulemasını toplayıp, saltanatının meşruiyeti için, makam-ı hilâfetten icazet talebi lâzım olup olmadığını sormuş ve ulemanın böyle bir muameleye lüzum olmadığını söylemeleri üzerine, kendisinin bu hususta halife ile asla temas etmemiş olduğu anlaşılmaktadır... Hilâfetin Selim I.'e devir ve teslimi gibi bir vaka ise, ne mezkûr rûznamede ve ne de diğer fetihnamelerde zikredilmediğine göre, asılsız ve esassız bir rivayetten ibaret olması muhakkak sayılabilir" (Sözü Geçen Eserde, s. 151).
Selim'i izleyen yıllar ve yüzyıllarda Osmanlı padişahları Halifelik iddia etmediler, bunu ileri sürmediler. Bu yüzyıllarda Osmanlı saltanatı ve Hindistan'da "Moğol" diye bilinen, ama aslında Türk olan Babür Şah hanedanı dışında, hilafete (kılıç hakkına dayanarak) talip olacak Müslüman bir devlet yoktu. Ama bunların ikisi de bunu yapmadı.
Osmanlı padişahları güçlü oldukları ve kendilerine güvendikleri sürece hilafetten yararlanma fikrini ciddiye almamışlardır. "Katerina II. Osmanlı ülkesinde Ortodoks Hıristiyanların himayesi hakkını istediği vakit, 1774 Küçük Kaynarca müsalehasını müzakere eden Osmanlı murahhasları da bu muahedeye, halifa ünvanına istinaden, sultanın tâbiyetinden çıkan Türk ve Müslümanlar üzerinde, dinî hüküm ve nüfuzuna dair, bir bend koydurdular. Bu devirden beri hıristiyan Avrupa halifenin, tıpkı papanın Katoliklerin dinî reisleri olduğu gibi, Osmanlı sultanının tebeası olsun olmasın, tüm Müslümanların ruhanî reisi olduğuna dair yanlış bir telakkiye kapılmıştır. Hıristiyan Avrupa'da yayılan bu fikrin Türkiye'de bile tesiri görülmüştür."
Küçük Kaynarca ile başlayan bu Halifelik durumundan yararlanma fikrini geliştiren Abdülhamid'dir. Bununla iktidarını hem içeride perçinlemeyi, hem de dış politikada, sömürgelerinde milyonlarca Müslüman yaşayan "düvel-i muazzama"ya karşı bunu diplomatik bir koz olarak elinde bulundurmayı tasarlıyordu. Sonuçta, ikisinde de, kısmen başarılı olduğu söylenebilir.
Ama, örneğin Fas, hiçbir zaman Abdülhamid'in halifelik iddiasını ciddiye almamıştır, çünkü Fas sultanları halifeliğin sıhriyet yoluyla kendilerine geçtiğini iddia etmişlerdir. Yani, İbn Haldun'un dediği gibi, Abbasî Halifeliği çöküp İslâm dünyasının önderliği de Araplar'ın elinden
bir kere çıktıktan sonra, hiç kimse, bir başkasının Halifelik iddiasını ciddiyetle karşılamamıştır. Son dönemde Saddam Hüseyin bile Halife soyundan geldiğini ileri sürüyordu.
II. Mehmed böylece "padişah", "hünkâr" ve "sultan", ama aynı zamanda "Han" ve "Hakan"dı. Batı dünyasına karşı "Kayser", İslâm dünyasına karşı -icabında- "Halife"ydi. Hanedan içinde ilkin o bunların hepsini birden kullanmıştı (ama her biri, ayrı ayrı, daha önceki padişahlar tarafından kullanılmıştı). Bu da, onun kurduğu imparatorluğun özelliklerini gösterir: Etnik kökleri Oğuz-Türkmen (Türk) dünyasında olan ama gerekmedikçe bu yanı fazla vurgulanmayan bir Ortadoğu İslâm İmparatorluğu. Bu İslâmî karakteri en ön planda olmakla birlikte, aynı zamanda, eski Roma İmparatorluğu'nun yerini almış bir imparatorluktu. Burada İstanbul ve Çanakkale Boğazları'nın da simgesel bir yeri ve önemi vardı. Roma gibi Osmanlı da, ne yalnız Asyalı ne de yalnız Avrupalı'ydı. Yalnız Roma'nın olduğu gibi, Avrasyalı bir imparatorluktu.
İstanbul'un ele geçmesinden sonra Osmanlı devletinin bileşiminin değiştiğini söyleyebiliriz. Tarihte hep olduğu gibi, bu, birdenbire her şeyin başkalaştığı anlamına gelmez. O dönemde yaşayan sıradan insanların da -fethedilen şehrin hemşehrisi değillerse- dünyada önemli bir değişiklik olduğunu hissedeceklerini hiç sanmıyorum. Ama Osmanlı devletinde çok önemli bir değişim olduğu bellidir. Bu bölümün geri kalan kısmında II. Mehmed'in fetihle gerçekleştirdiği değişimin sonuçlarına nasıl cevaplar bulduğunu incelemeye çalışacağım. Ama bundan önce, fetih olayında gösterdiği geniş çaplı düşünce üstünde biraz durmanın yararlı olacağını düşünüyorum, çünkü bu şekilde Fatih'in kişiliği hakkında iyi kötü bir varsayım geliştirebiliriz.
0 yorum:
Yorum Gönder