YANSITMA KURAMI II (2. Bölüm)
Toplumcu gerçekçilik, Marxizmin bilgi teorisi ile Engels Kanalından gelen Hegel'in estetiğini birleştirerek sanat eserim dış gerçekliği yansıtan 'somut-genel' olarak anlıyor. Aslında bu Aristoteles'den günümüze kadar gelen bir sanat tanımının yeni bir kılık altında belirmesidir.
Şimdi biraz yukardaki soruna dönerek sorabiliriz, «soyut bir şey olan geneli, somut ve tek olan nasıl yansıtır?» Bu bir seçme işidir. «Sanat önemli olanı tutmak, ö-nemsizi çıkarmaktır» diyen Lukacs bu seçmenin bir perspektife dayanması gerektiğini söylüyor. (24).
Nesnel bakımdan, perspektif, belli bir tarihsel gelişimdeki ana akımlara işaret eder. Öznel bakımdan, bu akımların varlığını ve mahiyetini kavramak demektir. Ancak böyle bir perspektife sahip olan yazar nesnel gerçekliği yansıtabilir, çünkü ancak böyle bir seçim ilkesi sonucu, eserinde yer alacak unsurlar bir anlam taşıyabilir ve çağm doğru bir tipolojisi çizilebilir.
Lukacs'ın tip dediği şey gerçi tümeli yansıtan somut bir örnektir ama Aristoteles'i yorumlayan neo-klasiklerin genel insan tabiatmı yansıtan kişilerinden farklıdır. Neo-klasikler değişmez bir insan tabiatının var olduğuna inanıyor ve sanat eserinde bireysel, yöresel özelliklerin yeri olmadığı fikrim savunuyorlardı. Lukacs'ın estetiğinde kişinin tipik olması demek, kişinin en derin yanının toplumda mevcut nesnel güçler tarafından belirlenmiş olması demektir. Stendhal'in Kırmıza ve Siyah romamndaki Julien Sorel, çağının sosyal koşulları içinde düşünülebilinir ancak. Levin acayip, kimseye benzemeyen bir adam sanılır ilk bakışta ama dikkat edilirse görülür ki bu gibi acayiplikler bir geçiş döneminin işaretleridir. Şolohof'un, Durgun Akardı Lion eserindeki Grigori Melyekov'un da çağındaki sosyal güçlerin yoğurduğu derin bir kişiliği vardır. (25)
Balzac, Dickens, Stendhal, ve Tolstoy gibi büyük gerçekçi yazarlar, doğalcıların aksine, yansıtma yöntemini doğru olarak uygulamış ve çağlarındaki sosyal gerçekliği eserlerinde çizebilmişlerdir.(26). Bunu yaparken de, tarafsızlıklarına rağmen, ister istemez içinde yaşadıkları toplumun düzenindeki bozukluğu da belirtmişlerdir. O halde Marxistler eleştirel gerçekçiliği neden yeterli bulmuyorlar? Bu büyük gerçekçileri, sosyalist perspektife sahip olmalarından ötürü kınayamayız; «Sosyalist devrimden önce, sanat esas itibariyle burjuva okura seslenirdi, ve bu koşullar altında tenkitçi toplumsal roman, şayet gerçek ilişkileri doğrulukla gösterir, bu ilişkiler hakkında beslenen yanlış görüşleri ortadan kaldırır, burjuva dünyasının iki yüzlü iyimserliğinin temeline darbe indirir ve okurun kafasında burjuva düzeninin değişmezliği ve ölümsüzlüğü konusunda bir şüphe yaratabilirse, Engels"-in dediği gibi, kendine düşen görevi yapmış sayılır. (27)
1934'deki kongrede konuşan M. Gorki de, kendi burjuva sınıflarının boğucu havasından bunalan ve bu sınıfın bozukluğunu kavrayarak «eleştirel gerçekçiliği» meydana getiren büyük yazarları değerlendirirken «eserleri bizim için iki bakımdan tartışılmaz değerler taşır» diyor, «Bir kere edebiyat eseri olarak, teknik ustalık yönünden örnek eserlerdir. Bundan başka burjuvazinin gelişimini ve çürüyüşünü gösteren belgelerdir bunlar. (28)
Maxim Gorki de Flaubert ve Balzac gibi büyük gerçekçi yazarların değerini saklamıyor; hem teknik yönünden hem de burjuva toplumunun iç* yüzünü açığa vurmakla yaptıkları hizmet bakımından övüyor bunları. Fakat konuşmasının daha sonraki kısmında bu yazarların yaptığım yeterli bulmuyor yine de. Niçin? Çünkü bir bakıma bu yazarlar aksaklıkları, bozuklukları göstermişler, yaralara parmak basmışlar ama ne yapılması gerektiğim, tedavi çarelerini, toplumun hangi yönde gelişeceğini belirtememişlerdir .Böylece eleştirel gerçekçilikle, toplumcu gerçekçilik arasındaki farka geliyoruz.
On dokuzuncu yüzyılın büyük gerçekçi yazarları gerçi, gördüğümüz gibi, değerli eserler vermişlerdir ama bugünün yazarı, Marxistlere göre artık aynı şeyi devam ettirmemelidir. Ettirmemesi gerekir*, çünkü durum değişmiştir. Bugün gerçekliği yansıtacak yazar belli başlı iki noktadan eski gerçekçilerden farklı davranmak zorundadır:
a) yansıtacağı sosyal gerçeklik,
b) malzemesi karşısında kendi tutumu.
Marxistlere göre durum şudur: Çağımızda sosyal gerçekliğin kavranması daha belirli bir hal almıştır, çünkü Marxist doktrinde toplumun hangi aşamalardan geçtiği ortaya konmuştur. Yazarın artık doğru perspektife ..sahip olması demek, tarihî determinizm içinde toplumu kölelik çağından feodalizme, feodalizmden kapitalizme ve kapitalizmden sosyalizme doğru geliştiğini kavramakla olur. Böylece toplumu tarih içindeki yerine oturtmak, içindeki çatışmaları, ilerici ve tutucu güçleri farketmek ve sosyalizme doğru diyalektik gelişimi görmekledir ki ancak, yazar çağımızın sosyal gerçekliğine sızabilir.
Eleştirel gerçekçiler topluma bakıp da bunun özünü yansıtacak şekilde yazmak istedikleri zaman mevcut olan Mr durumu ve tipleri çiziyorlardı. Toplumcu gerçekçilik ise bugün mevcut olan bazı değerlerin, kurumların, v. b. görünüşteki sağlamlılıklarına rağmen göçmeğe mahkûm «olduklarını bilir ve bir yandan bunu belirtirken, bir yan-dan da, henüz mevcut olmayan ve belki varlığı pek sezilmeyen yeni bir şeyin doğmakta olduğunu gösterir29. Ra. dek'in kongredeki sözleri ile «Gerçekçilik, çöken kapitalizmi ve onun çürüyen kültürünü yansıtmak değildir sadece; aynı zamanda yeni bir toplumu ve yeni bir kültürü yaratabilecek sınıfın doğuşunu yansıtmaktır. Toplumcu gerçekçilik şu anki gerçekliği bilmek değil, bunun nereye doğru gittiğini bilmektir. Toplumcu gerçekçi eser yazarın hayatta gördüğü ve eserinde yansıttığı çelişkilerin nereye varacağını belirten eserdir. (30)
Biraz, yukarıda toplumcu gerçekçiliğin eleştirel gerçekçilikten başlıca iki noktada ayrılabileceğini söylemiştik. Bunların birincisi yansıtılacak gerçeklik bakımmdan-dı, ikincisi de yazarın tutumu. Birinci noktada nasıl bir ayrılık olduğunu gördük. Toplumcu gerçekçi yazar toplumu diyalektik materyalizmin tarih çizgisi üstüne yerleştirerek, devrimci gelişim içinde nereye doğru gittiğini görecek ve böylece sosyal gerçekliği kavrıyarak yansıtacaktır. Fakat bunun yanı sıra bir de yazarın tutumu sorunu-var. Eleştirel gerçekçiler yazarın tarafsız kalmasını, yargılamaya kalkışmamasını doğru buluyorlardı. Oysa toplumcu gerçekçilikde yazarın tarafsız kalması değil, bir davaya yardımcı olması, ve bu davada bir görev yüklenmesi istenir. Yine sanatın işlevi sorununa geliyoruz.
İŞLEV
Geçen bölümde gördük ki, gerçekliği yansıtmanın ne değeri olabileceği sorununa bazı düşünürlerin verdiği cevap, eserin bilgi sağladığı iddiası idi. Sanat eseri gerçekliği yansıtırken tümelleri yansıttığı için hayatı ve insan tabiatını açıklayıcı bir rol oynar. Bilgisel bir yönü vardır sanatın. Aristoteles'den gelen bu düşüncenin, sonraları daha didaktik bir görüşe dönüştüğünü söylemiştik. Sanatçı, diyorlardı, gerçekliği hem insanlara zevk hem de onları, özellikle ahlâk alanında eğitmek gayesiyle yansıtır. Eleştirel gerçekçiliğin tutumu ise Aristoteles'inkine yakındır. Yazar öğretmek, eğitmek amacıyla yazmaz, tarafsız kalır ve gerçekliği önümüze serer. Ancak eleştirel gerçekçilikte yansıtılacak, sosyal gerçekliktir genellikle.
Marx ve Engels de gerçekçi yazarın, günündeki sosyal gerçekliği yansıtırken toplumun içinde bulunduğu çelişkileri belirteceğini düşünüyorlardı. Gerçi yazarın belli bir gerçekliğin üstüne eğilmesi bir çeşit taraf tutma sayılabilirdi ama bu taraf tutuş, bir propagandacının açıkça taraf tutuşundan farklıydı.
Minna Kautski'ye 1885'de yazdığı mektupta Engels diyor ki «Taraf tutucu edebiyata hiç de karşı değilim. Tragedyanın babası Aiskhylos da, komedinin babası Aristophanes de şüphesiz taraf tutan şairlerdi; Dante ve Cervantes de öyle... Fakat şuna inanıyorum ki yazarın tarafgirliği açıkça ortaya konmamalı, eserdeki durumdan ve eylemden çıkmalıdır»31.
Nisan 1888'de Margaret Harkness'e yazdığı mektupta, «Yazar kendi görüşünü ne kadar saklarsa sanat eseri için o kadar iyidir» (32) diyerek açık propagandadan yana olmadığını söylüyor. Toplumcu gerçekçiliğin esasları ara smdaki 'Partinost' ilkesi ise yazarın Marxismi hatta partinin politikasını benimsemesini, desteklemesini, savunmasını öngörür ve Lenin'in 'Parti Örgütü ve Parti Edebiyatı' adlı yazısındaki bir sözüne dayanarak sanatı bir propaganda aracı yapar. Lenin, «Edebiyat, Parti edebiyatı olmalıdır. Kahrolsun partizan olmayan yazarlar! Kahrolsun edebiyatın üstün adamı! Edebiyat proleteryanın genel davranışının bir parçası olmalıdır» demişti. Lenin'in bu sözlerle ne kastettiği edebiyatı ne anlamda kullandığı bugün hâlâ bir tartışma konusu ise de bizi burada toplumcu gerçekçiliğin bunu ne şekilde yorumladığı ilgilendirmektedir. Lenin'in bu fikri 1934 kongresinde planlı politikaya paralel planlı bir edebiyatın gereği gibi ele alındı. Zudhanov kongredeki konuşmasında bu fikri savunmuş ve «Sovyet edebiyatımız taraf tutmakla suçlanmaktan korkmaz. Evet Sovyet edebiyatı taraf tutar ,zira bir smıf kavgası çağında sınıf edebiyatı olmayan, yan tutmayan tarafsızlık iddiasını sürdüren bir edebiyat olmaz ve olamaz» demişti. (33).
Engels gibi düşünenler de Lertin'i izleyenler de edebiyatın reforma hizmet etmesi gerektiğinde birleşirler. Ama ayrıldıkları önemli bir nokta vardır. Birinciler için edebiyat daha çok bilgiseldir; içinde yaşadığımız toplum hakkındaki bilgimizi derinleştirmek suretiyle reforma hizmet eder. İkincilere göre ise edebiyatın asıl işlevi insanları dürtmek, eyleme geçirmektir.
Gelgelelim 'yansıtma' kuramına dayanan toplumcu gerçekçilik bu eğiticilik görevini taraf tutarak nasıl yerine getirecektir? Öyle ya, hayatı yansıtan bir eser eğer gerçekçi ise, hayatta, bireyde, toplumda gördüklerini anlatacak, romantizme kaçan hayal ürünü bir dünya çizme-yecektir. Kişileri böyle oldukları gibi ele alınca da, onlarda istediğimiz nitelikleri istediğimiz derecede bulamayız. însan tabiatını doğru olarak yansıtacak olan yazar, başkalarına sunmak istediği örnekleri nereden çıkaracak. Rönesans'da böyle bir sorunla karşılaşılmıştı, ve daha önce gördüğümüz gibi bu işin altından kalkmak için 'ideal leştirme' yolunu seçmek bir çözüm yolu sağlamıştı. Olduğundan daha güzel ve daha iyi bir dünya sunmak suretiyle yazar okuyucuya örnek kişiler, kahramanlar, davranışlar gösteriyordu. Bu gerçeklikten uzaklaşmanın hesabını soracak olsak cevap olarak, bu ideal dünyanın Pla-ton'un asıl gerçek formlar âlemini yansıttığı ileri sürülüyordu.
Toplumcu gerçekçilik de eğitici olurken başlıca iki yola başvurmak zorunda kalıyor diyebiliriz. Bunlardan biri toplumsal gerçekliği tarihî gelişimi içinde yansıtmak ilkesinde yatıyor. Yansıtılan gerçeklik, o sırada mevcut olan durum değil de aynı zamanda gelecekte alacağı şekil olduğu için, yazar bir bakıma 'ideal' olanı çizmeğe çalışmakta ve isterse bunun övgüsünü açıkça yapabilmektedir.
İkinci yol 'olumlu kahramanlar' yoludur: okura saygı duyacağı, imreneceği ve taklid etmek isteyeceği kahramanlar sunmak. Doğrusunu söylemek gerekirse ondo-kuzuncu yüzyıla kadar inen bir tarihi vardır bu olumlu kahramanlar öğretisinin. Ondokuzuncu yüzyılda Belinski, Dobrolyubov ve Çernişevski gibi eleştiriciler edebiyatın politik ve toplumsal rolü üzerinde diretirlerken, eserlerdeki kahramanların ne gibi bir kişiliğe sahip olması gerektiği sorunu tartışmalarında önemli yer tutuyordu. O çağda Rus edebiyatında ağır basan bir tip vardı: zekâsı parlak, duyarlılığı ince fakat karamsar, bir işe yaramaz, topluma karşı olumsuz adam. Bazen iyi niyetli ve ümitli olsa dahi eyleme geçemeyen, sonunda hep yenilgiye uğrayan adam. Bu tipe 'gereksiz adam' deniyordu çünkü, ilk defa Puşkin, kahramanı Eugene Onegin için bu deyimi kullanmıştı. Lermontov'un Zamanımızın Bir Kahramaoı'ndaki (1840) Pekorin, Turgenev'in Rudin'i bu tipin örnekleridir. Gonçarof'un Oblomof'unda (1859) aynı adı taşıyan kahraman, bu tipin öyle iyi bir örneğidir ki, bu çeşit kahramanların tutumuna 'oblomovizm' denmişti. Oblamof başlangıçta ülkücü bir gençtir, gelgelelim gerici hükümette aldığı iş, ülküsü ile çatışır. Yavaş yavaş içinde bulunduğu çevre yüzünden karamsarlığa düşen Oblomof sonunda vaktinin çoğunu yatakta pineklemekle geçirir. Dobrolyu-bov 1850'de «Oblomof Neyi Temsil Eder» adlı yazısında bu tipin toplumsal bir incelemesini yaparak olumlu kahramanlar yaratma gereğini öne sürmüştü.
Toplumcu gerçekçilik işte bu görüşü canlandırarak olumlu kahraman temasına sarıldı. Sovyet Rusya'daki eleştiriciler ondokuzuncu yüzyıldaki yüksek ve orta sınıfın bu 'gereksiz' adamlarını, kitlenin * hayatından uzaklaştıkları, ona yabancı kaldıkları için iş yapabilme gücünden ve eylemden yoksun kalmış insanlar olarak yorumluyorlardı. Zudhanov kongredeki konuşmasında Sovyet, edebiyatının olumlu kahramanlarla beslenmesini isterken bunun utopi sanılmamasmı, çünkü bu kahramanların planlanmış bir geleceğin adamları olduğunu söyledi.
Bu tipten beklenen az çok şunlardı: politik erdemin mükemmel bir temsilcisi olarak okurda saygı uyandıracak; okurun gıpta ederek benzemeğe çalışacağı bir örnek olacak; şimdiki durum ile gelecek arasında bir bağ kurarak sosyalizmin başarılabileceğini gösterecek35. Romanlarda bu tip, kendini görevine adamış, nefsine hâkim ve güçlü bir kişidir. Halk çok acı çekmiş fakat kendi başına çıkar yolu kestirememektedir; eğitime, bir yol göstericiye, bir lidere muhtaçtır. Olumlu kahraman karşılaştığı türlü güçlükleri yener, yardım etmek istediği insanlar içinde, düştüğü yalnızlığa katlanarak tarihin kendisine verdiği görevi yerine getirir.(36)
Olumlu kahramanlarla beslenen eserlerde ilerisini haber veren, özlenilen sahneler ve durumlar yer alıyordu. Bu, gerçekçi bir tutumla nasıl uyuşur? Soru 1930'larda Rusya'da hayli tartışıldıktan sonra bir romantizm olan bu tutumun toplumcu gerçekçilik ile çatışmadığı kararına varıldı. Bildiğimiz romantizm değildi bu, 'devrimci romantizm' idi. «Edebiyatımız romantizme sırt çevirmemelidir, fakat bu yeni tarz bir romantizm olmalıdır, devrimci romantizm. Sovyet edebiyatı bizim kendi kahramanlarımıza nasıl çizeceğini bilmeli, yarınımıza bakabilmelidir»' diyor Zudhanov (37).
Rönesans düşünürleri, ideali, aşkın (transcendent) bir dünyada bulurken toplumcu gerçekçi gelecekteki komünist dünyasında buluyor. Fakat her iki halde de gerçekliği, tipik olanı yansıtmak yerine henüz istisna teşkil eden ve hayal sayılacak ideal durumlar ve kişiler yansıtılıyor.
Gerçekçilikle bu idealizm kolay bağdaşamaz. Diyebiliriz ki, toplumcu gerçekçiliğin 'gerçekliği yansıtma' diye belirlediği sanatın özü ile, idealizme ve romantizme kaçan işlevi arasında bir çatışma vardır. Yine diyebiliriz ki Rö
nesans düşünürleri Aristoteles'in sanat olanı değil olması gerekeni yansıtır' fikrine nasıl didaktik bir anlam yük-ledilerse, toplumcu gerçekçiler de Engels'in 'tipik durumlarda tipik karakterler' sözünü didaktik bir anlama bürü-yerek yorumlamışlardır.
İncelediğimiz bu kuramı bütün Marxistlerin tamamıyle paylaştığı (hele son yıllarda) söylenemez. Ne var ki kuramın sakat, çekişmeli bazı yönlerini belirtmek ve eleştirisini yapmak belki Rusya'daki düşünürlerden çok (Marxist olmayan estetikçiler bir yana) Sovyet Rusya'nın dışındaki bazı Marxistlere düşmüştür. Bunlardan en önemlisi, dış gerçekliği yansıtacak en sağlam yöntemi arayan ve bunu gerçekçilikte bulan G. Lukacs'dır. Lukacs'a göre gerek yirminci yüzyılın modern edebiyatı ve gerekse bazen toplumcu gerçekçilik, bu yöntemden uzaklaştıkları için gerçekçiliği yansıtabilmek imkânını yitirmiş ve doğalcılığa düşmüşlerdir. Lukacs'm modern edebiyat hakkındaki fikirlerini şimdilik bir yana bırakarak toplumcu gerçekçiliğin doğru yoldan nasıl saptığı hakkındaki düşüncelerini özetleyelim.
Toplumcu gerçekçiler, emekçi sınıfın idareyi ele alması ile sanki sosyalist toplum kurulmuş, sona eren smıf kavgasıyla çelişkiler ortadan kalkmış gibi davranmaktadırlar. Oysa devrimden sonra insanların hemen değişeceğini sanmak hatadır. Bir kısmı, bir zaman tepki duyacak karşı koyacaktır. Yine sosyalleştirme belki sınırlı alanlarda uygulamlabilir ilk başta ve halk buna kendini kolay kolay uyduramaz. Üstelik yeni sosyal kurumlar uzun zaman yeni idare şeklini mekanik tarzda uygulayan, gerçekte burjuva zihniyetinden kurtulamamış insanlara dayanacaktır. Tarım gibi alanlarda ise sosyalleşmenin benimsenmesi daha yavaş olur. îşte bu dönemdeki çelişkilerin kendine özgü özellikleri vardır. Bunların yansıtılması için en elverişli yöntem, bu çelişkileri yalnız dış dünyadaki çelişkiler olarak değil kendi iç çelişkileri olarak duyan burjuva gerçekçisinin kullanacağı eleştirel gerçekçiliktir. Çünkü burjuva gerçekçiliği geleneğe uyarak, dağılıp yıkılan eski düzenle yeni doğan düzen arasındaki çelişkileri tahlil eder38. «Eleştirel gerçekçilik, yeni toplumda sosyalist olmayanların tepkilerini betimliyebilmesi, bu toplumun değişim gücünü ve bu değişimin doğal bir sonucu olan karmaşıklığı yansıtabilmesi bakımından önemlidir.
Zamanla eleştirel gerçekçiliğin, eleştirici olumsuz perspektifi olumlu sosyalist bir perspektife dönüşecek ve sosyalizm gelişip yerleştikçe eleştirel gerçekçilik yavaş yavaş ortadan kalkacaktır, çünkü sonunda toplumun durumu öyle bir hal alır ki bunu ancak toplumcu gerçekçilik ile yansıtmak mümkün olur artık.
özellikle Sovyet Rusya'daki toplumcu gerçekçiler söz konusu ettiğimiz dönemdeki gerçekliği yansıtmak isterken bu gerçekliğin önemli sorunları çözümlenmiş gibi davrandılar. Çelişkileri yansıtmak yerine soyut bir hakikati örneklerle anlatmak yoluna gidildi^ Yazarın sosyalist perspektifi mübalağa ile kullanması, henüz var olmayan bir durumu şimdiden varmış gibi sunması gerçekçilikten uzaklaşmak demektir. Sosyalizm smıf ayrımından doğan karşıtlıklı çelişkileri (antagonistic contradictions) ortadan silmeye çabalar. Sosyalizmde çelişkiler kalırsa da bunlar iyi ile kötü arasında değil daha iyi ile iyi arasındadır (non-antagonistic contradictions).
Toplumcu gerçekçiliğin perspektifi yanlış ayarlanırsa, edebiyat, Stalin Rusya'sında olduğu gibi, günlük toplumsal hayatın karşıtlıklı çelişkilerini yansıtma yeteneğini kaybeder, çünkü yazar bunlarm ortadan kalkmasının zamana bağlı olduğunu unutmuş gibidir. Diyelimki yazar sosyalist toplumda şöyle bir çelişkiye dokundu: kasabanın birinde bir adam vurgunculuk yapmaktadır. Ya'zar bu adamı ya derhal doğru yola getirir ya da cezalandırır. Yani soruna çözüm yolu bulmayı kendi görevi sayar. Düşünmez ki bu karşıtlı çelişkiler yeni kurulmuş sosyalist toplumda devam etmek zorundadır41. Bunları giderilmiş saymak sosyalist toplumdaki yeni gerçeklik yerine çarpık ve eksik bir gerçekliğin yansıtılması ile sonuçlanır ki bu da bir çeşit doğalcılıktır.
Lukacs'ın şiddetle çattığı noktalardan biri de toplumcu gerçekçiliğin ayrılmaz bir parçası haline getirilen, yukarda sözünü ettiğimiz 'devrimci romantizm', 'olumlu kahramanlar' öğretişiydi^. Devrimci romantizm de ger-. çeldiğin doğru olarak yansıtılmasmı engelleyen yanlış bir perspektifden doğuyor ve tipik olandan yoksun, şematik bir edebiyata yol açıyordu. Söz'gelimi, bir romanda bir komsomol grubu harman yarışmasını kazanmak için aç kalarak yemek saatlerinde bile çalışmak isterler. Ancak başlarındaki şefin kesin emirleri karşısında yemek yemeyi kabul ederler. Gençlerin bu hevesi komünizmin yakın olduğuna işaret sayılmaktadır romanda. Unutmıyalım ki olay Rusya'nın geri kalmış bir parçasında geçmektedir üstelik. Lukacs'ın dediği gibi bu çeşit sahneler olağan üstü haller olarak verilseydi mesele kalmazdı; yanlış olan bunların tipik sahneler olarak sunulmasıdır. Lukacs'a göre 'devrimci romantizm', toplumcu gerçekçiliğin fena uygulanmasmdan doğan, gerçekliğin zenginliğini, güzelliğini verebilmekten yoksun doğalcı edebiyatın yavanlığından kurtulmak için başvurulan bir çaredir.
Devrimci romantizm ve olumlu kahramanlar öğretisini bir çok Marxist saçma bulur. Aragon da bu konudaki fikrini şöyle açıklıyordu: «... denmiştir ki romanlarda olumlu kahramanların bulunması doğru olur. Neredeydi bu kahramanlar? Bunlar özleniyordu, çünkü gerçekte bunların gölgesi bile yoktu. Başlangıçta sadece bir isteği dile getiren bu fikir, tekrarlana tekrarlana bir kurama dönüştü- Eleştiriciler bir romanla karşılaşınca, ilk önce eserde olumlu kahraman var mı yok mu diye bakmağa başladılar. Ya eserdeki filân kişinin böyle bir kahraman olduğuna karar veriliyordu ve o zaman roman sınavı geçmiş sayılıyordu, ya da bütün çabalara rağmen olumlu denecek bir kahramana rastlanamadı mıydı roman çöplüğe atılıyordu».(43)
Görülüyor ki Lukacs gibi Marxist estetiğin en önemli kuramcılardan biri, toplumcu gerçekçiliğin Sovyet Rus-ya'daki yorumlamşma ve uygulanışına karşı çıkıyor, çün-Mi gerek kuramda gerek uygulanışta gerekçilikten beklenen özün doğru olarak yansıtılması amacının kaybolduğuna inanmaktadır.
Lukacs, eser hem toplumcu olmalı hem de doğru anlamda gerçekçi olmalı derken bir yöntem olarak gerçekçiliği savunuyordu. Diğer yöntemlerin denenmesi gerektiğine inanmıyor. «Her zaman olduğu gibi bugün de geçerli olan bir gerçek varsa, o da gerçekçiliğin öbür üslûplar arasında bir üslûp değil edebiyatın temeli olduğudur.» Bugün Marxist estetikçilerin bir kısmı ise toplumcu gerçekçiliği eleştirirken gerçekçiliğin bir yöntem olarak şart koşulmasını da doğru bulmadıklarını belirtmeğe başlamışlardır.
Gerçekçiliğin Marxist estetikte bu denli vazgeçilmez bir yer tutmuş olmasının sebepleri var elbet. Marxism on-dokuzuncu yüzyılda gerçekçi romanın en başarılı çağında ortaya çıkmıştır Marxism toplumun ekonomik, politik ve sosyal açılardan eleştirisidir; gerçekçi roman da edebiyat1 alanında eleştirir toplumu. Balzac, Dickens, Thackeray gibi gerçekçi yazarları Marx sevmiş, 'övmüş ve sanat alanında yaptıklarını bir bakıma Marxisme yardımcı bulmuştu. Fakat ne aynı zamanda, Aiskhylos'u, Shakeppea-re'i ve Goethe'yi seven Marx ne de Engels gerçekçiliği sanatçılar için tek yöntem olarak şart koşmuşlardı.
Bununla beraber toplumcu gerçekçiler yine de Marx'a ve Engels'e dayanmak isterler. Onlara sorarsanız toplumsal devrimler, gerçekçi edebiyat ile her zaman sıkı bir işbirliği göstermişlerdir. Gerçekçiliğin Marxist estetiğe $* rülmeainin bir sebebi de Lenin'in bilgi kuramıdır. îlk önce varlık sonra bilinç gelir. Zihin, dış gerçekliği yansıtır. Böylece Marxism bilgi kuramında idealisme karşı realismi savunur. Edebiyatın da yaptığı dış gerçekliği yansıtmaktır ama kendine özgü yoldan.
Toplumcu gerçekçilerin gerçekçi yöntem üzerinde direnmelerinin bir başka sebebi de geniş emekçi sınıfına en uygun düşen yöntem sayılmasıydı. Biçim sorunlarının güçlükler yaratacağı, eserin anlaşılmasını zorlaştıracağı endişesinin bunda rol oynadığını söyliyebiliriz. Güç anlaşılan yeni biçimler denemek, yozlaşmış burjuva sanatına özgü davranışlar olarak yorumlandığı için geleneksel gerçekçi yöntemin doğru tek yöntem olduğu önerildi. Brecht'in oyunlarının Rusya'da uzun yıllar oynatılmamasmın bir sebebi de biçim ve yöntem konusundaki bu farklı anlayıştır.
Bugün, Marxist bir çok yazar ve estetikçi gerçekçiliğin şart olmadığına işaret etmektedirler. E. Fischer, 'gerçekçilik,' teriminin yarattığı sakıncayı hesaba katarak 'Toplumcu Gerçekçilik' yerine 'Toplumcu Sanat' denmesini daha yerinde buluyor45. Mesele gerçekçilik meselesi değil, gerçekçiliği yansıtırken toplumcu bir bakışa sahip olmaktır. Yeni gerçeklikleri açıklayabilmek için yeni anlatım yolları gerekir diyen Fischer, bugün sosyalist yazarın yalnız büyük gerçekçi ustaları örnek almakla yetinmesini hoş görmüyor. Sosyalist yazarın Homeros'la Kutsal Kitaptan, Shakespeare'den ve Strindberg'den, Stendhal ve Proust'dan, Brecht ve O'Casey, Rimbaud ve Yeats'den öğrenebileceği şeyler yok mudur
S. Morawski de «Le Realism comme categorie artistique»(47) adlı yazısında geçekçilik sözcüğünün eğer artistik bir kategori olarak kullanılacaksa ancak 'özü yansıtma' anlamında kullanılabileceğini, belirli herhangi bir biçim veya üslûp gerektiremiyeceği fikrini savunmaktadır.
Bugün Marxist bir çok yazar toplumcu gerçekçilikdeki dogmacılığın ve bağnazlığın karşısına dikilmiş, sanatın eğiticilik işlevinin herşeyin üstünde tutulmasının sanatçıya siyaset adamlarının yön göstermesinin sanatı boğacağım ve yararsız hale sokacağını belirtmeğe çalışmaktadır. Denebilir ki toplumcu gerçekçilik yeni gelişmeler gösteriyor, ve dogmacı olmayan daha esnek bir aşamaya giriyor.
Dipnotlar:
24 Çağdaş Gerçekçiliğin Anlamı, Çeviren Cevap Çapan, s. 60.
25 Ay. es., s. 141-142 .
26 Marxist bir eleştirici olan Howard Fast meselâ Mark Twain'i bu açıdan eleştirerek şöyle yargılıyor. Mark Twain'n yetiştiği yıllarda Amerika'da Güney ve Kuzey arasında bir çatışma vardı. Güney, kölelik üzerine kurulmuş yarı feodal bir ekonomik sistem sürdürüyordu. Kuzey ise demokratik ve kapitalistti. Mark Twain çağındaki bu sosyal gerçekliği kavramış ve Huckleberry Finn'-de köleliğin karşısına dikilerek büyük bir eser vermişti. Fakat Howard Hast'a göre Amerika iç savaşından sonra durum değişmişti. Amerika esasta tarımsal bir ü'lke olmaktan çıkmış bir sanayi ülkesi olmuştu. Bunun yanı sıra demokratik ve kapitalist Kuzeyle köleci ve feodal Güney arasındaki çatışmanın yerini, büyüyen bir işçi sınıfı ile, emperyalist ve Monopolcü olmaya başlayan bir kapitalizm arasında çatışma almıştı. Mark Twain'in işte bu yeni gerçekliği kavrayamaması son yıllarda verdiği eserlerin baaşrısızlığının sebebidir. Bk. Howard Fast, Literature and Reality, ss. 35-39.
27 V. Asmus, s.g.e., s. 61.
28 Problems of Soviet literature, Reports and Speeches at the Soviet Writers Congress, Ed. H. G. Scott, ss. 41-42.
29 V. Asmus, «Realism and Naturalism, s.g.e., s. 60.
30 Problems of Soviet Literature, Reports and Speeches, ss. 41-42.
31 Karl Marx and Frederick Engels, Lâtarature and Art. Selections from their writings, (Bombay 1956), s. 39.
32 Ay. es., s. 37 Engels'in bu görüşü, beğendiği büyük gerçekçi yazarların tutumundan geliyor belki de. Flaubert ve Balzac gibi romancılar yazarın kendi yargılarını açıkça belirtmesini doğru bulmamışlardır ama bu taraf tut-mazlık yazarın toplumu eleştirmesine engel olmaz. Durumu olduğu gibi tesbit eden gerçekçi bir eser, o toplumun aksayan taraflarını, soysuzlaşmış bozuk yönlerini, önümüze serer. Engels yazarın açıkça bir tezi savunmasının eserin sanat değerini zedeleyeceğini biliyordu.
33 Problems of Soviet litarature, Reports and Speeches, ed. H.V. Scott, s. 21.
34 Bk. G. Reavey Soviet Iâtarature Today, s. 64.
35 Bk. R. W. Mathewson, The Postive Hero in Russian literature s. 290.
36 Ay. es., s. 242.
37 Problems of Soviet Literature, Reports and Speeches, ed. H. G. Scott, s. 14.
38 Çağdaş Gerçekçiliğin Anlamı, Çeviren C. Çapan, s. 131-132.
39 Ay. es., s. 125.
40 Ay. es., s. 39.
41 Ay. es., s. 139.
42 Ay. es., s. 144 v.d.
43 «Le discours de Prague» EsthStique, recherches Internationales & la lumiere dn Marxism. (1963), s. 45.
44 Bk. M. Rieser, «The Aesthetic Theory of Social Realism», Journal of Aesthetics and A«t Criticism, s. 237 ve P. Demete, Marx, Engels and the Poets, s. 128.
45 Sanatın Gerekliliği, Çeviren C. Çapan, s. 115.
46 Ay. es., s. 123.
47 Estbe'tique, recherches Internationales â la lntniere de marxism, (1963).
Kaynak: Berna Moran, Edebiyat Kuramları ve Eleştiri, Cem Yayınevi, İstanbul, 2. basım sf: 53-68 Tarayan : Yaşar Mutlu /http://writer.zoho.com/
0 yorum:
Yorum Gönder