1 Ekim 2010 Cuma

The Absolute Moral Philosophy of Immanuel Kant


This article deals with the roots of Immanuel Kant’s moral philosophy, the particular disagreement towards it and defense of the philosopher based on his own article “On a Supposed Right to Lie from Altruistic Motives.”

German philosopher Immanuel Kant states in his article, “On a Supposed Right to Lie from Altruistic Motives” that universality of the telling the truth must not have any exceptions, because it is a moral duty to all mankind.

Devamı...

9 Haziran 2010 Çarşamba

Bir Edebiyat Biçimi Olarak Öykü*


Tanım olarak öykü, gerçek veya kurmaca bir olayın belli bir çerçevede ele alınıp, anlatıldığı düzyazı formundaki edebiyat eseridir. Öykünün kişileri, anlatım örgüsü ve geçtiği mekân sınırlıdır. Klasik tarzdaki öykülerde anlatılan karakterler olayın dışına taşmaz; ya da öykünün sonunda olmayan bir karakter başında ya da ortasında da görünmez. Form olarak kısa olduğundan anlatımı da yoğun olan bir türüdür.



“Romanın kısası” olarak görülen öykünün tarihi kökleri aslında romandan da geriye gitmektedir. Antik Yunan'ın fablları ve popüler kısa romansları, İngiltere’nin ünlü epik şairlerinden Chaucer’ın ve İtalyanların Dante’yle birlikte medar-ı iftarı Boccaccio'nun eserlerinde yararlandıkları gerçekçi manzum masallar öykü türünün ilk nüveleridir. Hatta bazı kaynaklar Giovanni Boccaccio’yu Decameron eserindeki ilk hikâye ile dünya edebiyatının ilk öykücüsü olarak göstermektedir. Öte yandan öykünün benzerlerinden bağımsızlaşarak bir edebi tür haline gelmesi 19. yüzyıl Romantizm ve Gerçekçilik akımları ile mümkün olmuştur.

Öykü türünün belli başlı yazarları
Amerikalı gotik edebiyat üstadı Egdar Allan Poe'nun öyküleri Tales of the Grotesque and Arabesque (1840; Grostesk ve Arabesk Öyküleri) sadece ülkesi Amerika'da değil, Avrupa'da da etkili olmuştur. Özellikle polisiye tarzında yazdığı öyküler ve gotik edebiyata kazandırdıkları günümüzde halen sinema ve televizyon seyircisinin ilgiyle izledikleri yapımlara dönüşmektedir.

Hayatı bireyin için tasarlanmış ve kötülüklerle yüzleşmesi gereken bir sınav olarak gören Püriten ahlakı Hawthorne, Melville ve Henry James gibi Amerikalı yazarları eylemden çok, inanması zor özel algıları öne çıkaran öyküler yazmaya itmiştir. Henry James'in The Turn of the Screw (1898; Yürek Burgusu, 1988) isimli eseri, bu tür en ilginç örneklerini içermektedir.

Alman yazarlar Heinrich von Kleist ve E.T.A. Hoffmann psikolojik ve metafizik sorunları öykülerinde masalsı bir anlatımla kaleme almışlardır.
Araştırmacı gazeteciliğin etkisine giren gerçekçi öykü, çağdaş yaşamın bilinmeyen yönlerini yansıtma amacıyla kaleme alınan bir tür olarak gelişti. Özellikle, Fransa'da Prosper Merimee, duygulardan çok gözleme dayanan bu öykü türünün öncüsü olmuştur. Aynı yöntemi benimseyen Guy de Maupassant da öykülerinde olağan insanların önemsiz ve monoton hayatlarındaki dikkate değer anları kâğıda dökmüştür. Maupassant’ın bir diğer özelliği de klasik öykü tarzını, yani belli bir olay döngüsü içinde gerçeklesen, serim-düğüm-çözüm akışı ile ilerleyen anlatım biçimini edebiyata oturtan yazar olmasıdır.

İrlanda’nın en büyük yazarlarından biri olarak gösterilen James Joyce'un umutsuz ve çıkmaza girmiş bir şehir hayatını anlattığı Dubliners'daki (1914; Dublinliler,1987;çev. Murat Belge) öykülerde de, gerçek birdenbire ortaya çıkar ve çoğu zaman acı veren anlarla bezelidir.
Amerikalı yazar Ernest Hemingway ise titiz bir gerçeklikle evrensel temaları birleştirmeye çalışan bir uslup kullanmıştır.
Rudyard Kipling "The Brushwood Boy" (Çalılıktaki Çocuk) ve "They" (Onlar) gibi öykülerinde spiritual olguları, sıradan hayatın kendi garipliğini vurgulayacak biçimde, oldukça gerçekçi bir anlatımla ele almıştır.
Rus edebiyatı ya öykü anlatıcılığında en zengin edebiyatlardan biridir. Vasilyeviç Gogol, o güne kadar edebiyatın ilgilenmediği sokaktaki insanı gerçekçi bir bakışla anlatmıştır. Bireylerin hayallerine yansıyan bilinç durumlarını da öykülerine katmayı ihmal etmemiştir. Gogol’un bu öznel bakış açısı Dostoyevski'nin yapıtlarına da yansımıştır. Anton Çehov ise modern öykünün kurucusu olarak kabul edilmektedir. Edebiyattaki öykü tanımda, bu tarzın ilk temsillerinden olduğu için durum öyküsü, Çehov tipi öykü tarzı olarak da anılır. Durum öykülerinde bir olay akışından ziyade bir karakterin üstüne yoğunlaşılır ve kısa bir zaman dilimi içerisinde bu karakterin sosyal ve psikolojik durumuna değinilir; zamanda geriye dönüş tekniği ve düşünce akışı ile yazılması türün en belirgin özelliğidir.
Turgenyev, O. Henry, Jorge Luis Borges öykü anlatımdaki diğer önemli isimlerdir.

Türk edebiyatında öykü
Türk edebiyatında romanda da olduğu gibi Batılı tarzda anlamda ilk öyküler Tanzimat döneminde ortaya çıkmaya başlamıştır. İlk öykü yazarları arasında Ahmed Mithat Efendi, Sami paşazade Sezai, Emin Nihat Bey ve Nabizade Nâzım sayılabilir. Halit Ziya Uşaklıgil ise Türk öyküsünün olgunlaşmasını sağlayan isimdir. Yalın bir anlatım dili kullanan Halit Ziya, aynı zamanda gözlemci yanıyla Türk edebiyatında gerçekçi öykü geleneğinin adımını atan yazar olmuştur. Bu dönemin öteki önemli yazarları Hüseyin Rahmi Gürpınar, Mehmet Rauf, Hüseyin Cahit Yalçın, Ahmed Hikmet (Müftüoğlu) ye Saffeti Ziya olarak sayılabilir.
Yazıda konuşma dilinin temel alınmasını ve Türkçenin yabancı sözcüklerden arındırılmasını temel alan ‘Milli Edebiyat’ döneminde, taşra yaşamı da gerçekçi bir yaklaşımla işlenmeye başlanmıştır. Bu dönemin dil anlayışını yönlendiren, aynı zamanda Genç Kalemler dergisinde de yazar olan Ömer Seyfeddin olmuştur.

Yazarların Türk öyküsüne kazandırdıkları

Halide Edip Adıvar ve Reşat Nuri Güntekin : insana ve topluma samimiyetle yaklaşan eserler kaleme almışlardır.
Yakup Kadri Karaosmanoğlu : dili ve içeriği sağlam öykü¬leriyle dikkat çekmiştir.
Sabahattin Ali : Birbirinden yetkin tasvirlerinin yanı sıra psikolojik çözümlemelere de yer vermiştir.
Sait Fait Abasıyanık : Alışılmışın dışında bir öykü dünyası kurarak Türk öykücülüğüne çağdaş bir hava kazandırmıştır.
Cevdet Kudret Kabaağaçlı: nam-ı diğer Halikarnas Balıkçısı, deniz insanlarını coşkulu bir dille anlatmıştır. Balıkçılar ve Ege denizi onun satırlarında dile gelmiştir.
Orhan Kemal: Betimlemelerden ziyade diyalogların ağır bastığı yalın bir öykü dili geliştirmiştir.
Oktay Akbal kısa tümcelere dayalı yalın dilini, Aziz Nesin ise ince mizah anlayışını öyküleriyle Türk edebiyatı armağan etmişlerdir.
Diğer önemli yazarları arasında Orhan Hançerlioğlu Kemal Tahir, Ahmet Hamdi Tanpınar, İlhan Tarus, Samim Kocagöz, Tarık Buğra, Necati Cumalı ve Cevdet Kudret sayılabilir.
Toplumsal gerçekçi yazarlar: Yaşar Kemal, Zeyyat Selimoğlu, Muzaffer Buyrukçu, Fahri Erdinç, Rıfat Ilgaz. Fakir Baykurt, Talip Apaydın, Mehmet Başaran gibi adlar ise köy edebiyatı ve öykücülüğünü başlatmışlardır.

Nezihe Meriç: öykülere şiirsel bir dil katmıştır
Tahsin Yücel :Anadolu insanını gerçekçi bir anlatımla yansıtarak, insanların iç dünyalarına inmeye çalışmıştır.
Ferit Edgü : Yabancılaş¬ma sorunlarını işlemiştir.

Yusuf Atılgan : Hem köy hem kent insanını başarılı bir öyküleme dili ve tekniğiyle ele almıştır.

Bilge Karasu yapı ve biçime ağırlık verirken, Demir Özlü bireyi ön plana çıkaran öyküleriyle ilgi çekmiştir.
Gerçek-üstücü öğelere yer veren eserleriyle ve özgün kurmaca diliyle, sinemacı ve entelektüel Onat Kutlar; yalın ve gösterişsiz diliyle Erdal Öz; yeni biçim arayışları ile Leyla Erbil; yalnızlık duygularını akıcı bir dille aktaran Sevgi Soysal; ezilen kadınları konu edinen Afet Ilgaz; yabancılaşmış kent insanını kendine has üslubuyla kaleme alan Oğuz Atay; duygusal ilişkile¬ri hassaslıkla yazan Selim İleri; öykülerini daha çok kendi "benliği" çevresinde odaklaştıran Sevim Burak; içe dönük ve yalnızlık çeken insanı ele alan Necati Tosuner Türk edebiyatının öykü türündeki önemli isimleridir.

Bekir Yıldız açık anlatımıyla, Nedim Gürsel yeni anlatım teknikleriyle, Vüsat O. Bener soyut anlatım tarzıyla öykücülüğe yeni soluk getirmişlerdir.

Tomris Uyar ruh çözümlemeleriyle dikkat çekerken; Ümit Kaftancıoğlu Doğu Anadolu insanını; Füruzan kadın sorunlarını ve onların yaşama mücadelelerini, Hulki Aktunç kente uyum sağlayamayan kırsal kesim insanını konu almıştır.

Gerçekçiliği bütün boyutlarıyla vermeye çalışan Adalet Ağaoğlu; özgün üslubu, tutarlı anlatımı ve somut gerçekle şiiri uyumlu biçimde bağdaştırmasıyla dik¬kat çeken Rasim Özdenören, derin duyarlığı ve incelik dolu anlatımıyla öyküye şiirsel bir tat kazandıran Nursel Duruel de Türk edebiyatının öykü janrında önemli isimler olarak sayılabilir.

*Bu makale ilk ve orta öğretim seviyesindeki öğrencilerin yararlanabileceği, bir edebiyat türü olan öyküye genel bir şema çizme amacıyla derlenmiştir.Kaynak gösterilerek kullanılabilir.
Kaynak: ANA BRITANNICA: Genel kültür ansiklopedisi. Encyclopaedia Britannica, İstanbul: Ana Yayıncılık C.17. 1986-1991

Devamı...

7 Haziran 2010 Pazartesi

Edebiyatta Deneme*



En popüler yazı türlerinden biri olan deneme türü, bir tek konu etrafında odaklanan, akıcı bir dille kaleme alınan ve çoğunlukla yazarının şahsî deneyimlerine yer veren bir metindir. ve bakış açısını yansıtan orta uzunluktaki edebi metin.

Bu türün yaratıcısı edebiyatla ilgilinen herkesin simini bir kez duyduğu Montaigne’dir. 16.yy’da yaşamış olan Fransız yazar Michal de Montaigne, kaleme aldığı metinlerin kişisel düşüncelerinin ve deneyimlerinin aktarılmasına yönelik bir girişim olduğunu Denemeler’in önsözünde bizzat kendisi belirtmiştir. 1588 yılında yayımlanan Denemeler’inde Montaigne, yaşamın en gizli yanlarına ilişkin düşüncelerini kusursuz bir ustalıkla ortaya koymuştur; metnin bir diğer şaşırtıcı özelliği de yazarın kendine karşı oldukça dürüst davranmış olmasıdır.


Önemli İngiliz deneme yazarı Francis Bacon'ın Essayes (1597; Denemeler) adlı eseri Montaigne’inkinden çok daha farklıdır. 1612 ve 1625 yıllarında eklerle genişletilmiş baskıları yapılan "Sevgi Üzerine", "Gerçek Üzerine", "Güzellik Üzerine" gibi başlıklı bu denemeler daha ciddi ve ağırbaşlı konuları ele almaktadır. Bacon'ın anlatım tarzı genellikle kibirli ve hoşgörüsüzdür. Bir başka İngiliz denemeci Abraham Cowley (1618-67), "Of Myself" (Kendime Dair) isimli denemelerinde Montaigne'in kişisel anlatıma tarzına yaklaşan ve onun örneğini izleyen yazarlardandır. 18yy.’da İngiliz denemeciliği Joseph Addison ve Sir Richard Steele, Samuel Johnson ve Oliver Goldsmith gibi ustaların elinde büyük saygınlık kazanarak altın çağını yaşamıştır.
Önemli İngiliz denemecilerinden biri olan Charles Lamb'in 1820 yılında yayımlanmaya başlayan Essays of Elia (Elia Denemeleri) isimli yapıtı türünün temel taşlarından biri olarak kabul edilmektedir. Lamb denemelerinde mizah, fantezi ve duyarlılığı, yaşam hakkındaki keskin gözlemleriyle birleştirerek oldukça kişisel bir anlatım tarzıyla okuyucularına sunmaktadır. Bir başka önemli denemeci Thomas De Ouincey’dir. "On Murder as One of the Fine Arts" (Cinayet Sanatı Üzerine) ve "On the English Mail Coach" (İngiliz Posta Arabası Üzerine) gibi ince işlenmiş, yaratıcı metinler kaleme almıştır.

Amerikan edebiyatındaysa bu alan Walden Thoreau ile Emerson'ın Essays (Denemeler) adlı eserlerinde zengin bir içeriğe ve üslupla kavuşmuştur.
Yaratıcısı Fransız olmasına rağmen, deneme türü Fransa'da çok geç benimsenmiştir. Saint-Beuve'ün (1804-69) Causeries du lundi (Pazartesi Söyleşileri) adlı eseri kelimenin tam anlamıyla edebi deneme örnekleridir. Eser Fransa'da daha sonra kaleme alınan birçok başarılı denemeye örnek teşkil etmiştir. Theophile Gautier ve Anatole France da önemli Fransız denemecilerdendir. 20. Asrın geldiğinde deneme türü kendini edebi anlamda yenileyerek, eski ciddi tavrını bir köşeye bırakmıştır. James Thurber ve Dorothy Parker gibi mizah yazarları bu türün oldukça başarılı örneklerini vermişlerdir.

Türk edebiyatındaysa deneme türü, diğer edebiyat janrları gibi Tanzimat dönemi sonrasında batılılaşma sürecinde girmiştir. Her ne kadar Edebiyat-ı Cedide döneminde yazarlar deneme türü ile yakından ilgilenmiş olsa da, deneme ancak Cumhuriyet'ten sonra edebiyatta kendine özgü bir alan açabilmiştir. Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Ahmet Haşim, Falih Rıfkı Atay, Yahya Kemal Beyatlı gibi yazarlar deneme alanında başarılı metinler ortaya koydularsa da, Türk edebiyatında deneme denince akla gelen ilk isim Nurullah Ataç olmuştur. Çünkü Ataç denemelerinde kişisel tutumunu açık yüreklilikle ortaya koymuş, yazı dilinde yenilikçi ve özenli davranmıştır. Anlatım tarzında akıcı ve bazen de kalem kavgasına yönelen yazar duruşunu korumuştur. Nurullah Ataç ile çağdaş olan Sabahattin Eyüboğlu, Sadri Ertem, Vedat Günyol, Suut Kemal Yetkin, Ahmet Hamdi Tanpınar gibi yazarlar kendi görüş açılarıyla kaleme aldıkları denemelerle Türk edebiyatının bu alanda zenginleşmesini sağlamşlardır. Bazı yazarlar edebiyat konularına eğilirken, bazı yazarlar da örneğin, A. Hamdi Tanpınar, zengin kültür birikimleriyle denemelerin konularını çeşitlendirmişlerdir.
Sonraki yıllarda deneme türünde örnekler veren yazarlar arasında Melih Cevdet Anday, Salah Birsel, Fethi Naci, Memet Fuat, Cemal Süreya ve Enis Batur sayılabilir.

*Bu makale ilk ve orta öğretim seviyesindeki öğrencilerin yararlanabileceği, bir edebiyat türü olan denemeye genel bir şema çizme amacıyla derlenmiştir.Kaynak gösterilerek kullanılabilir.
Kaynak: ANA BRITANNICA: Genel kültür ansiklopedisi. Encyclopaedia Britannica, İstanbul: Ana Yayıncılık C.4. 1986-1991

Devamı...

2 Haziran 2010 Çarşamba

Edebiyat Nedir?-2

JEAN-PAUL SARTRE





Şairin bir harekette yer alması yasaklanmış olsa bile bu, düzyazı yazarını bundan muaf tutmak için bir neden olabilir mi? -Bunlarda ortak olan nedir? Düzyazı yazarı yazıyor; bu doğrudur, şair de yazıyor. Ancak bu iki ayrı yazma edimi arasında ortak olan tek şey harfleri çizen elin hareketidir. Geri kalan konularda evrenleri uyuşmuyor ve biri için geçerli olan diğeri için geçerli değildir. Düzyazı, özü itibarıyla yarar güden bir yapıya sahiptir; düzyazı yazarını memnuniyetle sözcükleri kullanan bir kimse diye tanımlarım. (M. Jourdain terliklerini istemek için, Hitler de Polonya'ya savaş ilan etmek için nesir yapıyordu.) Yazar bir konuşmacıdır, belirtir, kanıtlar, emreder, reddeder, soruşturur, rica eder, kızdırır, ikna eder, telkin eder. Bunları boşuna yapsa da, bu nedenle şair değil, bir şey söylemeksizin konuşan bir düzyazı yazarı olur. Böylece dili yeteri kadar tersinden inceledik; şimdi onu doğru olarak görmenin zamanı geldi.

Düzyazı sanatı konuşma üzerine kurulur, malzemesi doğal olarak belirtici tarzdadır: yani sözcükler önceleri nesne değil, fakat nesne belirteçleridir. Öncelikle sözcüklerin hoşa gidip gitmediklerini bilmek ihtiyacını duymayız, tersine bunların dünyada herhangi bir şeyi veya herhangi bir kavramı doğru belirtip belirtmediklerine bakarız. Böylece, sık sık bize sözcükler yardımıyla öğretilmiş herhangi bir düşünce karşısında buluruz kendimizi, tabii bu arada bu düşünceyi bize ileten sözcüklerden birini bile anımsamayız. Düzyazı her şeyden önce bir zekâ tutumudur. Valery gibi konuşmak gerekirse, güneş ışınlarının camdan geçişi gibi sözcük de bizim bakışımızdan geçtiğinde düzyazı oluşur. Bir tehlike ile ya da bir zorlukla karşılaştığımızda elimizin altındaki ilk aleti kullanırız. Bu tehlike geçtiği zaman bunun bir çekiç mi, yoksa bir odun fırçası mı olduğunu anımsamayız bile. Ayrıca bunun ne olduğunu hiç bir zaman bilmiş de değiliz: sadece vücudumuzun bir uzantısını yaratmak, elimizi en üstteki dala uzatmak için bir araç gerekiyordu; bu altıncı bir parmak, üçüncü bir bacaktı, kısacası kendimize kazandırdığımız katışıksız bir fonksiyondu. Durum dilde de böyledir; dil zırhımızdır, duyargamızdır; bizi başkalarına karşı korur, başkaları hakkında bilgilendirir, duygularımızın bir uzantısıdır. Gövdemizin içinde olduğumuz gibi dilin de içindeyiz; onu doğal olarak başka amaçları gerçekleştirirken hissederiz, tıpkı ellerimizi ve ayaklarımızı hissettiğimiz gibi; özellikle de başkası kullanınca, başkalarının organlarını farkeder gibi, onu algılarız. Yaşanmış sözcük var, rastlanmış sözcük var. Ancak her iki durumda da bir girişim söz konusudur, bu girişim ya benden diğerlerine, ya da diğerlerinden bana doğrudur.

Söz, etkinliğin herhangi özel bir anını belirtir, ve bu etkinliğin dışında onu kavrayamayız. Bazı konuşma yoksunları eylem yeteneğini, durumları anlama becerisini, diğer cinsle normal ilişkiler kurma özelliğini yitirmişlerdir. İşte bu işlev bozukluğu durumunda dilin tahrip oluşu sadece yapısal zarar gibi görünür: bu yapı en duyarlı ve en görünür yapıdır şüphesiz. Ve eğer düzyazı herhangi bir olayın sadece tercih edilen aracısıysa, eğer kayıtsız bir şekilde sözcükleri gözlemlemek sadece şairin göreviyse, bu durumda düzyazı yazarına şu soruyu sorma hakkımız doğar: Hangi amaçla yazıyorsun? Hangi girişimin içindesin ve bu girişim neden yazıya başvurma gereksinimi duyuyor? Ve bu girişim hiç bir durumda sadece gözlemleme gibi bir amaca sahip olamayacaktır. Çünkü sezgi sessizliktir, dilin amacı ise iletişim sağlamaktır. Şüphesiz dil sezginin sonuçlarını da kaydedebilir, ama bu durumda kâğıt üzerine bir acele ile karalanmış birkaç sözcük yeterli olacaktır: yazar her zaman kendinden bir şeyler bulacaktır orada. Eğer sözcükler açıklık kaygısıyla cümlelere dönüştürülüyorlarsa bu durumda sezgi ihtiyacı doğar, hatta yabancı bir kararın diline, elde edilen sonuçları başkalarına iletecek karara gereksinim olacaktır. İşte bu kararın nedenlerini mutlaka araştırmak gerekir. Ve bilginlerimizin çok rahat unuttukları sağduyu da, hep bu soruyu sorar. Yazmayı düşünen gençlere hep şu temel soruyu sormaya alışkın değil miyiz: «Söyleyecek bir şeyiniz var mı?» Bundan, uğraşının «iletilmeye değecek» olması anlaşılmaktadır. Eğer transandan değer dizgesinin yardımı olmazsa, neyin «değdiğini» nasıl anlayalım?


Bu girişimin sadece ikinci dereceden yapısı olan sözel ana bakalım: Mutlak biçimcilerin en büyük yanılgısı, sözü, nesnelerin üzerinde bir tüy gibi uçan ve onların niteliklerini değiştirmeksizin geliştiren esinti gibi kabul etmeleridir. Ve yine onlara göre, pasif zihinsel gözlemini sözlere aktaran konuşmacı bir tanıktan başka bir şey değildir. Konuşmak, eylemde bulunmak demektir: İsimlendirilen her şey, daha o anda artık tam olarak aynı şey değildir, masumiyetini yitirmiştir. Bir kişinin tavrına bir isim verirseniz, bu tavrını ona açıklamış olursunuz: o kişi kendini görür. Ve bu davranışı aynı zamanda diğer bütün kişiler için de isimlendirildiğinden adam, kendini gördüğü zaman, başkaları tarafından da görüldüğünü bilir; aklına getirmediği kaçamak davranışı güçlü bir biçimde varolmaya, herkesin gözünde varolmaya başlar, nesnel ruhun bir elemanı olur, yeni boyutlar edinir, sahip olunur. Bundan sonra o eskisi gibi nasıl davransın? Ya nedenini bilerek inat yüzünden tutumunda direnecek, ya da bu tutumu bırakacaktır. Bu konuda bu şekilde konuşmak suretiyle durumu örten perdeyi kaldırıyorum, amacım durumu değiştirmektir; onu değiştirmek için, kendim ve başkaları için perdeyi kaldırırım; özüne inerim, deler geçerim ve gözlerimi ayırmam ondan; artık elimdedir, söylediğim her sözcükte kendimi dünyaya biraz daha bağlarım, ve aynı zamanda ondan biraz da uzaklaşırım, çünkü onu aşarak geleceğe doğru giderim. Demek ki düzyazı yazarı bir tür ikinci elden eylem biçimini seçer. Buna, perdeleri kaldırarak eyleme geçmek diyebiliriz. Öyleyse ona şu ikinci soruyu da sorabiliriz: Dünyadaki hangi görüşün perdesini kaldırmak istiyorsun, bu perde kaldırma işiyle dünyada nasıl bir değişiklik yapmak istiyorsun? «Bağlı» yazar, sözün eylem olduğunu bilir; perdeyi kaldırmanın değiştirmek anlamına geldiğini ve bir şeyin üzerindeki perdeleri ancak değiştirmek istendiği zaman kaldırıp atılabileceğini de bilir. Toplumun ve insan durumuyla ilgili imajın taraf tutmadan anlatılması tasarımından, gerçekleşmesi olanaksız bir düş olarak vazgeçer. İnsanoğlu, karşısında hiçbir varlığın, hattâ tanrının bile taraf tutmadan edemeyeceği bir varlıktır. Çünkü, eğer tanrı varolsaydı, kimi mistikçilerin gördüğü gibi, sadece insanla olan ilişkisi sayesinde var olurdu. O da bir durumu değiştirmeden asla algılayamayan bir varlıktır, çünkü bakışı nesneyi dondurur, yıkar, biçimler, ya da, sonsuzluğun yaptığı gibi nesneyi kendine benzetir. İnsanoğlu ve dünya sevgi, kin, öfke, korku, sevinç, tiksinti, hayranlık, umut ve umutsuzluk içinde doğru olarak ortaya çıkar. Bağımlı yazar şüphesiz vasat değerde olabilir, hatta o, böyle olduğunun bilincindedir; ancak tamamen başarıya ulaşma umudu olmaksızın hiçbir şey yazılamayacağı için eserine baktığı andaki alçak gönüllülüğü onu, sanki en büyük başarıyı elde edecekmiş gibi üzerinde çalışmaktan alıkoymamalıdır. Hiçbir zaman: «Eh, üçbin okurum olursa ne âlâ» dememeli, tersine «ya herkes yazdıklarımı okuyacak olursa ne olur?» diye düşünmelidir. Yazar, Fahrice ile Sanseverina'yı götüren arabanın ardından Mosca'nın söylediği şu cümleyi hatırlamalı:

«Onlar şu anda sevda sözcüğünü konuşacak olurlarsa, işim bitti demektir.»

Yazar, kendisinin daha adlandırılmamış, ya da adını söylemeye cesaret edemediği şeyi adlandıran kişi olduğunu bilir; o, kendisinin sevgi ve nefret sözcüklerini ve bunlarla birlikte daha aralarındaki duyguların ne olduğuna karar vermemiş olan insanların sevgi ya da nefretlerini «ortaya çıkardığını» da bilir. Brice-Parain'in dediği gibi, sözcüklerin «dolu tabancalar» olduğunu bilir. Konuşursa, tetiği çekmiş demektir. Susabilir de, ama ateş etmeyi seçtiğine göre bunun, bir çocuk gibi gözlerini yumarak ve yalnızca patlama sesini dinlemek üzere rasgele değil de, yetişkin bir adam gibi hedef gözeterek yapması gerekir. Aşağılarda edebiyatın ve de yazmanın amacının ne olduğunu belirlemeye çalışacağım. Ama daha şimdiden yazarın, insanlar bu yoldan bütünüyle ortaya çıkarılacak nesne karşısında bütün sorumluluklarını yüklenebilsinler diye dünyayı ve özellikle de insanı öteki insanlara açıkça göstermeyi seçtiğini söyleyebiliriz.


Hiç kimsenin yasayı hakir görmeye hakkı olamaz. Çünkü nasıl olsa bir kanunname var ve yasa da yazılı bir şeydir: Elbette istenirse yasaya karşı gelinebilir, ama bu şekilde alınan tehlikenin de ne olacağı bilinir. Aynı şekilde, yazarın işlevi de hiçkimsenin dünyadan habersiz kalmaması ve de suçsuz olduğunu ileri sürememesi yönünde etki etmektir. Ve yazar bir kez dil evrenine girmiş okluğundan, konuşmayı bilmiyormuş gibi yapmasına olanak yoktur artık: Anlamların dünyasına girmiş iseniz, oradan kurtulmanız için yapabileceğiniz hiçbir şey yoktur artık; sözcükleri kendi hallerine bıraksak da onlar cümleler oluşturacaktır; herbir cümle dilin bütününü içerip bizi evrenin bütününe yöneltir; tıpkı müzikteki duraklamanın anlamını çevresindeki notalardan alışı gibi, sessizliğin kendisi de sözcüklerle olan ilişkisine göre belirlenir. Bu sessizlik dilin bir anlık durumudur; susmak dilsiz olmak değil, konuşmayı reddetmektir, yani yine bir tür konuşmadır. Eğer yazar dünyanın herhangi bir görünüşü karşısında susmayı seçtiyse, ya da onu -ne demek istediğini çok iyi anlatan bir deyimle söylersek- sessizce pas geçmeyi seçtiyse, o zaman ona üçüncü bir soruyu yöneltme hakkını elde ederiz: Neden şundan değil de bundan bahsetmeyi yeğ tuttun ve -mademki değiştirmek için konuşuyorsun- neden tercihen şunu değil de bunu değiştirmek istiyorsun?


Bütün bunlar bir yazma biçiminin olduğunu engellemez. Bazı şeyleri söylemeyi seçmek için değil de, bu seçtiklerini belli bir biçimde söylemek için yazar olunur. Ve biçemin, düzyazıya önemini veren olgu olması doğaldır. Fakat sadece göze batmamalı. Sözcükler saydam olduğuna ve bakış onların içinden geçip gittiğine göre, onların arasına buzlu camlar dikmek çok saçma olur. Güzellik burada yalnızca yumuşak ve belli belirsiz bir güçtür. Güzellik bir resimde ilk göze çarpan şeydir, bir kitapta kendini gizler, bir sesteki ya da bir yüzdeki sevimlilik gibi inandırma yoluyla etki eder, baskı yapmaz, sezdirmeden kabul ettirir kendini ve insan göremediği bir çekiciliğe kapıldığı anda kanıtlara boyun eğdiğini sanır. Pazar ayininin savsözü inanç değildir; o inancı düzenler; sözcüklerdeki uyuşum, onların güzellikleri, cümlelerdeki denge, okuyucunun tutkularını farkettirmeden düzenlerler, pazar ayini gibi, dans veya müzik gibi onları düzene koyarlar; eğer okur bunları ayrı ayrı ele almaya kalkışırsa, anlamı yitirir, ortada can sıkıcı sallanmalardan başka bir şey kalmaz. Düzyazıda estetik haz ancak hesap dışıysa saftır. Görünüşe bakılırsa bugün unutulmuş olan bu kadar basit düşünceleri hatırlatırken insanın yüzü kızarır. Yoksa gelip de bize edebiyatı öldürmeyi düşündüğümüzü ya da, daha bayağısı, bağlanmanın yazı sanatına zararlı olduğunu söylemeye kalkışırlar mıydı? Eğer bazı düzyazılara şiir bulaşması eleştirmenlerimizin kafasını karıştırmamış olsaydı, hep özden söz ettiğimiz halde kalkıp da bize biçim konusunda saldırmayı düşünebilirler miydi?


Biçim hakkında önceden söylenecek hiçbir şey yoktur ve ben de bir şey söylemedim: herkes kendi biçimini yaratır, kararı başarı verir. Malzemenin biçemi yarattığı bir gerçek; ama malzeme biçemi yönlendirmez; edebiyat sanatının dışında "a prior" olarak yer alan hiçbir malzeme yoktur. Cizvitlere saldırmaktan daha can sıkıcı, daha bağlayıcı bir konu olabilir mi? Ama Pascal bu olaydan «Les lettres provinciales»i oluşturdu. Kısaca, bütün iş ne yazmamız gerektiğini bilmektir, kelebekler üzerine ya da Yahudilerin talihi üzerine. Ve bu bilindikten sonra geriye bunun nasıl yazılacağına karar vermek kalır. Çoğu kez bu iki seçim bir aradadır, ama iyi yazarlarda, hiçbir zaman, ikinci birinciden önce gelmez. Giraudoux'nun: «Bütün iş biçemi bulmaktır, düşünce kendiliğinden gelir», dediğini biliyorum. Ama yanılıyordu, çünkü düşünce gelmedi. Eğer malzemeleri hep açık sorunlar olarak, acil istekler ve bekleyişler olarak kabul edersek, sanatın bağlanmayla hiçbir şey yitirmediğini anlarız; tersine tıpkı fiziğin matematikçilerin önüne, yeni simgeler yaratmak için zorlayan yeni sorunlar çıkarışı gibi, toplumsal ve doğaötesi alanın hiç durmadan yenileşen istemleri de sanatçıyı yeni bir dil ile yeni uygulayımlar bulmaya zorlar. Artık XVII. yüzyıldaki gibi yazamıyorsak, bu, Racine ile Saint-Evremond'un kullandığı dilin lokomotiflerden ya da işçi sınıfından söz etmeye yatkın olmayışındandır. Bütün bunlardan sonra, belki de özleştirmeciler bize lokomotifler hakkında yazmayı yasaklayacaklar. Ancak sanat hiçbir zaman özleştirmecilerden yana olmamıştır.



Kaynak: Kasap ,T.N.,H.Salihoğlu. 20. YÜZYIL EDEBİYAT SANATI İmge Kitabeyi, İstanbul: 1995 sf:193-197


Devamı...

1 Haziran 2010 Salı

Roman Nedir?*


Yazınsal edebiyat türlerinin belki de en popüleri olanıdır roman. Doğuşundan günümüzde kadar, yani Cervantes Don Kişot’u yazmaya niyetlenip de var olan hiçbir yazı türünü beğenmeyip, hepsini bir kazanda harmanlayarak eserini kaleme aldığı 17yy.’dan, teknoloji çağı 21yy.’a kadar geçen 4 asır boyunca roman insanların topluca ya da bireysel okumaktan en çok keyif aldığı edebiyat janrıdır. Hala daha da tahtını koruduğunu söylemek yanlış olmaz.

Edebi türler arasında en genci olan roman, matbaanın yaygınlaşması ve kentli okur kitlesinin ihtiyaçlarına cevap veren yapısıyla gelişmiştir. Roman üzerine kapsamlı araştırmalarıyla bilinen Rus edebiyat kuramcısı Mihail Bahtin romanı “gelişmeye devam eden ve henüz tamamlanamamış tek tür” olarak tanımlar. Bu sürecin halen devam ediyor oluşunun bir nedeni, romanın tarihsel koşullara diğer edebiyat öteki türlerine nazaran daha bağlı olmasıyken, bir diğer nedeni de kurmaca yazının yazara sunduğu engin serbestlik ve deney alanı olmasıdır.



Zira bol karakterli ve olaylı sürükleyici anlatım yapısı, klasik serim, düğüm, çözüm bölümleriyle insan doğasının fıtratına yakın, kendini kolay sevdiren bir türdür. Var olan her türlü yazını roman formunda eritebilmek de bu türün avantajlarından biridir. Karşılıklı yazılmış mektupları, otobiyografi niteliğinde günlükleri, gezi yazılarını roman formatıyla şekillendirip kaleme alabilirsiniz.
Roman ile destanın farkları
Romanlar düzyazı formunda yazılmışlardır. Destan ise manzume formatındadırlar.
Romanda ele alınanlar sokaktaki insanların gündelik yaşantılarıdır. Destanlardaysa kahramanlık hikâyeleri anlatılır.

Romanların mekânları sokaklar, evler, kırlar, çiftlikler olabilir. Destanlarsa saraylarda ve savaş alanları da gibi "destansı" geçmektedir.
Romanlarda olayların akışı roman kahramanlarının kendi tutumlarına bağlıdır. Destanlara yön verense kaderin bağlı olduğu tanrılar ve çoğu zaman yarı-insan yarı-tanrı olan kahramanlardır.
Yerli ve yabancı roman yazarlarını saymaya başlarsak mutlaka aralarında atladığımız, unuttuğumuz ya da bilmediğimiz birçok isim olacaktır. Bu da 4asırlık bir geleneğin ne çok temsilci ve ürün yarattığının göstergesidir. Avrupa’da yaygınlaşma serüveni matbaa sayesinde oldukça hızlı gelişen roman, Türkiye topraklarına ancak Tanzimat dönemiyle birlikte girmiştir. Edebiyat derslerinden de bilindiği gibi Şemseddin Sami tarafından 1873'te kaleme alınan Taaşşuk-ı Talat ve Fıtnat (Talat ve Fitnat’ın Aşkları) ilk yerli roman olarak bilinmektedir. Dönemin edebiyat camiası tefrika biçimiyle peş peşe yayınlanan romanlarla bu türe çabuk ısınır. Tam da Osmanlının Batılılaşma hareketi içinde kendine yer bulan roman türü, yeni bir dönemin yeni temsilcisi olarak Türk edebiyatına girer.

Türk edebiyat tarihinin bazı ilk romanları:
Recaizade Mahmut Ekrem , Araba Sevdası-1898 (ilk gerçekçi roman)
Halit Ziya Uşaklıgil, Aşk-ı memnu (1900) (Batılı teknikle yazılmış ilk roman)
Yusuf Kamil Paşa, Fenelon’dan Telemak (1859) (ilk tercüme roman)
Mehmet Rauf , Eylül (1900-1901) (ilk psikolojik roman)


Roman üstüne söylenenler:
"Roman, modern burjuva destanıdır" Hegel.
"Roman, mutlak günahkârlık çağının biçimidir" Alman filozof Fichte
"Roman hem gökyüzünün mavisini, hem da sokağın çamurunu vermelidir." Stendhal


*Bu makale ilk ve orta öğretim seviyesindeki öğrencilerin yararlanabileceği, bir edebiyat türü olan romana genel bir şema çizme amacıyla derlenmiştir.Kaynak gösterilerek kullanılabilir.
Kaynak: ANA BRITANNICA: Genel kültür ansiklopedisi. Encyclopaedia Britannica, İstanbul: Ana Yayıncılık C.18. 1986-1991

Devamı...

Edebiyat Nedir?-1

JEAN-PAUL SARTRE




... Şairler dili kullanmayı reddeden kişilerdir. Doğrunun araştırılması, bir çeşit alet gibi kabul edilen dil yardımıyla ve onun içinde gerçekleştiğinden dolayı şairlerin gerçeği tanımaya, ya da ortaya koymaya çalıştıkları sanılmasın. Onlar, dünyayı adlandırmayı da akıllarından geçirmezler; gerçekten de hiçbir şeyi adlandırmazlar, çünkü adlandırma, adın sürekli olarak adlandırılan nesnenin karşısında yok olmasını içerir. Ya da Hegel'in dediği gibi söylersek, bu işlemde ad, temel öge olan nesne karşısında önemsizmiş gibi kalır.


Şairler konuşmaz, susmazlar da: yaptıkları tamamıyla başka bir şeydir. Onların birtakım çirkin sözcük sentezleriyle eylemi ortadan kaldırmak istedikleri iddia edildi, ama bu yanlıştır; çünkü durum böyle olsaydı, o zaman onların öncelikle günlük dilin ortasına atılması gerekirdi, ve bu şekilde de onun içinden, tıpkı «tereyağı at» sözünü yazarken, «at» ve «tereyağı» sözcüklerinde olduğu gibi tek tek küçük sözcük kümeleri çıkarmaya çalışmak zorunda olurlardı'. Böyle bir girişimin sonsuz zaman istemesinin yanısıra, hem yararcı niyetle hareket edip,sözcükleri birer gereç gibi görmek, hem de onların elinden bu gereçlik niteliğini çekip alma yollarını araştırmak, anlaşılır bir şey değildir. Gerçekte şair alet dilinden kendini birdenbire geri çekmiştir; seçimini sözcükleri birer işaret değil de nesne olarak kabul eden şiirsel tutum yönünde yaptı kesinkes. Çünkü işaretin çift anlamlılığı, arzuya göre bir yandan ona tıpkı bir camdan bakar gibi bakıp işaretin arasından işaretlenen nesnenin izlenebilir olduğunu, ya da bakışı onun gerçekliğine yöneltip ona bir nesne olarak bakılabileceğini içerir. Konuşan insan sözcüklerin ötesinde nesnenin yakınındadır. Şair ise sözcüklerin berisindedir. Konuşan insan için sözcükler evcilleşmiştir, şair içinse hâlâ vahşidirler. İlki için onlar amaca hizmet eden, zamanla aşınıp işe yaramaz duruma gelince kaldırılıp atılan geleneksel birer alettirler. İkincisi içinse bunlar, toprakta tıpkı bir bitki ya da ağaç gibi doğal olarak yetişen doğal şeylerdir.

Fakat, tıpkı ressamın renklerle ve müzisyenin de seslerle yetindiği gibi şair de sözcüklerle yetiniyorsa, bu, sözcüklerin onun gözünde anlamlarını bütünüyle yitirmiş demek değildir; gerçekten, sözcüklere sözsel birliklerini kazandırabilen yalnızca anlamdır; anlam olmazsa bunlar birer ses ya da satır halinde dağılıp giderlerdi. Yalnız burada anlamın kendisi de biraz doğallık kazanır; o artık hep erişilemez ve hep insanî aşkınlık yardımıyla gayret edilen amaç değildir; o tıpkı bir yüzdeki ifadeye, renklerin ve seslerin verdiği hüzünlü ya da neşeli anlam gibi her bir kavramın belirgin özelliğidir. Sözcüğe girmiş, onun sadası ya da görsel biçimi tarafından emilmiş, yoğunlaşmış, değeri azalmış olan anlam da yaratılmamış ebedi bir nesnedir; şair için dil bir dış dünya yapısıdır. Konuşan kişi dilin içine sıkışmış, sözcüklerle donatılmıştır; onlar kişinin kıskaçları, duyargaları, gözlükleri ve duygularının uzantısıdır; o bunları içten yönetir, sanki kendi vücuduymuş gibi hisseder onları, bilincine hemen hemen varamadığı ve eylem yetisini dünyaya yayan sözsel bir cisimle çevrilidir. Şair dilin dışındadır, sanki insanlık durumuna ait değilmişcesine ve insanlara yaklaştıkça ilk engel olarak söze rastlıyormuşcasına sözcükleri tersinden görür. Nesneleri önce adlarıyla tanıyacağına onlarla sessiz bir ilişkiye girmiş görünür; çünkü kendisine sözcükleri yansıtan diğer nesnelere yaklaşınca, onları tutup dokunarak yoklayınca, onların içinde küçük, kendine özgü bir ışık gücünün bulunduğunu ve yerle, gökle ve suyla ve bütün yaratıklarla olan özel ilişkiler olduğunu keşfeder. Sözcükten dünyasal bir görünüşün işareti gibi yararlanamadığı için, onda bu görünüşlerden birinin imgesini bulur. Ve söğüt ya da dişbudağa benzerliği için seçtiği sözsel imajın ille de bizim bu nesneleri belirtmek için kullandığımız sözcük olması gerekmez. Kendisi zaten dışarda olduğundan, sözcükler onu kendi dışına, nesneler arasına atacak birer rehber olacakları yerde, o bunları kaçan bir gerçeği yakalamayı hedefleyen birer tuzak gibi kabul eder; kısacası, dil onun için bütünüyle dünyanın aynasıdır. Böyle olunca, sözcüğün iç düzeninde beklenmedik önemli değişiklikler gerçekleşir. Sözcüğün sesi, uzunluğu, dişil ya da eril takıları ve görünüşü ona anlamı ifade etmekten çok, canlandıran somut bir çehre kazandırır. Tam tersine, anlam gerçekleştirildiğinden, anlamın içinde sözcüğün somut görünüşü yansır ve anlam kendi yönünden sözsel cismin kopyası gibi işlev görür. Anlam olarak da (anlam önceliğini yitirdiği için), sözcükler, nesneler gibi yaratılmadıklarından, şair sözcüklerin mi anlam için yoksa anlamın mı sözcükler için varolduğuna karar veremez.



Bu şekilde sözcük ile belirtilen nesne arasında anlam ve sihirli benzeyiş bakımından ikili, karşılıklı bir ilişki oluşur. Ve şair sözcüğü kullanmadığı için, onun çeşitli anlamları arasında bir seçim yapmaz ve bu anlamlardan her biri ona başlı başına bir işlev gibi görünecek yerde, diğer anlamlarıyla eriyip kaynaşan malzemesel bir özellik gibi görünür. Böylece o, sadece şairane tutumun sonucu olarak, tıpkı Picasso'nun kibrit kutusu yapmak isteyip, bunun bir yarasa olmasını istemesi ve yine de bir kibrit kutusu olarak kalmasını düşlediği gibi mecazlar gerçekleştirir her sözcüğün içinde. Florence bir kent, bir çiçek ve bir kadındır, aynı zamanda hem «çiçek-kent», hem «kadın-kent», hem de «çiçek-kız»dır. Ve bu biçimde ortaya çıkan garip nesne böylece fleuve'un (ırmağın) akıcılığını, or'un (altının) yumuşak kızılımsı ateşliliğini taşımakta, ve son olarak da, decence'ım (itidal) bırakıp sürekli zayıflamakta olan okunmayan e harfi sayesinde çok sınırlı açılımını sonsuza dek sürdürür. Bütün bunlara bir de özgeçmişin tuzaklı zorlaması katılmaktadır.


Benim için Florence aynı zamanda belli bir kadındır; çocukluk yıllarımın sessiz filmlerinde oynayan ve yalnızca bir balo eldiveni gibi ince uzun boylu, ve hep biraz yorgun, hep iffetli, hep evli ve anlaşılmaz, ve kendisini sevdiğimi ve adının Florence olmasının dışında her şeyini unuttuğum Amerikalı bir oyuncudur. Düzyazı yazarını benliğinden koparıp ayıran ve dünyanın ortasına atıveren sözcük, tıpkı bir ayna gibi, şaire kendi öz imgesini yansıtır. Ve, bir yandan açıklamalı sözlüğünde belli sözcüklere şiirsel tanımlama vermeye çalışan (yani sessel kısım ile sözel ruh arasındaki karşılıklı karışımların sentezi olacak bir tanımlama), öte yandan da daha yayımlanmamış bir yapıtta, özellikle kendisi için duygu yüklü bazı sözcükleri kılavuz edinmek suretiyle yitik zamanın ardına düşen Leiris'in bu ikili girişimini doğrulayan şey de budur işte. Buna göre şiirsel sözcük küçük bir evrendir. Yüzyılın başlarında patlayan dil bunalımı bir şiir bunalımıdır. Toplumsal ve tarihsel etmenler ne olursa olsun, bu bunalım yazarın sözcükler karşısında kendini gittikçe kişisizleştirmesi biçiminde belli etti. Yazar artık sözcükleri nasıl kullanacağını bilmiyordu ve onları, Bergson'un ünlü tanımlamasına göre artık şöyle böyle tanıyordu; onlara doğrudan doğruya yararlı bir yabancılık duygusuyla yanaşıyordu; sözcükler artık onun malı değil, yazarın kendisi değildiler; fakat gök, toprak ve kendi yaşamı bu yabancı aynalarda yansıyordu; ve sonunda bu sözcükler şeylerin kendisi ve hatta şeylerin kara özü olup çıkıyorlardı. Şair bu küçük evrenlerden birçoğunu biraraya getirdiği zaman, elindeki renkleri bez üzerinde birbiriyle birleştiren ressamın yaptığı iş gibi bir iş görür; bir cümle kurduğu sanılır, fakat bu sadece şöyle görünür: o bir nesne yaratmaktadır. Nesne-sözcükler tıpkı renk ve sesler gibi aralarındaki uygun ve aykırı büyülü çağrışımlarla öbekleşir, birbirlerini çekerler, birbirlerini yeniden iterler, tutuşup yanarlar ve çağrışımları gerçek şiirsel birliği, nesne-cümleyi oluştururlar. Hatta çoğu kez şairin kafasında önce cümlenin taslağı vardır, ondan sonra sözcükler izlerler. Ancak, bu taslağın alışageldiği biçimde sözcük şeması adını verdiğimiz şeyle ortak hiçbir yanı yoktur: bir anlatımın yapısını yönlendirmez. Bu, daha çok Picasso'nun uzamda henüz fırçasına bile dokunmadan, sonradan bir cambaz ya da soytarı olacak olan bu şeyi önceden belirlediği yaratıcı tasarıya yakındır.


Fuir, lâ-basfuir! Je sens que des oiseaıuc sont ivres,
Mais, ö mon coeur, entends le chant des matelots.
(Mallarme)



Cümlenin başında bir sütun gibi duran bu «mais» bağlacı son dizeyi öncekine bağlamıyor. Dizeye belli, ihtiyatlı bir nüans veriyor, bir «kendi halindelik» durumuyla onu bütünüyle etkiliyor. Aynı şe-kilde bazı şiirler «ve» ile başlar. Bu bağlaç artık zihin için yapılacak bir işlemin belirticisi değildir: bütün bir ibare boyunca, bu ibareye bir dizinin mutlak özelliğini kazandırmak için uzanır. Şair için cümlenin bir ses rengi, bir tadı vardır; şair cümle boyunca ve bizzat bu cümlelerle karşı koyusun, sakinimin ve ayrılımın tahrik edici zevklerini tadar. Onları mutlak duruma aktarır, hisle taşır, onlardan gerçek cümle özellikleri oluşturur; ve böylece bu cümle belirli hiçbir şeye karşı Çıkmadan bütünüyle karşı koyma oluverir. Burada yine şiirsel sözcükle anlamı arasında biraz önce işaret ettiğimiz karşılıklı düğümlenme ilişkilerini görüyoruz: seçilen sözcüklerin tamamı, sorgulayan, ya da sınırlayan nüansın bir kopyası olarak etkiler, ve soru ise aksine onu sınırlayan söz bütününün kopyasıdır. Şu muhteşem dizelerde olduğu gibi:


O saisons! O châîeaux! Quelle âme es t şans def aut?


Kimse sorgulanmıyor; kimse sorgulamıyor: şair burada yoktur. Ve sorulan sorulann cevabı yoktur, ya da daha çok soruların cevapları yine kendi içlerinde verilmektedir. Bu durumda belagat sorusu mu söz konusu olmaktadır? Ama Rimbaud'nun: «Herkesin kendine özgü kusurları var» demek istediğine inanmak saçma olur. Öyleyse Breton'un Saint-Pol Roux hakkında dediği nedir: «Eğer bunu demek isteseydi, öyle derdi.» Ve Rimbaud da başka bir şey söylemek istememiştir. Mutlak bir soru yöneltmiştir; o güzelim «âme»1 sözcüğüne soru varlığı vermiştir. İşte, bu Tintoretto'nun korkusunun sarı gökyüzü olması gibi, soru nesneleşmiştir. Bu artık bir anlam değil, bir özdür. Dışarıdan görülmektedir ve Rimbaud bizi ona kendisi ile birlikte dışarıdan bakmaya çağırmaktadır; onun garipliği, onu gözetlemek için kendimizi insanlık durumunun öbür tarafına, yani tanrı tarafına koymamızdan gelmektedir.
Eğer durum böyle ise, şairden bir bağlanma istemenin aptallık olacağını anlamak hiç de zor olmayacaktır. Şüphesiz bir iç devinim, tutkunun ta kendisi -ve neden öfke, toplumsal isteksizlik, siyasal kin değil-, şiirin ana motifidir. Ancak bunlar burada bir yergide veya bir itirafta olduğu gibi dile gelmezler. Düzyazı yazarı duygulan sergilediği ölçüde açıklık kazandırır; buna karşın şair şiirine tutkularını aktarırsa, bunları tanımaktan vazgeçer. Bunları sözcükler kucaklar, sözcükler bunlarla dolar ve bunları değişime uğratır; bunların anlamlarını göstermezler, hatta gözleri önünde bile. Heyecan nesneleşmiştir, şimdi artık nesnelerin saydamsızlığına sahiptir; nesne kapatıldığı sözcüklerin kaypak nitelikleriyle karmakarışık olmuştur. Ve de özellikle her cümlede, her dizede çok daha fazla şey saklıdır -nasıl ki Galgotha'nın üstündeki sarı gökyüzünde basit bir korkudan daha fazlası dile gelir. Sözcük ve nesne-cümle, nesneler gibi bitip tüketilemezler ve- bunları yaratan duygu üzerine taşarlar. Eğer okuru insani durumdan saptırıp, dili başka yönden, tanrının gözleriyle görmesini istersek, onun siyasi öfkesini ya da siyasi heyecanını uyandırmayı nasıl umabiliriz? Denecektir ki, «Resistance şairlerini unutuyorsunuz. Pierre Emmanuel'i unutuyorsunuz». Hayır, asla! Tezimi desteklemek için ben de onları sayacaktım....


Kaynak: Kasap ,T.N.,H.Salihoğlu. 20. YÜZYIL EDEBİYAT SANATI İmge Kitabeyi, İstanbul: 1995 sf:188-192


Devamı...

29 Mayıs 2010 Cumartesi

Karşılaştırmalı Edebiyat Üzerine Akademik Kaynaklar

Türkçe'de yakın zamana kadar Karşılaştırmalı Edebiyat alanına dair yayınlanan akademik çalışmalar oldukça kısıtlı yayınlardan oluşuyordu. Geçtiğimiz on yıl içerisinde hem bölüme olan ilgi üniversiteler düzeyinde arttı hem de alanlarında uzman isimler ard arda çok değerli çalışmalar yayınladılar. Aşağıda Karşılaştırmalı Edebiyat alanına dair yayınlan eserleri ve makalelerden örnekleri bulabilirsiniz.



Karşılaştırmalı Edebiyat Bilim Binnaz Baytekin Sakarya Kitapevi 2006

Karşılaştırmalı Edebiyat İncelemeleri , Emel Kefeli 2000

Deneme Üzerine Bir Karşılaştırmalı Edebiyat Çalışması Gürsel Aytaç hece yay. 2007

Karşılaştırmalı Edebiyat - Günümüz Post Modern Bağlamda Algılanışı kamil Aydın, Birey yay.

Karşılaştırmalı Edebiyat Bilimi Gürsel Aytaç Say Yay. 2010

Yavuz BAYRAM KARŞILAŞTIRMALI EDEBİYAT BİLİMİ ve BİR UYGULAMA Türkiyat Araştırmaları Dergisi* s16.

Ahmet Cuma, Edebiyat Sosyolojisi ve Karşılaştırmalı Edebiyat Bilimi Sanat ve Bilimin Sınır Ötesi Etkileşimi . Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi N22 / 2009

Hasan SEBUKTEKİN NEDEN KARŞILAŞTIRMALI EDEBİYAT? D.Ü.Ziya Gökalp Eğitim Fakültesi Dergisi 7, 1-17 (2006)

Prof. Dr. Adnan Karaismailoğlu KARŞILAŞTIRMALI EDEBİYAT ARAŞTIRMALARI AÇISINDAN KLÂSİK TÜRK EDEBİYATI İLE İRAN EDEBİYATI

Devamı...

28 Mayıs 2010 Cuma

Üniversitelerde Karşılaştırmalı Edebiyat Eğitimi

2010 yılında Karşılaştırmalı Edebiyat bölümleri Yükseköğretim Kurumu'nun sınav sisteminde yaptığı yeni değişikliklere göre, bütün üniversite adaylarının girdiği YGS'ye ek olarak LYS-5 olarak kategorilendirilen sınav ile Dil-1 alanından öğrenci alacak.
(Seneye OSYM'nin yeni süprizi olur mu bilemiyoruz!)

Dil1 puan türü hesaplanırken YGS'de çıkartılan netlerin puana dağılımı (dolayısı ile ağırlıkları) ise şu yüzdelerde :
türkçe %15, temel matematik %6, sosyal %9, fen %5 ve yabancı dil %65
LYS-5'in toplam soru sayısı ise 80 ve süresi 120 dakika olacak. Yabancı dil testi için tek soru kitapçığı ve tek cevap kağıdı kullanılacak.

Soruların konulara dağılımı ise şu şekilde:
kelime bilgisi ve dil bilgisi: 20 soru
çeviri : 12 soru
okuduğunu anlama: 48 soru.
YGS ve LYS-5 puanları ile öğrenci alan Karşılaştırmalı Edebiyat lisans bölümlerini aşağıdaki bağlantılardan inceleyebilrisiniz:


İstanbul Bilgi Üniversitesi:Karşılaştırmalı Edebiyat Lisans Programı

Eskişehir Osmangazi Üniversitesi: Karşılaştırmalı Edebiyat Bölümü

Doğrudan Karşılaştırmalı Edebiyat bölümü olmamakla birlikte Koç Üniversitesi de
İngiliz Dili ve Karşılaştırmalı Edebiyat Bölümü ile edebiyat ve dil bilimi alanı ile oldukça kapsamlı bir lisans bölümünü bünyesinde barındırmaktadır.

Koç Üniversitesi İngiliz Dili ve Karşılaştırmalı Edebiyat Bölümü


Karşılaştırmalı Edebiyat eğitimine verilen önemin artmasıyla lisans bölümlerinin yanı sıra yeni lisansüstü programlar açılmış, edebiyat dışından da gelen farklı uzmanlık alanlarına sahip kişilerin karşılaştırmalı edebiyat alanında eğitim almasına olanak sağlanmaktadır.


İstanbul Bilgi Üniversitesi Karşılaştırmalı Edebiyat Yüksek Lisans Programı


Yeditepe Üniversitesi Karşılaştırmalı Edebiyat Yüksek Lisans Programı


Fatih Üniversitesi Karşılaştırmalı Edebiyat Doktora Programı

Devamı...

26 Ağustos 2009 Çarşamba

Karşılaştırmalı Edebiyat'çıların Hayali Öğretmenlik





Geçtiğimiz hafta, "Karşılaştırmalı Edebiyat'a öğretmenlik hakkı verin" konulu yazımla ilgili birçok mail ve telefon aldım. Üniversiteler ve öğrencilerin genelde ortak görüşü, haklı olduğumdan yanaydı. Bu arada sayıları az da olsa, yanlış düşündüğümü belirtenler de oldu. Bu konuda iki üniversitemizin düşüncelerini sizlerle paylaşmak istiyorum.

Bilgi'nin isteği
İstanbul Bilgi Üniversitesi olarak, Karşılaştırmalı Edebiyat Bölümü mezunlarının öğretmenlik hakkıyla ilgili 8 Aralık 2004'te YÖK'e başvurmuştuk. Daha sonra, 17 Haziran 2005'te de MEB Talim ve Terbiye Kurulu Başkanlığı'na başvurduk. Ancak yanıt almış değiliz. İki başvurumuzda da, aynı noktalara dikkat çektik. Talim ve Terbiye Kurulu Başkanlığı'nın MEB'e bağlı kurumlara öğretmen olarak atanacakların, atamalarına esas olan alanlarla, mezun oldukları yükseköğretim programları ve aylık karşılığı okutacakları derslere ilişkin çizelgenin 68. sırasında atamasına esas olan İngilizcenin, mezun olduğu yükseköğretim programı listesine eğitim dili İngilizce olan üniversitemizin Fen Edebiyat Fakültesi Karşılaştırmalı Edebiyat Bölümü'nün eklenmesini talep ettik.

Yazılarımızda, ÖSS Y-DİL puanı ile öğrenci kabul eden Karşılaştırmalı Edebiyat Bölümümüzde İngiliz ve Amerikan edebiyatlarının temel alındığını vurgulayarak, bu bölümü bitiren öğrencilerine "İngilizce Öğretmenliği Sertifika Programı'ndan" mezun oldukları takdirde, MEB'e bağlı eğitim kurumlarına öğretmen olarak atanabilmeleri konusunda Talim ve Terbiye Kurulu listesine Karşılaştırmalı Edebiyat Bölümümüzün eklenmesini dile getirdik.

Osmangazi'nin düşüncesi
Osmangazi Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi bünyesinde kurulan ve ÖSS YDİL puanı ile öğrenci kabul eden Karşılaştırmalı Edebiyat Bölümümüz ilk mezunlarını 2003-2004'te vermiştir. Bazı mezunlarımız bölümümüze müracaatla yabancı dil öğretmeni olmak istediklerini belirtmişlerdir. Programa başlamak için 960 saatlik yabancı dil hazırlık eğitimi zorunludur. Bunun yanında lisans eğitimi süresince 32 kredilik zorunlu yabancı dil dersi alınmaktadır. Ayrıca öğrenciler ilgi alanlarına göre üç batı diline hâkim (İngilizce, Almanca, Fransızca) edebi metin incelemeye yönelik 8 kredilik ve aynı dile yönelik 8 kredilik karşılaştırmalı edebiyat semineri dersi almaktadır.
Program sonunda öğrenciler İngilizce, Almanca ya da Fransızcada, en az ikisiyle ilgili yeterlilik kazanmaktadır. Bu öğrencilere İngilizce öğretmenliği hakkının tanınması için ilgili Talim ve Terbiye Kurulu kararının yeniden düzenlenmesine ihtiyaç duyulmaktadır.
Milli Eğitim Bakanımız Nimet Çubukçu'nun İngilizce öğrenimine ne kadar ciddi baktığını biliyorum. Sayın Bakan'dan Karşılaştırmalı Edebiyat bölüm mezunlarına da "İngilizce öğretmenliği sertifikası" hakkı verilmesi konusunu bir kez daha incelemesini rica ediyorum.
08.07.2009 tarihli Sabah Gazetesi arşivinden

Devamı...

24 Ağustos 2009 Pazartesi

Karşılaştırmalı Edebiyat'a öğretmenlik hakkı verin


Türkiye'nin AB ile sürdürdüğü üyelik görüşmelerinde eğitim, bilim ve kültürdeki başlıkları başarıyla tamamlandı. AB, eğitimde 29 kritere göre değerlendirme yapıyor. Eğitim alanındaki çalışmaları 13 ana başlık altında toplayan AB, değerlendirmede özellikle yabancı dil öğrenimini esas alıyor. Bu düşünce karşısında da MEB yabancı dil alanına özel ilgisi olan öğrencilerin ihtiyaçlarına cevap verebilmek amacıyla müfredata ağırlıklı olarak dil dersleri koydu. Böylece haftalık ders saatleri ve yükü AB ülkeleri ile uyumlu hale getirildi.


Bir yıl hazırlık

Bu sistemin ilk ve ortaöğretimde iyi yürümesi için İngilizce öğretmeni açığı olmaması gerekiyor. YÖK bunun için üniversitelere "İngilizce öğretmenliği sertifika programı" açma izni verdi. Bu programlara İngiliz Dili ve Edebiyatı, Amerikan Kültürü ve Edebiyatı, İngilizce Mütercim Tercümanlık, Çeviribilim ve İngilizce Dil Bilimi mezunları katılabiliyor.
Ne yazık ki Osmangazi, İstanbul Bilgi ve Koç üniversitelerinin bünyesinde bulunan, Dil puanıyla öğrenci alan, 1 yıl hazırlık artı 4 yıl lisans programı olmak üzere, yüzde 100 İngilizce eğitim yapan Karşılaştırmalı Edebiyat bölümü yok. Bu bölümün öğrencileri diğer bölümlerle eşit düzeyde İngilizce eğitimi alıyor. Ayrıca bu bölümün öğrencileri, İngilizce Öğretmenliği için yeterli krediyi de elde ediyor.

Olumlu bakıyor
Bu konuya eski Milli Eğitim Bakanımız Hüseyin Çelik de olumlu bakıyordu. Bu bölümün çok zor olduğunu belirten Çelik, görülen İngilizce eğitimin benzer bölümlere eşit olduğunu söylerdi. Ayrıca bu bölümde, İngiliz ve Amerikan edebiyatlarının diğer ülke edebiyatlarıyla karşılaştırılmasının bir ayrıcalık olduğunu belirtirdi.
Zaten konuyla ilgili daha önce görüştüğüm eski MEB Talim Terbiye Kurulu Başkanı Prof. Dr. İrfan Erdoğan da aynı fikirdeydi. Sonra bu konu bilemediğim bir nedenden dolayı rafa kaldırıldı. Şayet yeni Milli Eğitim Bakanımız Nimet Çubukçu uygun görürse, Karşılaştırmalı Edebiyat bölümünün, İngilizce Öğretmenliği hakkını, değerli komisyon üyelerinin bir kez daha inceleyeceklerine inanıyor ve gençler adına şimdiden teşekkür ediyorum. Bu bölümü, MEB'in 119 sayılı kararın ek çizelgesinde görmek onları mutlu edecek.

01.07.2009 tarihli Sabah Gazetesi arşivinden

Devamı...

23 Ağustos 2009 Pazar

İngilizce Öğretmenliği Hakkı



1- Karşılaştırmalı Edebiyat Bölümü mezunlarının İngilizce Öğretmeni olmaları için gösterdiğiniz gayretleri tüm gücümüzle destekliyoruz. Her konuda okuyucusunun yanında olan SABAH' ın, bu konuda da yanımızda olmasından dolayı herkese teşekkür ediyoruz.


Osmangazi Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi bünyesinde 2000-2001 öğretim yılında kurulan ve ÖSS Y-DİL puanı ile öğrenci kabul eden Karşılaştırmalı Edebiyat Bölümümüz ilk mezunlarını 2003-2004'te vermiştir.

Bazı mezunlarımız bölümümüze müracaatla yabancı dil öğretmeni olmak istediklerini belirtmişlerdir. Programa başlamak için 960 saatlik yabancı dil hazırlık eğitimi zorunludur. Bunun yanında lisans eğitimi süresince 32 kredilik zorunlu yabancı dil dersi alınmaktadır. Ayrıca öğrenciler ilgi alanlarına göre üç batı diline hâkim (İngilizce, Almanca, Fransızca) edebi metin incelemeye yönelik 8 kredilik ve aynı dile yönelik 8 kredilik karşılaştırmalı edebiyat semineri dersi almaktadır. Program sonunda öğrenciler İngilizce, Almanca ya da Fransızca'da, en az ikisiyle ilgili yeterlilik kazanmaktadır. Programın bu özellikleri düşünüldüğünde öğrencilerimiz seçimlik derslerini aldığı yabancı dile göre ilgili yabancı dil öğretmenliğine ilişkin yeterliliklerini sağlamaktadırlar. ÖSS Y-DİL puanı ile öğrenci kabul eden bu bölümde, 1 yıl hazırlık artı 4 yıl lisans programı olmak üzere yabancı dille eğitim yapılmaktadır. Öğrencilerimize lisans eğitimi sonrası, "İngilizce Öğretmenliği Sertifika Programını" tamamladıktan sonra, İngilizce Öğretmenliği hakkının tanınması için ilgili Talim ve Terbiye Kurulu kararının yeniden düzenlenmesine ihtiyaç duyulmaktadır. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi.


2- Karşılaştırmalı Edebiyat Bölümü mezunlarının İngilizce Öğretmeni olmaları için gösterdiğiniz gayretlere tüm kalbimizle katılıyoruz. Size ve SABAH' a teşekkür ederiz. Ülkemizde sadece üç üniversitede yürütülen Karşılaştırmalı Edebiyat lisans programlarının mezunlarının, kayıt yaptırdıkları bazı "İngilizce Öğretmenliği Sertifika Programı'ndan", mezun oldukları bölüm ilgili listede yer almadığı için çıkarıldıkları yönündeki bilgiler sanırım size de ulaşmıştır.
Bilgi Üniversitesi Rektörlüğü olarak, Karşılaştırmalı Edebiyat Bölümü mezunlarının öğretmenlik hakkıyla ilgili 8 Aralık 2004'te YÖK'e başvurmuştuk. Daha sonra, 17 Haziran 2005'te de MEB Talim ve Terbiye Kurulu Başkanlığı'na başvurduk. Ancak yanıt almış değiliz. İki başvurumuzda da, aynı noktalara dikkat çektik: Talim ve Terbiye Kurulu Başkanlığı'nın MEB'e bağlı kurumlara öğretmen atanacakların atamalarına esas olan alanlarla, mezun oldukları yükseköğretim programları ve aylık karşılığı okutacakları derslere ilişkin çizelgenin 68. sırasında atamasına esas olan İngilizce'nin mezun olduğu yükseköğretim programı listesine eğitim dili İngilizce olan üniversitemizin Fen Edebiyat Fakültesi Karşılaştırmalı Edebiyat Bölümü'nün eklenmesini talep ettik. Yazılarımızda, ÖSS Y-DİL puanı ile öğrenci kabul eden Karşılaştırmalı Edebiyat Bölümümüzde İngiliz ve Amerikan edebiyatlarının temel alındığını vurgulayarak, bu bölümü bitiren öğrencilerine "İngilizce Öğretmenliği Sertifika Programı'ndan" mezun oldukları takdirde, MEB'e bağlı eğitim kurumlarına öğretmen olarak atanabilmeleri konusunda Talim ve Terbiye Kurulu listesine Karşılaştırmalı Edebiyat Bölümümüzün eklenmesini dile getirdik. İstanbul Bilgi Üniversitesi.


3- İstanbul Bilgi Üniversitesi Karşılaştırmalı Edebiyat Bölümü'nden bu sene mezun oluyorum. İngilizce Öğretmenliği Sertifikası konusunda bizleri yalnız bırakmadığınız için size ve SABAH'a teşekkür ediyoruz. Bu bölümü okurken çok emek harcadığımıza inanıyorum. ÖSS'de bu bölüme dil puanıyla girdim. Dört sene bütün derslerimi İngilizce okudum. Benim gibi bu bölümde okuyan ve mezun olan insanların İngilizce Öğretmenliği Sertifikası' na diğer bölümlerdeki insanlar kadar, bu hakka
sahip olduklarına inanıyorum. Rumuz: I. G.
26.12.2007 Tarihli Sabah gazetesi arşivinden

Devamı...

22 Ağustos 2009 Cumartesi

Karşılaştırmalı Edebiyat'a Olumlu Bakıyor


Geçen hafta Haber Türk'te "Basın Kulübü" programında eğitim tartışıldı. Öncelikle programında eğitim sorunlarına yer veren değerli dostum Melih Meriç'e teşekkür ederim. Programda konusunun uzmanı gazeteciler vardı. Konuğumuz ise Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik'ti . Çelik, kendisine yöneltilen tüm soruları açık yüreklilikle ve bilimsel yanıtladı. Sorunlara "neden, niçin, nasıl" ilkeleriyle yaklaştı.



Konu, konuyu açarken sıra "Karşılaştırmalı Edebiyat" bölümüne verilmesi düşünülen "İngilizce Öğretmenliği Sertifikası'na" geldi. Bu konuya Sayın Bakan çok olumlu bakıyor. Bu bölümün çok zor olduğunu belirten Çelik, görülen İngilizce eğitimin benzer bölümlere eşit olduğunu söyledi. Ayrıca bu bölüm de, İngiliz ve Amerikan edebiyatlarının diğer ülke edebiyatlarıyla karşılaştırılmasının bir ayrıcalık olduğunu belirtti. Sonuçta önümüzdeki dönemde "Karşılaştırmalı Edebiyat" bölümüne "İngilizce Öğretmenliği Sertifika Programı'na" katılma hakkı verilebileceğini söyledi. Zaten bu konuyla ilgili daha önce görüştüğüm MEB Talim Terbiye Kurulu Başkanı Prof. Dr. İrfan Erdoğan da aynı fikirde. Bu durumda Karşılaştırmalı Edebiyat bölümünün, İngilizce Öğretmenliği hakkını değerli komisyon üyelerinin bir kez daha inceleyeceklerine inanıyor ve gençler adına şimdiden teşekkür ediyorum.
AB eğitimde 29 kritere göre değerlendirme yapıyor. Eğitim alanındaki çalışmaları 13 ana başlık altında toplayan AB, değerlendirmede, öğretmenlerin yaş dağılımından öğretmen başına düşen öğrenci sayısı, ortaöğrenimi tamamlayanların oranı, fen, matematik ve teknoloji bölümlerinde okuyanların oranı, eğitime yapılan harcama, yabancı dil öğrenimi ve mesleki eğitim saatlerine uzanan göstergeleri esas alıyor.
Ortaöğretimde yabancı dil alanına özel ilgisi olan öğrencilerin ilgi, istek ve ihtiyaçlarına cevap verebilmek amacıyla müfredata ağırlıklı olarak dil dersleri konuldu. Yabancı dil öğrenimi ağırlıklı olarak ilköğretimde 4. sınıftan başlatıldı. AB ve OECD ülkelerinde olduğu gibi yabancı dili günlük hayatta kullanılabilir kılmak amacıyla, interaktif yaklaşım esas alınarak, öğretim programları ve haftalık ders saati sayıları belirlendi.

Öğretmenlik hakkı verilmeli
Yabancı dilde interaktif yaklaşım sisteminin iyi yürümesi için İngilizce öğretmeni açığı olmaması gerekiyor. MEB ve YÖK bunun için üniversitelere "İngilizce Öğretmenliği Sertifikası Programı" açma izni verildi. Bu programlara İngiliz Dili ve Edebiyatı, Amerikan Kültürü ve Edebiyatı, İngilizce MütercimTercümanlık, İngilizce Dil Bilimi son sınıf veya mezunları katılabiliyor. Programda İngilizce, Takviyeli İngilizce, İkinci Dil İngilizce, Mesleki İngilizce, Dil Bilim, Türkçe, Güzel Konuşma ve Yazma ile bu alana yönelik programlardan mezun olmayanlar bakımından öğrenimi itibariyle atanabileceği alan dersleri veriliyor.
Ne yazık ki, ÖSS-Y Dil puanıyla öğrenci kabul eden, 1 yıl hazırlık artı 4 yıl lisans programı olmak üzere yüzde 100 İngilizce eğitim yapan Karşılaştırmalı Edebiyat Bölümü bu listede yok. Oysa ki, İngiliz ve Amerikan edebiyatlarının temel alındığı bu bölümde dil hazırlık eğitimi zorunlu. Bunun yanı sıra lisans eğitimi süresince gerekli krediler kadar yabancı dil dersi alınıyor. Programın bu özellikleri düşünüldüğünde öğrencilerin "İngilizce Öğretmenliği'ne" ilişkin yeterlilikleri sağlanıyor.

Gelişmiş ülkelerdeki üniversitelerde, başta ABD, İngiltere, Almanya ve Fransa olmak üzere birçok ülkede yıllar önce kurulmuş Karşılaştırmalı Edebiyat bölümlerinin görevi ve işlevi, farklı dillerde yazılmış iki eseri konu, düşünce ya da biçim bakımından incelemek, ortak, benzer ve farklı yanlarını saptamak, nedenleri üzerine yorumlar getirmek. Bu da, hem birey olarak bizlerin, hem de yeryüzündeki ulusların birbirlerini iyi anlamalarına, yıllar yılı oluşa gelmiş önyargıların ortadan kalkmasına yardımcı olacak.
Hüseyin Çelik'in İngilizce öğrenimine ne kadar ciddi baktığını biliyorum. Sayın Bakan'dan Karşılaştırmalı Edebiyat Bölüm mezunlarına da "İngilizce Öğretmenliği Sertifikası" hakkı verilmesi konusunu bir kez daha değerlendirmesini rica ediyorum. Özellikle İngilizce eğitimini üst düzeyde alan bu gençlere hepimizin sahip çıkması gerektiğine inanıyorum. Bu bölümü, MEB'in 119 sayılı kararın ek çizelgesinde görmek onları çok mutlu edecek.
19.12.2007 tarihli Sabah Gazetesi arşivinden

Devamı...

20 Ağustos 2009 Perşembe

Karşılaştırmalı Edebiyat ve AB



Milli Eğitim Bakanlığı (MEB) ortaöğrenimi yeniden yapılandırdı. Buna göre tüm genel ve mesleki-teknik orta öğrenimde süre 4 yıla çıktı. Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik "AB'nin önünde eğitim, araştırma, bilim, istatistik gibi konular öncelikli" diyerek 4 yıllık eğitimin gerekçesini belirtti.


AB ile üyelik süreci görüşmeleri süren Türkiye'nin görüşmelerde eğitim, bilim ve kültürdeki başlıkları başarıyla tamamlandı. AB, eğitimde 29 kritere göre değerlendirme yapıyor. Eğitim alanındaki çalışmaları 13 ana başlık başlık altında toplayan AB, değerlendirmede, öğretmenlerin yaş dağılımından öğretmen başına düşen öğrenci sayısı, ortaöğrenimi tamamlayanların oranı, fen, matematik ve teknoloji bölümlerinde okuyanların oranı, eğitime yapılan harcama, yabancı dil öğrenimi ve mesleki eğitim saatlerine uzanan göstergeleri esas alıyor.
Yabancı dil alanına özel ilgisi olan öğrencilerin ilgi, istek ve ihtiyaçlarına cevap verebilmek amacıyla müfredata ağırlıkla olarak dil dersleri konuldu. Haftalık ders saati sayıları, ders çeşitliliği ve yükü azaltılarak, haftalık ders saatleri ve yükü AB ülkeleri ile uyumlu hale getirildi. Yabancı dil öğrenimi ağırlıklı olarak ilköğretimde 4. sınıftan başlatıldı. AB ve OECD ülkelerinde olduğu gibi yabancı dili günlük hayatta kullanılabilir kılmak amacıyla, interaktif yaklaşım esas alınarak, öğretim programları ve haftalık ders saati sayıları belirlendi.

Talim Terbiye Kurulu karar verecek


Yabancı dilde interaktif yaklaşım sisteminin iyi yürümesi için İngilizce öğretmeni açığı olmaması gerekiyor. MEB ve YÖK bunun için üniversitelere "İngilizce Öğretmenliği Sertifikası Programı" açma izni verdi. Bu programlara İngiliz Dili ve Edebiyatı, Amerikan Kültürü ve Edebiyatı, İngilizce Mütercim-Tercümanlık, İngilizce Dil Bilimi son sınıf veya mezunları katılabiliyor. Programda İngilizce, Takviyeli İngilizce, İkinci Dil İngilizce, Mesleki İngilizce, Dil Bilim, Türkçe, Güzel Konuşma ve Yazma ile bu alana yönelik programlardan mezun olmayanlar bakımından öğrenimi itibarıyla atanabileceği alan dersleri veriliyor.
Ne yazık ki, Osmangazi ve İstanbul Bilgi üniversitelerinin bünyesinde bulunan, ÖSSY Dil puanıyla öğrenci kabul eden, 1 yıl hazırlık artı 4 yıl lisans programı olmak üzere yüzde 100 İngilizce eğitim yapan Karşılaştırmalı Edebiyat Bölümü bu listede yok. Bunun sonucu Karşılaştırmalı Edebiyat mezunları listedeki bölümlerle aynı İngilizce eğitimi almalarına rağmen "İngilizce Öğretmenliği Sertifika Programı'na" başvuramıyor. Bu olumsuzluğu gören Talim ve Terbiye Kurulu, Karşılaştırmalı Edebiyat Bölümü son sınıf veya mezun öğrencilerinin de "İngilizce Öğretmenliği Sertifika Programı'na" başvurabilmeleri için gerekli çalışmaları başlattı.
İngiliz ve Amerikan edebiyatının temel alındığı bu bölümde dil hazırlık eğitimi zorunlu. Bunun yanı sıra lisans eğitimi süresince gerekli krediler kadar yabancı dil dersi alınıyor. Programın bu özellikleri düşünüldüğünde öğrencilerin "İngilizce Öğretmenliği'ne" ilişkin yeterlilikleri sağlanıyor. Özellikle vakıf üniversitelerinin ve özel okulların ihtiyaç duyduğu bu gençlere duyarlılık gösteren kurul üyelerini kutluyorum.
13 Kasım'da başlayıp 17 Kasım'da sona erecek olan 17. Milli Eğitim Şurası'na davet edildim. Bana gösterilen güvenden dolayı çok mutlu oldum. Ancak bu tarihlerde ÖSS ile ilgili konferans programlarım çakıştığı için katılamıyorum. Başta değerli Bakanım Sayın Hüseyin Çelik olmak üzere, tüm MEB camiasından özür dilerim.

15.11.2006 tarihli Sabah Gazetesi arşivinden

Devamı...

22 Temmuz 2009 Çarşamba

Ders İzlekleri ve Kaynak Kitaplar-2



Edebiyat ve Hukuk sitesinin sahibi sayın Öykü Didem Aydın, "Karşılaştırmalı Edebiyat Bilimi -Dünya Edebiyatı I: Temel Liste" başlığı altında, biri uzun biri kısa olmak üzere iki liste yayınlamış. Kendisi bu çalışmayı, Alman üniversitelerinden derlediğini belirtiyor ve özellikle Türkçe eserlere karşılaştırmalı edebiyat kanonunda seyrek yer verilmesine üzüldüğünü dile getiriyor.

Sitemizde daha önce yayınladığımız kaynak kitap ve okuma listesi ile ortak isimler taşıyan bu değerli çalışma için Sayın Aydın'a komparatistler olarak teşekkür ederiz.
Sitemizde Kısa Listenin sadece bir bölümünü yayınlıyor ve gerisini incelemeleri için edebiyatçıları Edebiyat ve Hukuk adresini ziyaret etmelerini öneriyoruz.


KÜÇÜK LİSTE


1 Homer: Odyssee

2 Sophokles: Kral Ödipus

3 Dante: İlahi Komedya

4 Boccaccio: Decameron (Dekameron)

5 Shakespeare: Hamlet

6 Cervantes: Don Quijote

7 Calderón: Hayat Rüya (veya Hayat Bir Rüyadır)

8 Sterne: Tristram Shandy

9 Goethe: Faust I ve II

10 Poe: Morg Sokağı Cinayeti

11 Flaubert: Madam Bovary

12 Dostoevskij: Suç ve Ceza

13 Proust: Kayıp Zamanın İzinde

14 Kafka: Başkalaşım

15 Joyce: Ulysses

20) Sophokles: Antigone; Oidipus tyrannos (Kral Ödipus)

21) Euripides: Medeia; Iphigeneia he en Taurois

22) Aristophanes: Nephelai (Bulutlar); Lysistrate

23) Platon (Eflatun): Symposion

24) Lukian: Theon dialogoi* (Tanrı Diyalogları)

25) Heliodor: Aithiopika* (Theagenes ve Charikleia)

26) Plautus: Amphitruo

27) Lukrez: De rerum natura* (Şeylerin Doğasından)

28) Properz: Elegiae*

29) Vergil: Bucolica (Çoban Hikayeleri); Aeneis

30) Horaz: Satirae*

Devamı...

7 Haziran 2009 Pazar

Montaigne Denemeler Bölüm-3


İNSAN VE ÖTESİ

Kendini beğenmek insanın özünde, yaratılışında olan bir hastalıktır.
İnsan yaratıkların en zavallısı, en cılızıdır öyleyken en mağruru da
odur. Şurada, dünyanın çamuru ve pisliği içinde oturduğunu, evrenin
en kötü, en ölü, en aşağı katında, göklerin kubbesinden en uzakta, üç
cinsten yaratıkların en kötü haldekileriyle birlikte, dünya evinin en alt
katına bağlı ve çakılı olduğunu bilir, görür ve yine hayaliyle, aydan
yukarılara çıkıp gökleri ayaklarımın altına indirmek sevdasıyla yaşar.

Aynı hayal gücüyle kendini tanrıyla bir görür; kendisine tanrısal
özellikler verir; kendini öteki yaratıklar sürüsünden ayırıp kenara
çeker, arkadaşları, yoldaşı olan varlıklara yukardan bakar; her birine
uygun gördüğü ölçüde güçler ve yetenekler dağıtır.

Biz insanlar öteki yaratıkların ne üstünde ne altındayız. Bilge der ki,
göklerin altındaki her şey, aynı yasanın ve aynı yazgının
buyruğundadır.

Indupedita suis fatalibus omnia vinclis. (Lucretius)

Her şey, kırılmaz zincirleriyle bağlı yazgının.

Bazı ayrılıklar, düzeyler ve dereceler vardır; ama her şeyde aynı
doğanın yüzü görülür.

Res quoeque suo ritu procedit, et ommes

Foedere naturae certo discrimina servant (Lucretius)

Her şey kendine göre gelişir ve hepsi

Sürdürür doğa düzeninin ayrılıklarını. (Kitap 11, bölüm 12)


EVİNİ KORUMA

Bunca bekçili, silahlı evler yok oldu gitti de benimki niçin duruyor?
Anlaşılan, diyorum, o evler bekçili, silahlı oldukları için yok olup
gittiler. Korunmak saldırana hem istek veriyor, hem de hak
kazandırıyor: Her korunma savaşçı bir kılığa girer ister istemez.
(Kitap 2, bölüm 15)

Bilinecek, bilinince de daha fazla hatırı sayılacak diye iyi adam olan,
insanların kulağına gitmesi koşuluyla iyilik eden kişi, kendisinden
fazla yarar sağlanabilecek bir insan değildir. (Kitap 2, bölüm 16)

AŞK ÜSTÜNE

Kitapları bir yana bırakır da dobra dobra konuşursak, aşk dediğimiz
şey, arzulanan bir varlıkta bulacağımız tada susamaktan başka bir şey
değildir, gibi geliyor bana. Venüs'ün bize verdiği şey sonunda bir
boşalma hazzı değil mi? Tıpkı doğanın başka taraflarımızın
boşalmasına kattığı haz gibi. Bu haz ölçüsüzlük yahut hayasızlık
yüzünden kötülük haline geliyor. Sokrates'e göre aşk, güzelliğin
aracılığıyla çoğalma arzusudur. Ama nedir, bu hazzın insana verdiği o
acayip gıdıklama, Zenon'u, Kratippos'u düşürdüğü o delice, budalaca,
saçma sapan haller, bizi sürüklediği o uygunsuz azgınlık, aşkın en tatlı
anında o alev saçan, kudurmuş, zalim surat, sonra nedir o birden
kabarıp böbürlenme, bu kadar çılgınca bir işin içinde o ciddileşip
kendinden geçme? Hem ne diye hazlarımızla pisliklerimizi sarmaş
dolaş edip hep bir yere koymuşlar? Ne diye insan hazzın son
kertesinde acı çeker gibi, ölecek gibi inlemekli oluyor? Bunlara
bakınca, Platon'un dediği gibi, tanrıların insanı kendilerine oyuncak
diye yarattıklarına inanasım geliyor. İnsanların bu en bulanık, en
karışık işinin en ortak işleri olması da doğanın bir cilvesidir, diyorum.
Böylelikle bizi denkleştirmek, akıllılarla delileri, insanlarla hayvanları
birleştirmek istemiş. İnsanların en ağırbaşlısını o bilinen hal içinde bir
düşündüm mü, bütün ağırbaşlılığı bir yapmacık oluverir. Tavus
kuşuna haddini bildiren ayaklarıdır.

Oyun arasında ciddi düşüncelere yer vermeyenler, bir aziz heykelinin
karşısında, önü açık diye, dua etmekten çekinenler gibidir. Biz de
pekala hayvanlar gibi yeriz, içeriz; ama bunlar ruhumuzun göreceği
işlere engel olmaz, bu işte hayvanlara üstünlüğümüzü gösterebiliriz.
İşte gelgelelim öteki iş bütün düşünceleri, Platon'un bütün felsefesini
ve ilahiyatını emri altına alır, amansız hışmıyla bizi, hem de seve seve,
insanlığımızdan çıkartıp hayvanlaştırır. Başka her yerde az çok nazik
olabilirsiniz; başka her iş kibarlık kurallarına uydurulabilir, ama bu
işin hayvanca ve gülünç olmayan şekli düşünülemez bile. Bir arayın
da bulun bakalım bu iş bilgece ve edepli bir şekilde nasıl yapılabilir?
Büyük İskender, herkes gibi bir ölümlü olduğunu bir bu işte, bir de
uyumada anladığını söylermiş. Uyku ruhun kötü güçlerini sarıp
yokeder, bu iş de hepsini kaplayıp darmadağın eder. Onu sadece
mayamızdaki bozukluğun değil, hiçliğimizin, noksanlığımızın bir
belirtisi sayabiliriz kuşkusuz.

Doğa bir yandan bizi bu arzuya doğru sürer, gördüğü işlerin en
soylusunu, en yararlısını, en güzelini de ona bağlamıştır bir yandan da
bizi bırakır, onu kötüleriz, ondan ayıp, günah diye utanır kaçarız,
perhizi sevap sayarız. Bizi yaratan işi hayvanlık saymaktan daha
büyük hayvanlık mı olur? Türlü ulusların dinlerinde vardıkları,
kurban, mum yakma, oruç, adak gibi ortak taraflardan biri de cinsel
arzunun kötülenmesidir. Onun bir cezalanması demek olan sünnet bir
yana, bütün kanılar bu konuda birleşir. Hoş, bir bakıma insan denilen
bu budala varlığı yaratma işini ayıplamakta, bu işe yarayan
taraflarımızdan utanmakta pek de haksız değiliz ya... İnsanın
doğuşunu görmekten herkes kaçar, ama ölümünü görmeye hep koşa
koşa gideriz. İnsanı öldürmek için gün ışığında, gelmiş meydanlar
ararız, ama onu yaratmak için karanlık köşelere gizleniriz. İnsanı
yaparken gizlenip utanmak bir ödev, onu öldürmesini bilmekse birçok
erdemleri içine alan bir şereftir. Biri günah, öteki sevaptır. Aristoteles
ülkesinin bir deyimine göre birini iyileştirmenin öldürmek anlamına
geldiğini söyler.

Bazı uluslar yemek yerken başlarını bir örtüyle kaparlarmış. Bir
bayan tanırım, hem de en büyüklerden bir bayan, o da aynı kafada:
Çiğnemek hiç güzel bir hareket değilmiş, kadının zerafetine,
güzelliğine çok zarar verirmiş. Bu bayan iştahı olduğu zaman
herkesten kaçarmış. Başka bir adam bilirim ne başkalarını yemek
yerken görmeye, ne de başkalarının kendini yerken görmesine
katlanamaz. Karnını doldurmak, içini boşaltmaktan çok daha ayıp bir
iştir. Türk padişahının ülkesinde birçok insanlar varmış ki
başkalarından üstün sayılmak için kendilerini yemek yerken
göstermezlermiş, haftada bir tek öğün yerlermiş, yüzlerini gözlerini
param parça ederlermiş, kimselerle de konuşmazlarmış. Bu softalar
demek doğayı bozdukça değerlendireceklerini, yaratılışlarını hor
görmekle yükseleceklerini, ne kadar kötüleşirlerse, o kadar
iyileşeceklerini sanıyorlar. Şu insan ne korkunç bir hayvan ki, kendi
kendinden bu kadar iğreniyor, kendi zevklerini başının belası sayıyor.
Hayatlarını gizleyen, başkalarının gözüne görünmekten kaçan insanlar
da var. Sağlık, sevinç içinde olmak onlar için en zararlı, en belalı
hallerdir. Değil yalnız birçok tarikatlar, birçok uluslar var ki
doğuşlarına lanet eder, ölümlerine şükrederler. Güneşe lanet edip
karanlıklara tapanlar bile var. Biz insanlar kendimizi kötülemeye
gösterdiğimiz zekayı hiçbir yerde gösteremeyiz. Kafamızın, o her şeyi
bozabilen tehlikeli aletin peşine düştüğü, öldürmeye kastettiği av
kendi kendimizdir.

O miseri! quorum guadia crimen habent. (Gallus)

Ah zavallılar, sevinçlerini suç sayanlar.


Bre zavallı insan, az mı derdin var ki kendine yeni dertler
uyduruyorsun. Az mı kötü haldesin ki, bir de kendi kendini
kötülemeye özeniyorsun. Ne diye yeni çirkinlikler yaratmaya
çalışıyorsun? İçinde ve dışında zaten o kadar çirkinlikler var ki! O
kadar rahat mısın ki rahatının yarısı sana batıyor? Doğanın seni
zorladığı bütün yararlı işleri gördün bitirdin, işsiz güçsüz kaldın da mı
başka işler çıkarıyorsun kendine? Sen tut, doğanın şaşmaz, hiçbir
yerde değişmez yasalarını hor görür, sonra o senin yaptığın, bir taraflı
acayip, uygunsuz yasalara uymaya çabala. Üstelik bu yasalar ne kadar
özel, dar, dayanıksız, gerçeğe aykırı olursa çabaların da o ölçüde
arıtıyor senin. Mahalle papazının sana emrettiği gündelik işlere sıkı
sıkıya bağlanırsın; tanrının, doğanın emirleri umurunda değildir. Bak,
bir düşün bunlar üzerinde: Bütün yaşamın böyle geçiyor. (Kitap 3,
bölüm 5)


Kaynak: MONTAIGNE, DENEMELER; Çev. Sabahattin EYUBOĞLU, Cem yayınevi


Devamı...

6 Haziran 2009 Cumartesi

Montaigne Denemeler Bölüm-2




HAYAT VE FELSEFE

Çok gariptir; çağımızda işler o hale geldi ki felsefe, anlayışlı insanlar
arasında bile, ne teorik ne pratik hiçbir yararı ve değeri olmayan boş
ve kuru bir laf olup kaldı. Bence bunun nedeni, felsefenin ana
yollarını sarmış olan safsatalardır. Felsefeyi, çocuklar için ulaşılmaz,
asık suratlı, çatık kaşlı ve belalı göstermek büyük bir hatadır. Onun
yüzüne bu sahte, bu kaskatı bu çirkin maskeyi kim takmış? O ki hep
bayram ve hoş zaman içinde yaşamayı emreder bize. Gamlı ve buz
gibi soğuk bir yüz içimizde felsefenin barınamadığını gösterir.
Felsefeyi barındıran ruh, kendi sağlığıyla bedeni de sağlam etmeli.
Huzur ve rahatın ışığı ta dışardan görünmelidir. Dış varlığı kendi
kalıbına uydurmalı ve böylece ona sevimli bir gurur, hareketli ve
neşeli bir tavır, memnun ve güleryüzlü bir hal vermelidir. Bilgeliğin
en açık görüntüsü, sürekli bir sevinçtir. Onun durumu, aydan daha
yukarda olan şeylerin durumu gibidir. Hem de rahat. Müritlerini
çamur ve kir içinde yaşatan felsefe değil, Barocco ve
Baralipton'culardır. (Skolastikte bazı önerme türleriyle ilgili uydurma
sözcükler.) Onlar felsefenin yalnız adını duymuşlardır. Yoksa nasıl
olur? Felsefe ruhun fırtınalarını dindirmeyi, açlığı ve hastalığı gülerek
karşılamayı, birtakım uydurma müneccim işaretleriyle değil, doğal ve
somut yollarla öğretmeye çalışır. Felsefenin amacı erdemdir; bu
erdem de, medresenin söylediği gibi, sarp, yalçın ve çıkılmaz bir
dağın başına dikilmiş değildir. Ona yaklaşanlar, tersine güzel,
bereketli ve çiçekli bir ova içinde görürler onu. Orada erdem yine her
şeyden yüksektedir; fakat yerini bilen olunca, ona gölgeli, çimenli,
güzel kokulu yollardan, güle söyleye, göklerin kubbesi gibi rahat ve
dümdüz bir inişle varılabilir. Bazıları bu yüksek, bu güzel, bu zafer
sevinci dolu, aşk dolu, tadına doyulmaz, yiğitliğine ulaşılmaz erdemin,
tatsızlığa, rahatsızlığa, korkuya, zorbalığa açıkça ve amansızca
düşman olan, kendine doğayı kılavuz, mutluluğu ve zevki eş bilen
erdemin semtine uğramadıkları için gitmişler, güçsüzlüklerine uygun
olarak, böyle kasvetli, titiz, somurtkan, eli sopalı, asık suratlı,
anlamsız bir erdem örneği tasarlamışlar ve onu, insanları korkutmaya
mahsus bir umacı gibi, dünyadan uzak bir kayalığın üstüne,
dikenlikler arasına koymuşlar...

Gerçek erdem zengin, kudretli ve bilgili olmasını, mis kokulu
yataklarda yatmasını bilir. Hayatı sever; güzelliği de, şanı ve onun da,
sağlığı da sever. Fakat onun öz be öz işi, bu nimetler ölçü ile
kullanmasını ve yiğitçe bırakıp gitmesini bilmektir: Çetinliğinden çok
daha fazla büyüklüğü olan bir iş, ki onsuz her hayat bozuk, karışık ve
şekilsizdir ve bu yüzden tehlikeli engeller, dikenlikler ve ejderhalarla
dolmaya elverişlidir. Eğer eğitilecek genç, acayip yaratılışlı olur da
güzel bir yolculuk hikayesi, yahut anlayabileceği bir felsefe konusu
yerine masal dinlemeyi yeğ tutarsa, arkadaşlarının genç dinç
yüreklerini coşturan davullar çalındığı zaman o, kendisini hokkabaz
oyunlarına çağıran arkadaşının yanına giderse, bir savaştan toz
toprağa ve zafere bürünüp dönmeyi, top oyunundan yahut balodan bir
armağanla dönmekten daha hoş ve daha çekici bulmazsa, bu genç için
bir tek çare görüyorum: Eğitmeni onu daha çocukken, kimseye
duyurmadan boğar; yahut da bu gence, bir düka'nın oğlu bile olsa
herhangi bir şehirde pastacılık yaptırılır. Platon der ki, çocuklara
babalarının yeteneklerine göre değil, kendi yeteneklerine göre meslek
bulmak gerekir.

Mademki asıl felsefe bize yaşamayı öğreten felsefedir ve mademki
çocuğun da öbür yaştakiler gibi, ondan alacak olduğu dersler vardır,
niçin çocuğa felsefe öğretilemezmiş:

Udum et molle lutum est; nunc properandus, et acri Fingendus sine
fine rota (Persius)

Çamur yumuşak ve ıslak; çabuk, çabuk olalım. Durmadan dönen
çark biçim versin ona.

Bize yaşamayı ömür geçtikten sonra öğretiyorlar. Cicero dermiş ki,
iki insan hayatı yaşayacak olsam bile, lirik şairleri incelemeye zaman
harcamam. Bence bu dırdırcılar daha hazin bir şekilde yararsızdır.
Çocuğumuzun o kadar yitirecek zamanı yoktur: Pedagogların elinde
ancak hayatının ilk on beş, on altı yılını geçirebilir: Geri kalan zaman
hayatındır. Bu kadar kısa bir zamanı zorunlu bilgilere verelim; üst
yanı emek israfıdır. Hayatımızın işine yaramayan bütün bu çetrefil
diyalektik oyunlarını kaldırıp atın; iyi seçmesini ve iyi açıklamasını
bilmek koşuluyla basit felsefe konuları alın: Bunlar Boccacio'nun
masalından daha kolay anlaşılır. Bir çocuk buları sütnineye verildiği
andan itibaren okuma yazmadan çok daha kolay öğrenebilir.

Felsefenin insanlara, yaşamaya başlarken de, ölüme doğru giderken
de söyleyecekleri vardır. (Kitap 1, bölüm 26)

YASALAR ÜSTÜNE

Yasalar doğru oldukları için değil yasa oldukları için yürürlükte
kalırlar. Kendilerini dinletmeleri akıl dışı bir güçten gelir, başka bir
şeyden değil. Mistik olmak işlerine gelir. Yasa koyanlar da çok kez
budala, ya da eşitlik korkusuyla haksızlığa düşen kimselerdir. Nasıl
olursa olsunlar, insandırlar sonunda, her yaptıkları şey ister istemez
sudan ve değişkendir.

Yasalardan daha çok, daha ağır, daha geniş haksızlıklara yol açan ne
vardır? (Kitap 3, bölüm 13)

Bir filozofu çiftleşirken yakalayıp, ne yapıyorsun diye sormuşlar: Bir
insan ekiyorum diye cevap vermiş serinkanlılıkla ve hiç utanmadan.
Sarmısak ekerken görülmekle bu işi yaparken görülmek arasında
ayrım yokmuş onun için. (Kitap 2, bölüm 12)

BİLGİ VE DÜŞÜNCE

Öğrenimden kazancımız daha iyi ve daha akıllı olmaktır. Epiharmus
(Pythagoras okulundan bir filozof.) der ki, insan düşünce ile görür ve
duyar; her şeyden yararlanan her şeyi düzene sokan, başa geçip
yöneten düşüncedir; geri kalan her şey kör, sağır ve cansızdır. Şu
kesin ki çocuğa kendiliğinden bir şey yapmak özgürlüğünü
vermemekle onu korkak bir köle durumuna sokuyoruz. Retorika ve
gramer üstüne, Cicero'nun şu veya bu cümlesi üstüne öğrencisinin ne
düşündüğünü kim sormuştur? Bunları Tanrı sözü gibi belleğimize
basmakalıp yapıştırırlar; harfler ve sözcükler, anlatılan şeyin kendisi
haline gelir. Ezber bilmek, bilmek değildir; belleğimize emanet edilen
her şeyi saklamaktır. İnsan, kendiliğinden bildiği her şeyi ustasına
bakmadan, kitaptaki yerini aramadan, istediği gibi kullanır. Tümüyle
kitaptan bir bilgi ne sıkıcı bilgidir! Böyle bir bilgi bir süs olarak
kullanılsın: Ama temel olarak değil. Nitekim Platon, gerçek felsefenin
sağlam irade, inanç ve dürüstlük, amaçları başka olan öteki
bilimlerinse yalnızca süs olduğunu söyler. (Kitap 1, bölüm 26)

YAŞAMAK VE ÇALIŞMAK

Doğa bir ana gibi davranmış bize: İstemiş ki ihtiyaçlarımızı
gidermek zevkli bir iş de olsun üstelik: Aklımızın istediği şey,
iştahımızın da aradığı şey olsun: Onun kurallarını bozmaya hakkımız
yok.

Caesar'ın ve İskender'in, en büyük işleri başarırken, doğal ve budan
ötürü gerekli ve akla uygun zevkleri bol bol tattıklarını görünce, buna
ruhu gevşemek demem; tersine, o zor işleri ve yorucu düşünceleri dinç
bir yürekle günlük hayatın bir parçası haline sokmak, ruhu
sağlamlaştırmaktır derim. Zevklerin gündelik zaferlerini olağanüstü iş
saymışlarsa bilge adamlarmış. Biz pek şaşkın varlıklarız: Filanca
hayatını işsiz güçsüz geçirdi, deriz; bugün hiçbir şey yapmadım, deriz
-Bir şey yapmadım ne demek? Yaşadınız ya! Bu sizin yalnız başlıca
işiniz değil, en parlak, en onurlu işinizdir: Bana büyük işler çevirmek
olanağını verselerdi, neler yapmaya gücüm olduğunu gösterirdim,
deriz. Önce siz kendi hayatınızı düşünmeyi, çevirmeyi bildiniz mi?
Bildinizse bütün işlerin en büyüğünü görmek için büyük fırsatlara
ihtiyaç yoktur hangi mevkide olursa olsun, perde arkasında da, perde
önünde de insan kendini gösterir. Bizim işimiz kitap doldurmak değil,
ahlakımızı yapmaktır; savaşmak ülke kazanmak değil, yaşayışımıza
dirlik düzenlik getirmektir; En büyük en onurlu eserimiz doğru dürüst
yaşamaktır. Geri kalan her şey, başa geçmek, para yapmak, binalar
kurmak, nihayet ufak tefek eklentiler, yollardır. Bir komutanın, az
sonra hücum edecek olduğu bir kalenin eteğinde dostlarıyla tümüyle
serbest ve rahatça, kaygısızca sohbete dalması, Brutus'un herkesin
kendisine ve Roma'nın özgürlüğüne karşı pusu kurduğu bir sırada
gece dolaşmalarından birkaç saat çalarak tam bir sessizlik içinde
Polybius'u okuyup notlar yazması ne güzel bir şey! Düşündükçe içim
açılır. Ancak küçük ruhlar işlerin ağırlığı altında ezilir; onlardan
sıyrılmayı, bir yerde durup yeniden başlamayı bilmezler.


O fortes pejoraque passi

Mecum saepe viri, nunc vino pellite curas;

Cras ingens iterabimus aequor. (Horatius)

Ey benimle bunca çetin işler görmüş yiğitler,

Bugün, dertlerinizi şarapla giderin

Yarın engin denize açılacağız. (Kitap 3, bölüm 13)


RUH VE BEDEN

Güzellik, insanlar arasında, çok tutulan bir şeydir. Aramızda ilk
anlaşma onunla başlar. İnsan ne kadar vahşi, ne kadar kötü yaratılışlı
olursa olsun onun büyüsüne kapılmaktan kendini alamaz. Bedenin
varlığımızdaki payı ve değeri büyüktür. Bu bakımdan onun yapısına
ve düzenine verilen önem pek yerindedir. İki temel taşımızı (ruh ve
bedeni) birbirinden ayırmak, koparmak isteyenler yanılıyorlar tam
tersine onları çiftleştirmek, birleştirmek gerek. Ruhtan istenecek şey
bir köşeye çekilmek, kendi kendine düşünmek, bedeni hor görüp
kendi başına bırakmak değil (Hoş, bunu ancak sahte bir çeşit
maymunlukla yapabilir ya), ona bağlanmak, onu kucaklamak, sevmek,
ona arkadaşlık ve kılavuzluk etmek, öğüt vermek, yanlış yola saptığı
zaman geri çevirmek, kısacası onunla evlenmek, ona gerçekten bir
koca olmaktır. Ta ki ikisinin hareketleri arasında başkalık ve karşıtlık
değil, uygunluk ve benzerlik olsun.

Kaynak: MONTAIGNE, DENEMELER; Çev. Sabahattin EYUBOĞLU, Cem yayınevi

Devamı...

5 Haziran 2009 Cuma

Montaigne Denemeler Bölüm-1



OKUYUCUYA

Okuyucu, bu kitapta yalan dolan yok. Sana baştan söyleyeyim ki,
ben burada yakınlarım ve kendim dışında hiçbir amaç gütmedim. Sana
hizmet etmek yahut kendime ün sağlamak hiç aklımdan geçmedi;
böyle bir amaç peşinde koşmaya gücüm yetmez. Bu kitabı yakınlarım
için bir kolaylık olsun diye yazdım. İstedim ki beni kaybedecekleri
zaman (ki pek yakındır) hakkımda bildikleri, daha ayrıntılı ve daha
canlı olsun. Kendimi herkese beğendirmek niyetinde olsaydım, özenir,
bezenir, en gösterişli halimle ortaya çıkardım. Kitabımda sade, doğal
ve her günkü halimle, özentisiz bezentisiz görünmek isterim, çünkü
ben kendimi olduğum gibi anlatıyorum. Burada kusurlarım, nasıl bir
adam olduğum, edebin, terbiyenin izin verdiği ölçüde, açık olarak
görülecektir. Hala ilk doğa kanunlarının rahat serbestliği içinde
yaşadıkları söylenen insanlar arasında olsaydım, emin ol ki kendimi
tastamam ve çırılçıplak da gösterirdim. Kısacası, okuyucu, kitabımım
özü benim: Boş zamanlarını bu kadar sudan ve anlamsız bir konuya
harcaman akıl karı olmaz. Haydi uğurlar olsun.
(Montaigne 1 Mart 1580)



KENDİSİ

... Boyum ortanın biraz altında, bedenim sağlam yapılı ve toplucadır
yüzüm şişman değil, dolgundur; tabiatım, neşe ile hüzün arasında,
oldukça ateşli ve sıcakkanlıdır... Sağlığım, ta genç yaşımdan beri
düzgündür: Hastalığa tutulduğum azdır.

İşte ben böyle idim; kendimi, kırk yaşımı aşıp ihtiyarlığın yolunu
tuttuğum şu andaki halimle anlatmıyorum:

Minutatim vires et robur adultum

Frangit et in partem pejorem liquitur oetas (Lucretius)

Yıllar için için aşındırır

Olgunluk çağına varmış güçleri

Bundan sonraki halim ancak yarım bir varlık olacak; ben artık o ben
olmayacağım. Gün geçtikçe kendimden ayrılıyor, uzaklaşıyorum.

Singula de nobis anni proedandur euntes (Horatius)

Bir şey koparır bizden, yıllar, akıp giderken. (Kitap 2, bölüm 17)

DENEMELERİN KONUSU

Başkaları insanoğlunu yetiştiredursun ben onu anlatıyorum ve
kendimde, pek kötü yetişmiş bir örneğine gösteriyorum. Bu örneği
yeniden biçim vermek elimde olsaydı onu elbet olduğundan çok başka
türlü yapardım. Bir kez yapılmış artık. Şunu söyleyeyim ki, kendimi
anlatırken söylediklerim değişik ve değişken olmakla beraber hiç
gerçeğe aykırı değildir. Dünya durmayan bir salıncaktır: Orada her şey
toprak, Kafkas'ın kayalıkları, Mısır'ın piramitleri, hem çevresiyle
birlikte, hem de kendi kendine sallanır. Durmanın kendisi bile daha
ağır bir sallantıdan başka bir şey değildir. Konumu (kendimi) hep aynı
halde bulundurmak elimde değil. Doğal bir sarhoşlukla, salına serpile
yürüyüp gidiyor. Onu belli bir noktada, canımın istediği bir andaki
haliyle alıyorum. Duruşu değil, geçişi anlatıyorum: Fakat yaştan yaşa,
yahut halkın dediği gibi «yedi yıldan yedi yıla» geçişi değil, günden
güne, dakikadan dakikaya geçişi. Hikayemi saati saatine yazmam
gerekiyor. Az sonra değişebilirim. Yalnız halim değil, amacım da
değişebilir. Benim yaptığım, değişen ve birbirine benzemeyen olaylar,
kararsız ve bazen çelişmeli düşünceleri yazıya dökmektir. Acaba
benliğim mi değişiyor, yoksa aynı konulan ayrı koşullara ve ayrı
bakımlara göre mi ele alıyorum? Her ne hal ise, kendi kendimden
ayrıldığım oluyor. Fakat Demades'in dediği gibi, doğrudan hiç
ayrılmıyorum. Ruhum bir yerde durabilseydi, kendimi denemekle
kalmaz, bir karara varırdım: Ruhum sürekli bir arayış ve oluş içinde.
Anlattığım hayat basit ve gösterişsiz; zararı yok. Bütün ahlak felsefesi
sıradan ve kendi halinde bir hayata da girebilir, daha zengin, gösterişli
bir hayata da: Her insanda, insanlığın bütün halleri vardır.
(Kitap 3, bölüm 2)

Olgun bir okuyucu çok kez başkasının yazdıklarında yazarın
düşünmediği güzellikler bulur, okuduklarına daha zengin anlamlar ve
renkler kazandırır. (Kitap 1, bölüm 26)

Başkalarının bilgisiyle bilgin olabilsek bile, ancak kendi aklımızla
akıllı olabiliriz. (Kitap 1, bölüm 24)

KENDİMİZİ TANIMAK

Plinius'un dediği gibi, herkes kendisi için bir derstir elverir ki insan
kendini yakından görmesini bilsin. Benim yaptığım, bildiklerimi
söylemek değil, kendimi öğrenmektir; başkasına değil kendime ders
veriyorum. Ama bunları başkalarına da anlatmakla kötü bir iş
yapmıyorum: Bana yararı olan bu işin belki başkasına da yararı
olabilir. Zaten benim bir şeye dokunduğum yok. Yalnız kendimle
uğraşıyorum; delilik ediyorum, bundan zarar görecek başkası değil,
benim; çünkü bu öyle bir delilik ki bende başlayıp bende bitiyor,
hiçbir kötülüğe yol açmıyor. Eskilerden yalnız iki üçünün bu işi
denediğini söylerler; ama onların, yalnız adlarını bildiğimiz için
benim yaptığımın tıpkısını yapıp yapmadıklarını söyleyemeyiz.
Ruhumuzun ele avuca sığmayan akışını gözlemek, onun karanlık
derinliklerine kadar inmek, türlü hallerindeki bunca incelikleri
ayırdedip yazmak sanıldığından çok daha zahmetli bir iştir. Sonra bir
taraftan bu işin o kadar başka, o kadar garip bir zevki de var ki insanı
dünya işlerinden, hem de en değerli dünya işlerinden çekip alıyor.
Birkaç yıldır düşüncelerimin kendimden başka amacı yok; yalnız
kendimi sorguya çekiyor ve inceliyorum.

Başka bir şeyi incelediğim de oluyor ama, onu da hemen kendime
çekiyor, daha doğrusu, kendime mal ediyorum; daha az yararı olan
öteki bilimlerde olduğu gibi, bu bilimde öğrendiklerimi başkalarına
bildiriyorsam, bunda hiçbir kötülük görmüyorum. Şunu da söyleyeyim
ki öğrendiklerimle hiç de yetinmiyorum. İnsanın kendini
anlatmasından daha zor ve daha yararlı hiçbir şey yoktur. Üstelik,
meydana çıkmak için insanın süslenmesi, kendine çekidüzen vermesi
gerekiyor. Ben durmadan kendimi düzenliyorum, çünkü durmadan
anlatıyorum.

Kendinden sözetmeyi kötü görmek, yasak etmek adet olmuştur
çünkü kendinden sözetmek her zaman kendini övmek gibi görünür
kendini övmekse herkesin zıddına gider. Ama kendinden sözetmeyi
yasak etmek, çocuğun burnunu silecek yerde, burnunu koparmak olur.

İn vitium ducit culpae fuga (Horatius)

Kusur korkusuyla suç işliyoruz.


Bu tedbirde ben kardan çok zarar görüyorum, hatta kendimden
sözetmek mutlaka övünmek olsa bile ben asıl amacıma bağlı kalmak
için, kendimdeki bu hastalığı ortaya koyacak bir işten kaçınmamalıyım;
işlediğim, hem de edindiğim bu kusuru gizlememeliyim. Ama, bana
sorarsanız, birçokları içip sarhoş oluyor diye, şarabı yasak etmek
yanlıştır fazla kaçırılan şeyler hep iyi şeylerdir. Kendinden sözetmenin
kötü sayılması bence yalnız, halkın düşeceği kaba hatalardan ötürüdür.
Bu türlü kurallar budalalara vurulan dizginlerdir: Ne azizler -ki
kendilerinden pekala sözederler-, ne filozoflar, ne bilginler bu kuralları
dinler; onlara hiç benzememekle birlikte ben de bu kuralları
dinlemiyorum. Onların ereği kendilerini anlatmak değildir, ama sırası
gelince de kendilerini uluorta göstermekten çekinmezler. Sokrates
kendinden sözettiği kadar neden sözeder? Hep müritlerini de
kendilerinden sözetmeye, kitaplardan öğrendiklerini değil içlerinde olup
bitenleri anlatmaya dürtüklemez mi? Tanrıya ve rahibe kendimizden
sözetmiyor muyuz? Protestan komşularımız bunu halkın gözü önünde
yapıyorlar. Diyeceksiniz ki, onlara yalnız kötü taraflarımızı anlatırız.
Ama bu, her şeyi söylüyoruz demektir; çünkü iyi tarafımız da bütün
günahlardan arınmış değildir.

Benim mesleğim, sanatım yaşamaktır. Bana hayatımı duyduğum,
gördüğüm ve yaşadığım gibi anlatmamı yasak edenler mimara da
desinler ki, sen binalardan kendine göre değil başkasına göre, kendi
bilginle değil başkasının bilgisiyle sözedeceksin. Kimse sormadan
kendi değerlerini ortaya koymak bir övünme ise niçin Cicero
Hortentius'un, Hortentius Cicero'nun söz güzelliğini öne sürüyor?
Bana diyebilirler ki: Kendini kuru sözle değil işle ve eserle anlat. Ben
her şeyden önce düşüncelerimi anlatıyorum, bunlarsa ün ve eser haline
gelemeyecek kadar belirsiz şeyler: Onları söz haline getirmekte bile
güçlük çekiyorum. Birçok olgun ve değerli insanlar herhangi bir iş
görmekten kaçınmışlardır. Yaptığımız işler kendimizden çok
rastlantıların eseridir: Bu işler kendi özlerini belli ederler; beni ise
ancak şöyle böyle, belli belirsiz, parça parça gösterebilirler.
Ben kendimi olduğum gibi gösteriyorum: Öyle bir beden yapısı
koyuyorum ki ortaya bir bakışta damarları, kasları, her şeyi yerli
yerinde görüyorsunuz.

Öksürük, sararma, yahut yürek çarpması yalnız bedenin bir kısmını,
onu da şöyle böyle, gösterebilir. Ben yaptıklarımı değil, kendimi, öz
benliğimi anlatıyorum.

Bence insan ne olduğunu bilmekte dikkatli olmalı; iyi tarafını da,
kötü tarafını da aynı titizlikle ortaya çıkarmalıdır. Eğer ben kendimi
iyi ve olgun görseydim, bunu bağıra bağıra söylerdim. Kendimi
olduğumdan az göstermek, alçakgönüllülük değil, budalalıktır;
kendine değerinden az paha biçmek korkaklıktır, pısırıklıktır.
Aristoteles'e göre, hiçbir iyilik sahtelikle bir arada gitmez; doğru
hiçbir zaman yanlışa yer vermez. Kendini olduğundan fazla göstermek
de, çoğu kez gururdan değil budalalıktandır. Bence bu kendini
beğenme illetinin esası, kendinden pek fazla hoşlanmak, kendi
kendine hayasızca aşık olmaktır. Bunun en iyi çaresi, kendinden
sözetmeyi yasaklayan ve böylece bizi kendimiz üzerinde düşünmekten
büsbütün alıkoyanların dediklerinin tam tersini yapmaktır. Gurur
insanın düşüncesidir; söze dökülen onun pek küçük bir parçasıdır.
Bu adamlar öyle sanıyorlar ki insanın kendi üzerinde durması,
kendinden hoşlanması, hep kendisiyle uğraşması kendine fazla düşkün
olması demektir. Oysaki aşırı benciller kendilerini pek üstünkörü
bilenler, kendilerinden önce işlerine bakanlardır. Onlara göre kendi
kendisiyle başbaşa kalmak, sırtüstü yatıp vakit öldürmektir; ruhunu
zenginleştirmeye, kendini adam etmeye çalışmak boş hayaller
kurmaktır. Sanki kendimiz bizden ayrı, bize yabancı birisiymiş gibi.
Kendinden aşağıya bakıp da kendi kafasına hayran olan adam,
kendinden yukarıya, geçmiş yüzyıllara gözlerini kaldırsın; o zaman
yüzlerce devin ayakları altında kalacak ve burnu kırılacaktır. Kendi
mertliğiyle övünüp böbürleniyorsa, onu çok geride bırakan Scipion'un,
Epaminondas'ın, bunca orduların ve ulusların hayatlarını hatırlasın.
İnsan kendindeki eksik ve cılız değerleri, üstelik insan hayatının
hiçliğini hesaba katarak düşünecek olursa, hiçbir değeriyle övünmeye
kalkışmaz. Yalnız Sokrates, tanrısının dediğine uyup kendini
gerçekten tanımasını ve küçük görmesini bildiği için Bilge adını
almaya hak kazanmıştır. Kendini böylesine tanıyan adam istediği
kadar kendinden sözetsin. (Kitap 2, bölüm 6)

NASIL YAZMALI

Yazarken kitapları bir yana bırakır, aklımdan çıkarırım; kendi
gidişimi aksatırlar diye. Gerçekten de iyi yazarlar üstüme fena abanır,
yüreksiz ederler beni. Hani bir ressam varmış, kötü horoz resimleri
yapar ve uşaklarına, dükkana hiç canlı horoz sokmamalarını sıkı sıkı
tembih edermiş, ben de öyle. Hatta çalgıcı Antigenides'in bulduğu
çare benim daha işime gelirdi: Bir şey çalacağı zaman, kendinden
önce ve sonra halka doyasıya kötü şarkılar dinletirmiş. Böyle derim de
Plutarkhos'tan kolay kolay ayrılamam. O kadar dünyayı içine almış ki
bu adam, ne yapsanız, hangi olmayacak konuyu ele alsanız bir taraftan
gelir işinize karışır ve size türlü zenginlikler, güzelliklerle dolu cömert
bir el uzatır. Kendini her gelene bu kadar kolayca yağma ettirmesi
bayağı gücüme gidiyor. Şöyle biraz tuttunuz mu, kolu kanadı elinizde
kalıyor.

Ben gönlümce yazabilmek için evime çekiliyorum. Kimsenin bana el
uzatamayacağı, söz edemeyeceği yabancı bir ülkede oturuyorum. Öyle
bir yer ki tanıdığım hiç kimse okuduğu duanın Latince'sini bilmez,
hele Fransızca'sını hiç anlamaz. Başka yerde yazsam daha iyi
yazardım, ama yazdığım şey daha az benim olurdu. Oysaki benim
yazımda asıl aradığım tam anlamıyla kendimin olmasıdır. Ben
yazarken rastgele gittiğim için bol bol hatalara düşerim. Bunları
pekala düzeltebilirdim. Ama o zaman, benim adetim, malım olmuş
kusurları düzeltmekle kendi kendimi yanlış tanıtmış olurdum. Bana
dediler mi, yahut ben kendi kendime dedim mi ki: «Sen kaba kaba
benzetmeler yapıyorsun; bu sözcük Gaskonya kokuyor; bu sözün
tehlikeli (Ben Fransa sokaklarında söylenen hiçbir sözden kaçmam;
gramer adına kullanılan dile çatanlar benimle alay ederler); bak şu
cahilce söze; akla aykırı laf ediyorsun; fazla ileri gidiyorsun; sen
boyuna kendinle oynuyorsun, sahiden söylediğini de herkes
yalancıktan sanacak.» «- Doğru, derim; ama ben dikkatsizlikten gelen
hatalarımı düzeltsem bile, bende adet haline gelmiş olanları
düzeltemem. Ben hep böyle konuşmuyor muyum? Her yerde böyle çiğ
çiğ göstermiyor muyum kendimi? Sorun yok. Yazarken aradığım da
bu zaten. Herkes kitabımda beni, bende kitabımı görsün.»
(Kitap 3, bölüm V)

Odysseus'un dertlerini inceleyip kendi dertlerini bilmeyen dil
bilginleriyle, çalgılarını akort etmesini bilip de yaşayışlarını akort
etmesini bilmeyen müzikçilerle, adaletten sözetmeyi öğrenip adaleti
uygulamayanlarla alay edermiş kral Dionysius. (Kitap 1, bölüm 25)

Kaynak: MONTAIGNE, DENEMELER; Çev. Sabahattin EYUBOĞLU, Cem yayınevi

Devamı...

Site Hakkında...

Karşılaştırmalı Edebiyat şimdiye kadar
kez ziyaret edildi. İlginize teşekkür ederiz ::
© 2006-2010 9Kare.Net Yazı İşleri Ürünüdür :: iletişim ::
Resized Header Image Copyright © DHester by freewebpageheaders.com

© Blogger templates The Professional Template Tasarım: Ourblogtemplates.com 2008


PageRank Checking Icon

Takipçilerimiz