İmparatorluk Çağı: Fatih Sultan Mehmed-3
KUŞATMANIN PLANLANMASI
Bugünün bilgileriyle dönüp geçmişe baktığımızda, 1453 tarihinde Bizans'ın kendini savunmasının ve Osmanlı kuşatmasından kurtulmasının imkânsız olduğunu söyleyebiliriz. Kentin nüfusu, uzun tarihi boyunca görülmemiş derecede azalmış, elli bin dolaylarına inmişti. Yıllardır, Bizans'ın sicilinde, lafı edilmeye değer bir askerî başarı olmamıştı.
Giustiniani adında bir İtalyan (Cenovalı) komutanının getirdiği ücretli askerler de dahil olmak üzere en
fazla beş bin asker vardı.
Ama bu kenti fethetmek gibi bir projeye, sözgelişi 1451 yılında, tuhaf bir şekilde gidip geldiği Osmanlı tahtına son
kez oturmuş genç padişah II. Mehmed'in perspektifinden baktığınızda iş o kadar da kolay görünmüyordu. Asıl
zorluk da zaten o sırada Bizans'ın kendisinin güçlü olup olmamasına bağlı değildi.
Kentin yüzlerce yıl önce yapılmış surları hâlâ, muhtemelen bütün dünyada, en sağlam surlar olarak biliniyordu.
Geçmişte çok kez kuşatılmış, hile hurdanın karıştığı bir sefer dışında, teslim olmamıştı. Bu sağlam surlarda, halen
olduğu gibi, sayıca az bir kuvvet, direnişi uzun zaman sürdürebilirdi. Kuşatmanın uzaması, eşyanın tabiatı gereği
çok daha fazla kayıp verecek olan kuşatıcı tarafın inancını ve şevkini kırabilirdi.
Ama uzamanın asıl korkulacak yanı, bu sırada Bizans'a dışarıdan bir yardım gelmesi ihtimaliydi. Bu, çeşitli
nedenlerle, güçlü bir ihtimaldi. Bütün perişanlığına rağmen, II. Mehmed’in de iştahını kabartan şanıyla
Konstantinopolis o günün dünyasında hâlâ önemli bir varlıktı ve bunun Müslümanlar'ın eline geçmesi, başta Papa,
Batı dünyası için çok kötü bir şey, bir felâket olurdu. Ama daha uzun vadeli siyasî hesaplar çerçevesinde
bakıldığında, gene özellikle Papa açısından, onbirinci yüzyılın ortasında ikiye ayrılan Hıristiyan dünyasını -tabiî
Papa'nın otoritesi altında- birleştirmek önemli bir hedefti. Artık sona eren -ve kayda değer herhangi bir şey elde
edemeyen- Haçlı Seferleri'nin de perde arkasındaki hedeflerinden biriydi bu. Bu dönemde gerçekleşebilmesi için,
Ortodoks dünyanın merkezi olan Bizans'ın zayıflaması, Müslüman tehdidi karşısında çaresiz kalması, Katolikler’in
"tek çare" olarak ortaya çıkması gerekiyordu - ve bütün bu koşullar fiilen vardı. Papa ve öteki Avrupa güçleri ile
efsanevi kentin imparatoru arasında diplomasi trafiği yoğunlaşıyordu.
Dolayısıyla genç padişah kuşatma sırasında arkasından yaklaşan bir Haçlı ordusu haberini aldığında ne yapması
gerektiğini de düşünmeliydi.
Son bir etmen: Kentte rehin tutulan Osmanlı şehzadesi. Hakkında, adının Orhan olması dışında fazla bir şey,
örneğin kimin oğlu olduğunu bilmiyoruz. Uzunçarşılı, Çelebi Mehmed'in oğlu olacağını tahmin ediyor.
Bu rehineler o dönemde bütün dünyada bilinen bir uygulamaydı. Bir çeşit "barış garantisi" olarak, hükümdarlar,
çocuklarını veya yakın akrabalarını birbirlerine "rehin" olarak verirlerdi. "Diplomatik evlendirme"ye paralel bir
kurumdu bu da. Ama Bizans-Osmanlı ilişkilerinde böyle bir rehin biraz daha değişik (belki daha da etkili) bir anlam
kazanıyor, Bizans, Osmanlı tahtında gözü olan birini elinin altında bulundurmuş oluyordu. Osmanlılar güçlü
oldukları zamanlarda doğal olarak böyle tavizler vermediler. Ama Fetret Devri'nde Çelebi Mehmed'in buna razı
olması şaşırtıcı bir durum değildir.
Şehzade Orhan'ın kendi başına tehdit oluşturacak bir potansiyeli yoktu. Eğer Osmanlı cephesinde bir çatlak varsa,
Orhan o zaman önem kazanabilirdi.
Hanedana dayanan yönetim biçiminde her hükümdar kendi otoritesini kesinleştirmeye çalışır, ama bunu yaparken
ve bunu yapmakla soyunun yönetme hakkını pekiştirmiş ve yeniden-doğrulamış olur.
Mutlakiyette, modern dönemde bildiğimiz "siyasî partiler"e özgü farklı düşünce odakları olmaz. Ama içinde farklı
düşünceler barındırmayan bir insan topluluğu da düşünülemez. İşte Şehzade Orhan gibi bir "figür" burada anlam
kazanabilir: Osmanlı cephesi kendi içinde ciddi bir düşünce ayrılığına düşerse, bir taraf Osmanlı soyundan gelen
Orhan'ın tahtın asıl sahibi olduğunu savunmaya başlayabilir.
Osmanlılar bu tehdidi her zaman -belki gereğinden fazla- ciddiye almışlardır. II. Mehmed'in bu dönemde, kendi
yaşantıları ve bilgileri çerçevesinde, böyle endişeleri hafife alması mümkün değildi. Üstelik, yalnız bu kentin fatihi
olmak değil, başına geçtiği devlete verilecek biçim konusunda kendine özgü kararları vardı ve bunlar da öyle
kavgasız gürültüsüz olacak işler değildi.
Bu saydığım etkenler kentin özellikle vakit kaybetmeden alınmasının önemini ve güçlüklerini herhalde açıklıyordur.
Amaçlanan iş kolay bir iş değildi. Genç padişah zorlukları görerek ve bilerek bunlara çare bulmalıydı. II. Mehmed
bu planlama işinin üstesinden gelebilmiştir.
0 yorum:
Yorum Gönder