Yüzyıl Dönümünde Küçük Asya ve Osmanlı Devletinin Kuruluşu-6
KÖYLÜ İSYANLARI
Anadolu Beylikleri arasında Osmanlılar sivrildiler ve zamanla öteki Beylikleri ortadan kaldırıp bir İmparatorluk haline geldiler. Bu karmaşık süreç içinde belirli çatışma tipleri görünmüştür, ama devletle halk arasında, tek bir istisna dışında, bir çatışma görülmemiştir. O tek "istisna", Şeyh Bedreddin isyanıdır. Osmanlı ve Türk tarihyazımında bu isyanın iyi incelendiğini hâlâ söyleyemiyoruz.
Nâzım Hikmet’in böyle bir tarihî figüre sevgiyle yaklaşması ve destanında onu yüceltmesi anlaşılır bir şeydir - ve tabiî hiçbir ciddi araştırmaya dayanmamaktadır. Ama ona karşılık hemen sol içinde bir aykırı yorum çıkması ("ben tarihî maddeciliği daha iyi bilirim" iddiası mı?) ve Kemal Tahir'in Bedreddin'in bir "ajan" olduğunu kanıtlamaya kalkışması, "araştırmacı”lığın daha iyi bir örneği değildir.
Öte yandan, muhafazakâr sağın da tavırları, alışkanlığın ötesinde şaşırtıcı olacak kadar ilkeldir. İbrahim Hakkı Konyalı gibi birçok faydalı iş yapmış, daha fazlasını yapmaya çalışmış, çalışkan ve kültüre saygılı bir insanın Bedreddin hakkında yazdıklarını okumak, gerçekten şaşırtıcıdır. Kemikleri II. Mahmud'un türbesine getirildikten sonra, Cumhuriyet döneminde mezartaşının kaybolması daha da şaşırtıcıdır. Aykırı, şu bu, 15. yüzyılın özgün bir düşünüründen söz ediyoruz! Bu, nasıl bir vahşet!
Şeyh Bedreddin hakkında bir araştırma yapmasa da, Nâzım Hikmet, sanırım Ortaçağ'ın köylü isyanları bağlamında baktığı için Bedreddin'e sempati duymuştu. Bedreddin'i ele alanlar, örneğin Varidat’ı inceleyen Abdülbaki Gölpınarlı, onu oldukça kesin bir biçimde İslâm tasavvuf geleneğine yerleştirirler. Oysa Bedreddin'in, bu kitabın başından beri değindiğimiz Anadolu heterodoks inançlar çerçevesinde ve genel Avrupa bağlamında incelenmesinin daha verimli sonuçlar vereceğine inanıyorum.
Bedreddin'in tasavvufla ilgisi elbette vardır. Allah'la doğanın özdeş olduğuna inanıyordu. Allah, birliği, doğa ise çokluğu temsil ediyordu. Ama hepsi birdi, bütün dinler de birdi. İnsan, Allah'ın bir parçası olarak eşitti; mülkiyette de böyle olmalıydı.
Bedreddin, bu inançlıklarında tasavvufun İslâmî olan veya olmayan çeşitli kollarına yaklaşır; bazan Batınî gibi, bazan Hurufî gibi konuşabilir. Göreneksel Sunni tarihçiler onun Şiîlik’ten etkilendiğini düşünürler (bütün ideolojik "belalar" Şiîler'den geldiğine göre); oysa böyle değildir. Yığınla inancın kesiştiği Anadolu ve Rumeli heterodoksisinin bir ürünüdür.
Antik çağda ve Ortaçağ'da her şey, her düşünce, ancak genel dinî öğreti içinde formüllenebilirdi. Bugün "sol ideoloji" veya "demokratik talep" gibi kavramlar, başlıklar altında toplayacağımız düşünceler de, ancak din içinden düşünülebilir, din içinde dile getirilebilirdi. Bu geniş çerçeve kapsamında baktığımızda Bedreddin'in hangi tasavvufî akıma daha yakın durduğunu saptamak çok önemli değil (o tür bir inceleme de
şüphesiz gerekli ve faydalı olmakla birlikte...); bu kapsamda, bu gibi akımların hepsi, varolan düzenin kendi mantığı içinde geliştirdiği bir "ortodoksiye" karşı çıkmıştır. Belirleyici olan budur. Katıksız ideoloji düzeyinde, şu ya da bu "argümanı" geliştirerek ortodoksiyle mücadele edebilir; ama somut günlük hayat düzeyine gelindiğinde, o argümanların bu düzeydeki karşılığı, her zaman, insanlar arası eşitlik, eşitliği bazan başlıca etken olarak mülkiyetin lağvı ve buna benzer şeyler olmuştur. "Heresi"nin İslâm veya Hıristiyanlık içinde olması da bu bakımdan fazla önemli değildir.
Hıristiyanlık'ta Ariusçuluk, monofizitizm v.b. tartışmalar köylü hareketleriyle doğrudan ilgili değildi. Ama bunlar da sonuçta siyasete bağlanan, düzende seçkinlerin yerini ve gücünü, hayatın nasıl olması gerektiğini tartışan entelektüel hareketlerdi.
Bogomil hareketi bir köylü ayaklanmasından çok din üstüne yüksek düzeyde entelektüel bir tartışmadır. 10. yüzyılda Bulgaristan'da başladı. Doğunun Maniheist-düalist inançları, Tanrı ile Şeytan'ın birlikte yarattıkları dünya anlayışı, ilginç bir şekilde, buraya taşınmıştı. Tabiî sert bir tepki de oluştu. Kurulu düzenin otoriteleri Bogomil hareketine karşı bir baskı ve yıldırma hareketine giriştiler. Bu girişim etkili oldu ve yukarıda değinildiği gibi hareket Bosna'ya doğru kayarken Güney Balkan'da muhtemelen yeraltına indi.
Ama 12. yüzyılda, Bosna'nın yanısıra, Güney Fransa'da da, Bogomil hareketinden etkilenmiş bir "heresi" görüyoruz: Albi ya da Albigens. Bu zamana kadar Kilise Batı'da iyice örgütlenmişti. 1230'da bu hareket de kanlı bir şekilde bastırıldı. Ama bastırılması neredeyse bir İç Savaş gerektirdi.
Fransa, Yüz Yıl Savaşları'nın da sıkıntısını çekerken 1358'de fazladan bir Yeni Vergi icadı ilk Jaqueine'ye yol açtı. temsilî Fransız köylüsü demek olan Iacque Bonnehomme'dan geliyordu bu ad. Bastırıldı, ama yenileri patlak verdi. Köylü ayaklanmalarından söz ediyoruz, ama kentler de büsbütün hareketsiz veya kırda olanlardan büsbütün kopuk değildi. O günlerde, Paris'te bir tüccar olan Etienne Marcel (şimdi adına metro istasyonu v.b. var) bir isyan başlattı ama onu da öldürdüler. Köylü isyanının çıkmasını da o etkilemişti (ölümü 1358, yani o yıl).
Daha sonra, 1370'lerde, Floransa'da Ciompi ayaklanmasını görüyoruz.
1380'lerde Kara Ölüm Avrupa'yı kasıp kavurmaya başladı. Bu, uzun vadede, köylü ayaklanmalarının hem azalmasına, hem artmasına yol açan tuhaf sonuçlar vermiştir. Nüfus yaklaşık üçte bir azalınca, emek değer kazanmış, kırsal bölgede ücretli emek başlamıştı. Bu yanıyla, gerilimleri hafifletmişti. Ama aynı zamanda, serfleri yeniden zaptırapt altına almak ve bu yenilikleri ortadan kaldırmak için girişimler oluyor ve bunlar yeni ayaklanmalara yol açıyordu.
Kara Ölüm kara Avrupası'nı tırpanlarken 1381'de İngiltere'de Wat Tyler ayaklanması başladı, çok da etkili oldu. Tyler'ı öldürdüler. Ama bu sıralarda Oxford'da Wycliffe ders veriyor ve o da yeni bir din anlayışıyla birlikte eşitlikçi bir toplumsal düzen savunuyordu. Tyler'ın öldürülüşünün ertesi yılı (1482'de) bu derslerden etkilenen Lollard hareketi başladı.
Aslında feodal düzen, insanları isyana teşvik edecek her şeye sahipti ve irili ufaklı isyanlar eksik olmuyordu. Belki şaşırtıcı, ama genel yöntem, bu isyanların, sefaletin yoğun olduğu değil, koşulların görece elverişli olduğu durumlarda patlak vermesidir. Öte yandan, sistemin imkânları ya da başkaldıranların konumları, bu feodalitenin başka bir şeye dönüşmesini sağlayacak bir güce de sahip değildi, böyle bir dünya görüşüne de. Buna rağmen, Wyclifte gibi birinin varlığı, somut şikâyete kattığı entelektüel boyutla, daha soluklu ve daha geniş görüşlü bir direnişi mümkün kılıyordu; özgül hareket baskıya dayanamasa da, entelektüel birikim yeraltında direniyor ve başka yerlere de kayabiliyordu.
Örneğin Wat Tyler hareketinden şu beyit dünya başkaldırma edebiyatına miras kalmıştı:
When Adam dehved and Eve span,
Who was then the gentleman?
(Adem toprağı beller, yününü eğirirken Havva
"Ben soyluyum" diyen biri var mıydı dünyada?)
Bohemya'dan Ian Hus (1372-1415) Oxford'da okumaya gelmiş, Wycliffe'ın derslerine girmişti. Yurduna dönünce o da sesini yükseltti. Vatikan'la ve onun Bohemya'daki adamlarıyla teolojik kavgaya girdi; bu bir halk hareketine ve yığınla politik manevraya yol açtı. Sonunda tuzağa düşürdüler ve yaktılar. Ama her adımda adalet duygusunu çiğneyerek onun sözlerine inananların inançlarını pekiştirdiler. Bir yüzyıl sonra Luther'in Protestan anlayışı Bohemya'da hemen taraflar buldu, hemen tutundu.
Tabiî o yıllarda da Luther'e fazla radikal gelen son büyük Köylü ayaklanması önderi Mûnzer (1490-1525) öldürüldü. Batı kapitalizme geçer ve feodaliteyi tasfiye ederken Köylü isyanları da gündemden kalktı.
Şeyh Bedreddin'i "Osmanlı"dır, "Müslüman"dır diye bütün bunlardan soyutlayıp tek başına biri gibi ele almanın yanlış olduğunu sanıyorum.
Orhan Şaik Gökyay, Bedreddin'in babasının sanıldığı gibi "Kadı" değil de "Gazi" olması gerektiğini, oldukça inandırıcı bir şekilde söylemişti (bu bilgi, Şeyh'in torununun yazdığı Menakıbname'den gelmedir. Gökyay'a göre, halk ağzında "gayın”la "kef”in karışması sonucu "gâzi'l-guzât" ile "kâzı'l-kuzât" yer değiştirmiş olabilir). Tabiî bunları kanıtlamanın imkânı yok; ama çok önemli de değil. Yalnız, fazla lakırdısı edilmeyen bazı ayrıntılara değineyim.
Bedreddin'in annesi Rum'du; gazi ya da kadı, babasının bulunduğu kuşatmada ele geçen ve Müslüman olan bir kızdı. Bedreddin'in büyüdüğü Simavna çevresinde ve Güney Balkan'da Bogomil inancının kalıntıları herhalde hâlâ vardı.
Torlak'la Börklüce'nin yakalanmaları üstüne önce İsfendiyaroğlu'na sığındığını, oradan Kırım'a geçtiğini, sonra da Rusçuk'a geldiğini görüyoruz. Bu sonuncusu da Bogomil bölgesi zaten.
Ama daha öncmlesi, Bedreddin'in arkasından gelenlerin yalnız Müslümanlar’dan ibaret olmamasıydı. Buna bir "ordu" diyeceksek, ordusunun yarısı "gayrı Müslim"di.
Dolayısıyla, Ortaçağ'ın zaten daha çok sonuna doğru ortaya çıkan, bir ideolojik içeriğe (paylaşmacılığı içeren bir teoloji yorumu) sahip Avrupa köylü ayaklanmalarının geç bir örneği olarak değerlendirmek yerinde olur. Avrupa bağlamında "geç", Osmanlı bağlamında ise büyük bir ihtimalle "son"dur. Bilindiği gibi, özellikle on yedinci yüzyılda İç Anadolu "Celâlî" denilen köylü ayaklanmalarıyla sık sık sarsıldı. Ama bunların içinde Bedreddin'inki gibi (ya da Batı'dakiler gibi) ciddi bir "düzen değişikliği" önerisi getireni yoktu. Celâlî isyanlarında sonun genellikle iktidar ilişkilerini değiştirmeden iktidarı (yani yerel olanı) değiştirmek olmuştur.
Bu bakımdan Bedreddin'in girişimi Anadolu'daki Osmanlı-öncesi hareketlere, örneğin Babaîler'e benzetilebilir ve bağlanabilir. Ama türünün son örneğidir.
Fetret dönemi sürerken ortaya çıkması kendi başına açıklayıcıdır. Normal zamandaki otoritesine sahip Osmanlı düzeni bu hareketin bu kadar büyümesine kolay kolay izin vermezdi. Ancak, Musa Çelebi'nin Bedreddin'i kendine kazasker seçmesi gibi olaylara bakıp, buradan onun çıkışını şehzade kavgasına bağlamanın ve bir komplo teorisi üretmenin çok anlamlı olduğunu sanmıyorum.
0 yorum:
Yorum Gönder