Yüzyıl Dönümünde Küçük Asya ve Osmanlı Devletinin Kuruluşu-3
BEYLİKLER
Selçuklular Bizans devletinin ortadan kalkmasının belki tek nedeni değillerdi; ama bu sonuca yol açacak herhalde
en belirleyici katkıları onlar yaptılar. Ne var ki, Selçuklu devleti Bizans'tan çok daha kısa ömürlü oldu ve böylece
Selçuklular Bizans'ta başlattıkları sürecin sonunu göremeden kendileri tarihten silindiler.
Ama aslında kimse tarihten "silinmez". Biçim ya da bileşim değiştirerek yaşamaya devam eder. Selçuklu devletinin
yıkılmasından sonra (1277 bunun kesin tarihi sayılabilir) ortaya çıkan Anadolu Beylikleri bir anlamda Selçuklular’ın
devamıdır - elbette hem biçim, hem de bileşim değişimiyle birlikte.
Büyük bünyenin parçalanmasıyla oluşan küçük bünyeler durumlarında hep olduğu gibi, bu Beylikler’in her biri,
makrokozmos Anadolu Selçuklu devletinin mikrokozmos kopyaları durumundaydı - en azından, devlet ve yönetim
kavramı ve bu tür idealler düzeyinde.
Osman ve çevresindekiler de bunlardan biri, hem de o tarihlerde hiç önemli görünmeyen biriydiler. 1310'da, yani
bizim şimdi resmen kuruluş yılı ilan ettiğimiz 1299'dan 11 yıl sonra, Anadolu'da çeşitli beyliklerle diplomatik
ilişkilerini tazeleyen Konya Mevlevileri'nde, Osmanlılar'ın adı kayda bile geçmemiştir (Kafadar, 130). Belli ki o
günkü bakışla bugünkü bakış arasında çok fark var.
Selçuklular'da temsil olunan merkezî otorite çökünce yerel beyler, güçlerinin yettiği yerde kendi beyliklerini ilan
ettiler. Bir düzeyde hepsi, yerini aldıkları Selçuklu devletinin kendisi gibi, Moğol İlhanlı egemenliğini kabul etmek
zorundaydı. Ama Anadolu'da İlhanlı nüfuzu da zayıflama sürecindeydi ve onun zayıflamasıyla eşorantılı biçimde
Beylikler’in özerkliği artıyordu.
Sayıları bir hayli fazlaydı. Birbirlerine ne kadar çok benzerlerse benzesinler, bu kadar çok sayıda, kendine biçtiği
çıkarlar ve hedefler doğrultusunda hareket eden bağımsız birim, Anadolu'da olağanüstü bir hareketlilik
("hareketlilik" yerine "kaos", "istikrarsızlık" veya "anarşi" kavramlarını tercih edecekler vardır) yaratıyordu.
İttifaklar günübirlik bozulup yeniden kuruluyor, sınırlar neredeyse her ay yeniden çizilmeyi gerektiriyordu.
"Birbirine benzemek”ten söz ettiğime göre, neyin benzediği konusuna geleyim. Temel "toplum" olduğuna göre o
düzeyden başlayalım. Bütün bu Beylikler'de gayrı Türk ve gayrı Müslim olanların çoğunluğu oluşturduğunu
varsayabiliriz. Anadolu "halkı", Bizans İmparatorluğu'nun halkıydı. Evlenme ve din değiştirme gibi yollardan zaman
içinde bu halkın birçoğu Müslüman kesime katıldı (ama 1920’lerde bile Mübadele ile bu toprakları terk eden
milyonlarca Ortodoks kalmıştı). Bu gayrı Müslim nüfus o tarihlerde çok daha kalabalık olmalıdır. Böylece, daha
sonra merkezî imparatorluklarını kuran Osmanlılar'ın gayrı Müslim topluluklarla kurmayı başardıkları "co-existance"
biçimleri, aslında daha bu Beylikler zamanında ortaya çıkmaya başlamıştır.
Gayrımüslimler yerleşik köylü nüfusun çoğunluğunu oluşturuyordu. Kentlerde de hatırı sayılır miktarda
bulunduklarını varsayabiliriz. Henüz küçük Asya'da mutlak çoğunluk haline gelmemiş Türkler’in bir kısmı göçebe
hayatını sürdürüyor, ama gittikçe artan sayıda insan da yerleşik köylü veya kentli saflarına katılıyordu. Askerlik ve
yönetim de Türkler’in elindeydi.
Ortaya çıkan genel siyasî manzara, bir "feodalizm" manzarasıydı. Yıkılana kadar Selçuklu hanedanının (ve şimdi
İlhanlılar'ın) vasalı olan bu Beyler’in altında kendi vasalları olan birçok daha küçük ve yerel bey vardı. Az önce
değindiğim çıkar arayışı, çıkar için saf ve müttefik değiştirme pratiği bunların hepsi için geçerliydi. Bu pratikte
"jeopolitik" dışında herhangi bir ilke derdinde olmadıklarını, bunun da ortak bir özellik olduğunu ekleyebiliriz.
Toplumsal olarak bu dönemde Anadolu'nun genel karakterini oluşturan çizgiler, toplumsal kümelenme ve
sınıflaşmalar da hepsinde geçerliydi. Tarımsal üretim temelinde kır/kent ayrımı ve işbölümü ortak bir özellikti.
Kentlerde ağırlık oluşturan esnaf birlikleri, loncalar, ahi örgütlenmesi ve ideolojisi hepsinde vardı.
Gene hepsi, bu son cümlede andığım ideolojik karmaşayı paylaşıyordu. görece yeni Müslüman oldukları için
göçebe Türkmen alışkanlıklarından büsbütün kopmamışlar, daha ortodoks bir İslâmî düşünce sistemine doğru
evrilmekle birlikte henüz oraya varmamışlardı. Hıristiyan komşulardan uzak bölgelerde kurulmuş Beylikler'de bile
"gazî" ideolojisi ve değerleri herhalde sürmekteydi. Anadolu'nun heterodoks inançları ve kültleriyle içiçe
geçmişlerdi.
"Ahiler" hakkında, 14. yüzyılda buraları gözlemleyen Mağrıbî Arap gezgini İbn Batuta'nın klasik betimlemesine
bakalım:
Müfredi ahi, Ah-Kardeş sözünün müfred birinci şahıs şeklinde söylenmesinden meydana gelmiştir. Bunlar Anadolu'ya yerleşmiş bulunan Türkmenler'in yaşadıkları her yerde, şehir, kasaba ve köylerde bulunmaktadırlar. Memleketlerine gelen
yabancıları karşılama, onlarla ilgilenme, yiyeceklerini, içeceklerini, yatacaklarını sağlama, ihtiyaçlarını giderme, onları uğursuz ve edepsizlerin ellerinden kurtarma, şu veya bu sebeple bu yaramazlara katılanları yeryüzünden temizleme gibi konularda bunların eş ve örneklerine dünyanın hiçbir yerinde rastlamak mümkün değildir (s.7).
Hakkında çok şey bilmediğimiz halde, bu Ahi örgütlenmesinin sözkonusu dönemde bütün Anadolu'da yaygın olduğunu biliyoruz. Batuta'nın sözünü ettiği "iyiliğe adanmışlık" yalnız bu esnaf arasında değil, o dönemde sayıları gene hayli kabarık olan dervişler, abdallar v.b., yani oldukça heteredoks bir yapı sergileyen "din erbabı" arasında da görülüyordu. Bu dervişlerin inançlarının kaynakları, İslâmiyet çağında, Babaîlik gibi aykırı ve isyankâr anlayışlara uzanıyordu. Ama İslâm-öncesi çeşitli kültlerle bilmeden akrabalık kurulduğunu da kolayca tahmin edebiliriz.
0 yorum:
Yorum Gönder