İmparatorluk Çağı: Fatih Sultan Mehmed-1
II. Mehmed döneminde Osmanlı Beyliği ya da Devleti artık Osmanlı İmparatorluğu olur. Bu, olayların, başarıların kendiliğinden gidişiyle varılmış bir sonuç olmaktan çok, bilinçli biçimde planlanmış ve elde edilmiş bir hedeftir, diyebiliriz. Bunun böyle olduğuna dair yazıya geçmiş bir ipucu yok, ama II. Mehmed'in çeşitli eylemlerini bir araya getirdiğimizde, bunlara anlam veren ve birbirlerine bağlayan böyle bir amaçla davrandığı izlenimi güçleniyor. Bu durum, II. Mehmed'in saltanatında çok belirgin olmakla birlikte, bunun yalnızca onun özgün düşüncesi olduğunu ileri sürmek çok doğru olmayabilir. Gerek düşünce, gerekse düşünce doğrultusunda yaratılmış kurumlar, Fatih'ten önceki dönemlerde de görülür. Ama bunları bir uyum içinde gerçekleşme aşamasına getirme işini Fatih Mehmed tamamlamış ve bu süreç içinde birçok özgün çözüm üretmiştir. Bu bölümde, II. Mehmed'in hayatını izleyerek, imparatorluk projesinin kuvveden fiile çıkışını ve biçimlenişini göstermeye çalışacağım. Babası II. Murad'ın bilmediğimiz nedenlerle kendisi hayattayken tahtını oğluna bırakmayı istemesi nedeniyle genç yaşta tahta gelip giden Mehmed'in bu erken dönemden başlayarak Konstantinopolis'in fethini tasarladığını söyleyebiliriz. Ama bu tasarıyı gerçekleştirmek üzere somut süreci başlatmak fırsatı, ancak babasının ölümünden sonraki kesin cülusuyla eline geçti. Buradaki davranışlarında hem kesin bir kararlılık, hem de amacın gerçekleşmesi için her türlü tedbiri en geniş biçimde düşünme tavırlarını gözlemleyebiliyoruz. Genç padişah, sadrazamı Çandarlı Halil Paşa'dan gelen muhalefete rağmen, kararını uygulama yolunda sarsılmaz bir irade gösteriyor.
Konstantinopolis'in fethinin askerî-stratejik bir önemi var mıydı? Olmadığı kolayca savunulabilir ve Çandarlı Halil Paşa'nın da bunu yaptığı tahmin ediliyor. Osmanlı devletinin sınırları o sırada Balkanlar'da Sırbistan'ın büyük bir kısmını içerecek kadar genişlemişti. Bu koca ülkenin ortasında minik bir cepten başka bir şey olmayan Konstantinopolis askerî açıdan Osmanlılar'a tehdit oluşturacak durumda değildi. İçin için zaten yıkılıyordu. Diplomatik olarak her zaman sorun çıkarabileceğini söylemek mümkün, ama bu da fazla ciddiye alınamazdı, çünkü kentin varlığını sürdürmesi son analizde Osmanlılar’la iyi geçinmesine bağlıydı.
Buna karşılık, son derece güçlü olduğu bilinen surlarından ötürü, fethedilmesi zor olabilirdi (nitekim oldu). Dolayısıyla, burada harcanacak vakit, insan ve maddî imkânı Batı'da daha stratejik fetihlere ayırmak mümkündü. Ama Mehmed bunları -şimdilik- düşünmüyordu.
Bu kent Roma İmparatorluğu'nu temsil eden iki kentten biri olduğu için böyle bir karar verdiği yeterince açıktır. Fatih Mehmed'in tahta geçtiği sırada Osmanlı devleti, eski Roma (yani Doğu Roma) İmparatorluğu'nun yayıldığı toprakların bir kısmının üzerindeydi. Tarihin hazırladığı bu kadere göre, Osmanlı devleti, tükenen Roma'nın yarattığı boşlukta kuruluyordu. Ama bu Roma'nın başkenti, hâlâ, imparatorluğun varisi olduğunu iddia edenlerin elindeydi. Kenti alarak bu iddiaya son vermek, aynı zamanda, yeni Roma'nın sahibi olmak anlamına gelecekti. Sözkonusu, eski Roma'dan kalan, bir tek bu sefil Konstantinopolis vardı, ama Roma'nın manevi prestiji hâlâ ayaktaydı ve daha yüzyıllarca da, ayakta kalacaktı. Büyük Karl, Aachen'ı başkent yaptığı "imparatorluğu"na "Roma" demeyi uygun bulmuştu. II. Mehmed zamanında Alman kralları hâlâ -tabiî teorik olarak- "Kutsal Roma-Germen İmparatoru" sayılıyorlardı. Fransız İhtilâli bile, kimilerince, Roma değerlerine yeniden hayat verme girişimi olarak görülebilmiştir. Dolayısıyla II. Mehmed'in Konstantinopolis'i kendi başkenti yapma projesi, sıradan askerî stratejik hedeflerden çok daha önemli bir manevi mertebeyi amaçlıyordu.
Bunu ilk düşünenin II. Mehmed olmadığı bellidir. Yukarıda değindiğim (daha önce de üstünde durduğum) konjonktürel durum, yani büyüyen Osmanlı'nın küçülen Bizans'ın topraklarında boy atması, birçok padişahın -ve çevresindekilerin- zihninde kaçınılmaz olarak bu çağrışımları yaratmış olmalıdır. Ama Yıldırım Bayezid'in, fiilî davranışlarıyla da, bu hareketin fikir babası olduğunu görürüz: Güzelcehisar ya da Anadolu Hisarı'nın yapılması, bu iki padişahın çok benzer şeyler düşündüklerinin somut bir kanıtıdır. II. Mehmed de projenin ilk adımlarından biri olarak Rumeli Hisarı'nın inşaatına giriştiğinde, aslında Bayezid'in başlattığı bir işi tamamlamış oluyordu. Böylece, kuzeyden, Karadeniz'den Konstantinopolis'e gelebilecek yardımları kesme imkânı yaratılmış oluyordu. Bu da, şüphesiz, Boğaz'ın en fazla daraldığı noktalardan birinde kurulmuş bu iki hisarın geçişi kesecek toplarla donatılmasını gerektiriyordu.
Güzelcehisar tamamlanırken Timur Anadolu topraklarında peyda olmuş, dolayısıyla Yıldırım da bu noktada projesini yarım bırakmak zorunda kalmıştı. Bunu izleyen olaylar uzadı, devlet yeniden toparlandı, böylece parantezin arası iyice açıldı. Sonunda II. Mehmed, Yıldırım'ın kaldığı yerden devam etti. Yıldırım Bayezid'in, bu kentin alınmasının getireceği avantajlar üstüne düşüncelerinin de Fatih Mehmed’inkilerle aynı doğrultuda olduğu anlaşılıyor. Bernard Lewis (İstanbul, 18-19), Bayezid'in o sırada Kahire'de, Memluk himayesinde yaşayan Bağdat Halifesi'ne elçi göndererek, "Rum Sultanı" ünvanını kullanmasını meşrulaştıran bir berat vermesini istediğini anlatıyor. Normal olarak Memluklar'ın buna izin vermemesi beklenirdi. Ama ufukta Timur
belirmişti; Osmanlı onun ilk çarpacağı mevzi olarak duruyordu. Dolayısıyla, Rum, yani Roma sultanı ünvanını kullanmak Bayezid'e bir şey kazandıracaksa, bunu kazanmasına göz yumdular ve berat verildi. Sonuçta ünvan Bayezid’in sorunlarını çözmesine yetmedi. Ama onun taşıdığı önem, daha elverişli koşullarda, Osmanlı hanedanına birçok avantaj sağlayabilirdi. Ünvanı Halife'den değil, kendi kılıcının hakkıyla alan Mehmed, bu avantajları kullanmak için elinden geleni yaptı. Bu bağlamda ilkin şunu söylemek gerekiyor: Özellikle Batı'daki ülkelerle resmî yazışmalarında "Kayser-i İklim-i Rum", yani "Roma İmparatoru" ünvanını kullandı.
0 yorum:
Yorum Gönder