7 Aralık 2008 Pazar

Yeraltından Notlar-7




VII
— Keser misin Liza! Hangi kitaptan bahsediyorsun? Hiç de umurumda olmadığı halde, senin şu halin sinirimi bozuyor. Doğrusu, hiç umurumda değil de diyemem ama, şimdiye kadarki söylediklerim hep içimden gelen şeylerdi. Söyler misin, bu hayat sıkmıyor mu seni? Doğru, artık alışmış olmalısın... Alışkanlıkların insanı hangi yollara ittiği belli olmaz. Hiç düşünmüyor musun? Bir gün yaşlanacaksın, çirkinleşeceksin ve o zaman seni burada tutmayacaklar. Sana buranın iğrençliğinden daha fazla bahsetmeyeceğim. Sadece şunu söyleyeyim ki genç, güzel, alımlı, iyi bir kızsın... Fakat sarhoşluğun etkisi üzerimden gittiğinde, burada olmama karşı duyduğum pişmanlığı gideremedi bu. Anladım ki, ayıkken buraya asla gelmem ben.
Düşünüyorum da seninle başka bir yerde karşılaşsaydık ve sen de namusunla çalışıyor olsaydın, senden hoşlanmak değil, aşık olurdum. Senin bir tek lafın, bakışın beni deli eder, belki evinin önünde diz çökerek sana yalvanrdım. Nişanlım olarak görürdüm seni ve büyük bir mutluluk verirdi bu bana.


Asla senin için kötü şeyler düşünmezdim. Fakat, şimdi ne istesem yapmak zorundasın, sen istemesen bile... Köylüler, uşaklık yapmaya giderken, bunun her zaman böyle olmayacağını, bir gün serbest kalacaklarını bilir. Söylesene, sen ne zaman serbest kalacaksın? Üstelik neyini satıyor ve kiralıyorsun burada, farkında mısın? Bedenin değil sadece, ruhun da kullanılıyor...
Sarhoşun biri geliyor ve senin aşkını değersizleştiriyor. Sen de bunu kabul ediyorsun. Ama aşk... Aşk her şeydir... Aşk, bir genç kız için öyle değerlidir ki, dünyadaki tüm elmaslarla bile ölçülemez. Bu aşk uğruna her şeyini feda edecek, hayatını ortaya koyabilecek çok erkek vardır. Peki, senin aşkın ne kadar değerli? Her şeyinle satılıksın sen; ruhunla ve bedeninle... Seni elde edebilmek için senin sevginin olmasına hiç gerek yok. Daha rezil bir durum olacağını zannetmiyorum, yani bir genç kız için.
Duyduğum kadarıyla, patronlarınız sizi memnun etmek için birer dostunuz olmasına göz yumuyorlarmış. Böyle yaparak sizinle alay ediyorlar, tabii siz de kanıyorsunuz. "Dost" denen adam, gerçekten seviyor mu sizi? İmkânı yok! Seven bir adam, sevgilisini başka biriyle asla paylaşmaz. Eğer sevebiliyorsa midesiz bir erkektir. Bir erkeğin size saygı duyması mümkün değildir. Hiçbir yönünüz uyuşmaz. Bir erkeğin seni sevmesi nasıl olur, biliyor musun? Seni çırılçıplak soyar ve sonra da karşına geçerek alay eder... Üstelik dayak atmadığına da şükretmelisiniz. Eğer bir dostun varsa Liza, bir gün sor, "Benimle evlenir misin?" diye. Yüzüne tükürüp evire çevire dövmezse eğer, bir kahkaha patlatıp geçecektir. Üstelik hiç de işe yaramayan bir adamdır bu. Hayatını niçin tükettiğini anlayabiliyor musun? Neden sizi yedirip, içiliyorlar? Düşündün mü hiç? Namuslu bir kız burada her şeyi farkedeceği için bir lokma bile boğazından geçirmez. Hayatı
124
mz boyunca buraya borçlu kalacaksınız.
Eğer müşterileriniz sizden bıkarsa, patronlarınıza olan borcunuz da sona erecektir. Şu anda genç ve güzel olabilirsin, ama bu fazla da uzun sürmeyecek. Zaman öyle çabuk geçer ki, birden kendini kapının önünde bulursun. Elbette ki bu bahsettiklerim birdenbire olmaz, önce yaptıkları her şeyi senin burnundan getirirler; azarlarlar, seni ezerler...
Yaptığın her şey unutulur ve gençliğini, güzelliğini onlar için harcadığın görülmediği gibi, onları soyup soğana çevirmişsin, beş parasız kapı dışarı etmişsin gibi davranırlar. Eğer arkadaşlarının sana arka çıkacağını sanıyorsan çok yanılıyorsun, hepsi seni dışlayacaklardır. Patronlarına iyi görünmek için her şeyi yaparlar. Vicdansızdır bu insanlar, kimseye acımazlar. Öyle sefil bir hayat sürüyorsunuz ki, sizin küfürleriniz, hele aşağılayıp küçük görmeniz kadar iğrenç bir şey olamaz. Sahip olduğunuz her şeyi; sağlığınızı, gençliğinizi, hayallerinizi, kısaca tüm varlığınızı vermek zorunda kalırsınız ya da elinizden alırlar. Yirmi iki yaşındayken otuz beşlik kan gibi görünürsünüz. Tanrı'ya şükredin ki, bir de bulaşıcı bir hastalığınız yok. Ağır bir iş yapmıyorum diye düşünebilirsin, belki bu rahatlatıyordur seni; ama şunu söyleyeyim ki bu iş kadar ağır, yıpratıcı bir iş olamaz. Düşündükçe üzüntüden kahroluyorum. Bir gün mutlaka kovulacaksın buradan; sen de hiçbir şey yapamayacak ve çaresizlik içinde eşyalarını toplayıp gideceksin. Başka bir ev bulursun, sonra başka bir ev... En sonunda Sennaya sokağında bulursun kendini. Orada hiç durmadan döverler seni. Oradaki insanların okşamaları böyledir çünkü. Yoksa Sennaya sokağı için anlattıklarıma inanmıyor musun? Oraya git ve kendi gözlerinle gör. Bir keresinde, bir yılbaşı sabahı, böyle bir evin kapısının önünde bir kadın gördüm. Kadın çok ağladığı için, soğuktan donsun diye dışarı atmışlar,
125üstüne de kapıyı kilitlemişler. Sonra da onun bu haliyle eğleniyorlardı. Sabahın dokuzunda sarhoştu kadın. Saçları dağınık, üstü başı perişan bir haldeydi. Yediği dayaklardan dolayı her tarafı ezikler ve çürüklerle doluydu. Ağzının ve burnunun kenarından kanlar sızıyordu. Bir arabacı iyi benzetmişti anlaşılan. Kadın, elinde tuzlu bir balıkla merdivenlere oturmuş, hem balığı merdiven basamağına vuruyor, hem de kötü kaderinden şikâyet ediyordu. Kapının önünde bir sürü sarhoş arabacı ve asker birikmiş, onunla alay ediyorlardı. Bir gün gelecek sen de öyle olacaksın; bana inanmıyor musun? Biliyor musun, ben de inanmak istemiyorum... Ama düşünüyorum, belki o kadın da uzak bir yerlerden buraya gelmişti, o da saf bir kızdı ve konuşurken utancından yanakları kızarıyordu... O da senin gibiydi belki, gururlu ve alıngan... Ağır hareketler edip bir kraliçe gibi davranırdı. Bir gün seveceği adamın ne kadar da mutlu olacağını düşünürdü. Ama bak!.. Şimdi ne halde? Saçları dağınık, üstü başı hırpalanmış bu sarhoş kadın, balığı merdivenlere vururken babasının evinde geçirdiği günleri düşünmemiş midir acaba? Okula gidiyordu belki ve komşularının oğlu, onun yolunu gözler, ateşli aşk yeminleri eder, tüm varlığını onun uğruna feda edeceğini söylerdi... Sevgileri hiç bitmeyecek ve büyür büyümez de evleneceklerdi... Hayır Liza, hayır... Sen de demin anlattığım veremli kız gibi bir bodrum köşesinde öleceksin. Hastaneye götüreceklerini söylüyorsun, keşke öyle olsa... Patronun götürür mü acaba? Verem, humma gibi bir hastalık değildir; son nefesine kadar sağlıklı olduğunu sanırsın. Patronun da zaten bundan çok hoşnut olacaktır. Artık ölümün iyice yaklaşınca da herkes sırtını çevirecek ve senden uzaklaşacaktır. Neden mi? Artık sen onların işine yaramayacaksın da ondan. Ölmediğin ve hâlâ yer işgal ettiğin için sana bir sürü de kızarlar. Su istediğin zaman küfrederek verir, "Gebermedi kahpe! İniltileri uyutmuyor bizi, müşteriler de rahatsız oluyor," diye söylenir
126
ler. Doğru söylüyorum, bu laflan kulaklarımla duydum. Sonra da seni bodruma atarlar. Karanlık, nemli, iğrenç kokulu bir yerde düşünmek için çok fırsatın olur. Öldüğünde de hemen götürürler seni, arkandan ne bir ağlayan, ne de dua eden olur. Alelacele bir tabuta koyar ve alır götürürler seni... Sonra da doğruca meyhaneye giderler. Mezar, ağzına kadar su doludur; sulusepkenle beraber buz gibi de bir ayaz vardır. O havada sana tören yapacak değiller ya!.. "Hadi Vanyuha, indir!.. Kahpenin işine bak be, burada bile bacakları havada... Sıkı tut şu ipi, ahmak herif... Bırakma sakın..." "Bu da böyle olsa ne olur?" "Olur mu canım, yan duruyor, ne de olsa insan ölüsü... Tamam tamam, hadi toprağı at!" Senin için uzunca bir kavgayı bile çok görürler. Senin üzerim mavimsi bir çamurla öylesine kapadıktan sonra meyhaneye doğru yollanırlar. Çok geçmeden adın bile unutulmuş olur. Diğer mezarların başında çocuklar, babalar, eşler... Onlar için dua edip ağlayan o kadar insan varken, senin mezarına bir tek insan gelmez. Sanki hiç yaşamamışsın, Liza isminde biri hiç olmamış gibi unutulursun. Geceleri mezarlıkta hortlaklar çıkınca, tabutuna vur vurabildiğin kadar... "Ne olur, bırakın beni!.. Lütfen, dünyaya dönüp biraz daha yaşayayım. Dünyayı tanıyamadım, hayatın kıymetini anlayamadım... Sennaya genelevlerinde tükettim kendimi! Ne olur, izin verin dünyayı doyasıya yaşayayım!" diye bağır bağırabildiğin kadar.
Konuşmaya kendimi öylesine kaptırmıştım ki, boğazım kupkuru olmuş ve sesim kısılmaya başlamıştı. Neden bilmiyorum, birden konuşmamı kestim ve korkuyla sıçradım. Başımı yana doğru eğerek dinlemeye başladım. Korkuyla sıçramamı gerektirecek şeyler görmüştüm.
Liza'nın ruhu üzerine ağır darbeler indirdiğimi, yüreğini sarstığımı epeydir hissediyordum. Hedefime daha fazla yaklaştığımı hissederek tüm gücümle çabalıyordum.
127Kendimi çok kaptırmıştım bu oyuna... Ama bir oyun muydu bu acaba?
Zorlama, yapmacık, kitap gibi bir konuşmam olduğunu biliyordum. Ama kitap gibi konuşmaktan başka seçeneğim de yoktu. Bu yaptığım, hiçbir sıkıntı vermediği gibi işime geldiği için çok da hoşuma gidiyordu. Buna rağmen konuşmamın Liza üzerindeki etkisini görünce korktum doğrusu. Şunu söyleyebilirim ki, hayatım boyunca hiç böylesine ümitsiz bir insan görmemiştim.
Liza, yüzüstü uzanmış ve yüzünü sımsıkı sarıldığı yastığın içine gömmüştü. Hıçkırıklarından göğsünün paramparça olacağını zannettim. Dipdiri vücudu titriyordu. Göğsünde biriken hıçkırıklarını tutamıyor ve çığlıklar, haykırmalar şeklinde dışarı vurabiliyordu ancak. O zamanlar başını yastığa iyice gömüyordu. Üzüntüsünü ve gözyaşlarını evdeki tek bir insanın bile görmesini istemiyordu anlaşılan. Sürekli yastığı ısırıyor, bazen de kanatırcasına ellerini ısınyordu. (Elbette, bunu sonradan farkettim.) Parmaklarım dağılmış saçlarına daldırıyor, arada bir dişlerim sıkarak nefessiz nöbetler geçiriyordu. Onu sakinleştirecek, rahatlatacak bir şeyler söylemek istedim ama yapamadım. Sırtımda soğuk bir ürperti hissediyordum; üstümü başımı giyinip oradan gitmek için karanlıkta el yordamıyla ayağa kalktım. Öylesine karanlıktı ki içerisi, bir türlü giyinemiyordum. Karanlıkta elime bir kibrit kutusu geçti ve yanında içinde mum olan bir şamdan vardı. Liza, oda aydınlanır aydınlanmaz yataktan sıçrayarak doğruldu. Yüzü bir garip görünüyordu, dudaklarında da delice bir gülüş vardı. Boş boş bana bakıyordu. Yanına oturup ellerim tuttum. Birdenbire kendine gelerek bana doğru atıldı. Sarılmak istiyordu, ama cesaret edemedi ve başını sessizce önüne doğru eğdi.
— Liza, yavrum... Yapmamalıydım, beni affet! de
dim.
Parmaklarımı öyle kuvvetli sıktı ki, konuşmamın çok gereksiz olduğunu düşünerek sustum.
— Al, bu benim adresim. Gel bana Liza! Yüzüme bakmadan, kesin bir tarzda:
— Gelirim... diye fısıldadı.
— Ben gidiyorum... Hoşçakal, beklerim...
O da benimle beraber ayağa kalktı, kalkar kalkmaz yüzü kıpkırmızı oldu, bir titreme nöbeti geçirerek bir atkı aldı ve boynuna sardı. Atkıyı çenesine kadar sarındı, sonra da acıklı bir gülüşle bana baktı. Suratı kıpkırmızıydı ve bana çok garip bakıyordu. İçimde bir eziklik hissettim, oradan bir an önce uzaklaşmak istedim.
Salonun kapısına yaklaştığımda birden paltomdan tuttu ve:
— Durun biraz! dedi. Elinde tuttuğu şamdanı masanın üzerine hızlıca bırakarak içeriye doğru koştu.
Bir şey unutmuştu ya da bana göstermek istediği bir şey vardı. İçeriye giderken yüzü iyice kızarmıştı ve gözleri ışıldıyordu. Dudaklarında da hâlâ o gülümseme vardı. Acaba neden bekletiyordu beni? Mecburen bekledim.
Çok geçmeden geldi, yüzünde bağışlanmak ister gibi bir ifade vardı. Karşımda kuşkulu, suratı asık, inatçı o kız yoktu artık, yalvarır bir tarzda bakıyordu; yumuşak, sevgi dolu, güven veren bir bakışı vardı. Sanki bir çocuğun, bir şeyler isteyeceği zamanlar baktığı gibi bakıyordu. Sevgiyle beraber nefreti de hissettiren canlı, bal rengi gözleri vardı.
128
129Her şeyi anlayabilecek, çok üstün bir varlıkmışım gibi hiçbir açıklama yapmadan bir kağıt uzattı bana. O sırada yüzünde çocuksu bir zafer mutluluğu okunuyordu. Kağıdı açtım. Bir tıp fakültesi öğrencisinin ya da onun gibi bir öğrencinin mektubuydu. Gösterişli, çok süslü, bunun yanında da alabildiğine saygılı, Liza'ya yazılmış olan bir aşk mektubuydu. Kullanılan sözcükleri pek hatırlamıyorum ama çok içten ve samimi ifadeler vardı içerisinde. Mektubu bitirdiğim an, karşımda Liza'nın sabırsız ve meraklı bakışlarını buldum. Gözlerini benden ayırmıyor ve söyleyeceklerimi bekliyordu. Çok hızlı bir şekilde, bu gençle bir aile toplantısında tanıştıklarını anlattı. Tanıştıkları evin sahibi olan aile çok iyiymiş. Onun hakkında da hiçbir şey bilmiyorlarmış. Bu eve daha yeni gelmiş Liza. Burada kalmayı hiç düşünmüyormuş, borcunu ödeyip hemen gidecekmiş. O genç öğrenci de o toplantıdaymış; bütün gece beraber dans etmiş ve konuşmuşlar. Sonra bir de bakmışlar ki, birbirlerini çocukluklarından, Riga'dan tanıyorlarmış. Hatta beraber oyunlar oynarlarmış. Çocuk, onun tüm ailesini tanıyormuş, fakat şu anki durumu hakkında hiçbir şey bilmiyormuş. Böyle bir şeyi düşünmesi bile imkânsızmış... Toplantıdan sonraki gün (bundan üç gün önce) mektubu bir kız arkadaşıyla göndermiş...
Liza'nın anlatacakları bitince, utançla bakışlarını önüne çevirdi.
Kızcağız, bu mektubu en değerli mücevheri gibi saklamış; bir erkeğin onu içten bir sevgiyle, üstelik saygılı bir şekilde sevdiğini öğrenmem için bu mücevherini bana göstermişti. Büyük ihtimalle bu mektup çekmecede kalmaktan ileriye gidemeyecekti. Öyle olsa bile Liza, mektubu hayatının sonuna kadar sevildiğine dair bir belge olarak saklayacaktı. Şimdi de böyle bir geceden sonra, kendine bir değer kazandırmak ister gibi, belki de gurur duyarak mektubu bana getirmişti. Hiçbir şey söyleme
130
dim, elini sıktım ve çıktım. Oradan uzaklaşmak için aceleci davramyordum. Dışarıda sulusepken vardı hâlâ, ama ben yine de eve kadar yürüdüm. Yorgun, perişan, ezik bir halim vardı. İçinde bulunduğum şaşkınlıktan hâlâ kurtulamamıştım. Buna rağmen gerçek de gün yüzüne çıkmaya başlamıştı. Üstelik, olanca çirkinliğiyle...
131l
VIII
Gerçeği bir türlü kabul edemedim. Birkaç saat uyuduktan sonra uyandım ve bir gün önce olanları, Liza'ya söylediğim o duygusal laflan, çizdiğim o acımaklı, hüzünlü tabloları düşündüğümde çok şaşırdım. "Yuh sana! Bunalımlı karılardan hiç farkın kalmıyor bazen..." diye düşündüm. "Ne demeye adresimi verdim o kıza, anlamıyorum. Bir de gelirse ne yapacağım ben? Gelirse gelsin, ne olacak sanki..." Aslında üzerinde durulacak konu bu değildi. En kısa zamanda, Zverkov'la Simonov'un karşısında kırılan onurumu tamir etmeliydim. En büyük problem buydu... Bunca sıkıntı arasında Liza aklıma bile gelmemişti doğrusu.
Bir an önce, dün Simonov'dan aldığım parayı geri vermeliydim. Benim için en umutsuz yöntemi denemeye karar verdim. Anton Antonoviç'ten on beş ruble borç isteyecektim. Tanrı'ya şükürler olsun ki iyi bir gününe rastgeldim, Anton Antonoviç parayı hemen verdi. Öyle sevinmiştim ki bu duruma, borç senedini imzalarken bir taraftan da, çok önemsiz bir şeyden bahseder gibi, "Dün Hotel
de Paris'teydik. Bir arkadaşımız için veda partisi düzenlemiştik. Arkadaşım, çocukluktan beri tanıdığım yakın bir dostumdur; asil bir aileden, çok zengin, işinde çok başarılı, şakacı, hoş ve fazlaca çapkın birisi... Şu bilinen kadınlarla çapkınlıklarının haddi hesabı yoktur. Dün de neredeyse yarım düzineden fazla kaçırdık..." ve daha birçok şey...
Bunları anlatırken çok rahat, kendimden emin ve halimden memnun görünüyordum.
Eve döner dönmez, Simonov'a bir mektup yazdım. Mektup, efendilere yakışır bir tarzda açık ve samimi bir dille yazılmıştı; şimdi bile aklıma geldikçe gurur duyarım. Çok büyük bir beceriyle, oldukça nazik ve lafı uzatmadan tüm suçun bende olduğunu yazıyordum. Eğer kusurumu söylememe izin verilirse, saat beşten altıya kadar içtiğim iki kadehle sarhoş olduğumu söylüyordum. Mektupta Simonov'dan özür diliyor, bu özrün diğerlerine, özellikle Zverkov'a iletilmesini istiyordum. "Tam olarak hatırlayamıyorum, ama galiba Zverkov'u küçük düşürdüm," dedikten sonra, "Başımın ağrısı olmasa, ondan da önemlisi utanmasam kendim gelecektim," diye devam ettim. Mektup çok rahat bir ifadeyle ve nezaket kurallarının dışına çıkmadan yazıldığı için çok memnundum. Önceki akşam yaşanan rezil olayları, belki de hiçbir açıklamanın beceremeyeceği bir tarzda önemsemediğimi belirtiyordum. Kendisine saygı duyan, akıllı bir efendiye yakışır bir biçimde olaylara baktığımı belirtiyor, aslında beylerin düşündüğü gibi yerin dibine geçmediğimi söylüyordum. Şunu unutmamaları gerekir ki, "insan hatasız olmaz."
Sonra mektubu baştan tekrar okudum. Şöyle düşünüyordum: "Bunları ancak soylu bir insan yazmış olabilir. Ne de olsa okumuş bir aydınım ben. Şu içinde bulunduğum durumdan başka birisi kesinlikle kurtulamazdı. Ben
132
133çok rahat bir şekilde kurtulduğum gibi şimdi bu durumla alay ediyorum, çünkü zamanın okumuş aydınlarındanım. Şarap, tüm bu olanların nedeni olabilir mi? Hayır, kesinlikle hayır... Akşam beşle altı arası bir damla bile içmedim. Simonov'a yalan söyledim, üstelik hiç de utanmadan. Gerçi, şimdi de utanmıyorum ya... Aman, boşver bunları! Kurtuldun ya bu dertten, ona bak sen!..."
Altı rubleyi de içine koyup, Apollon'u mektubu Simonov'a götürmesi için ayarladım. Apollon, içinde para olduğunu öğrenince garip bir saygıyla mektubu götürmeyi kabul etti.
Akşama doğru biraz dolaşmak için dışarı çıktım. Hâlâ başını ağrıyor ve midem bulanıyordu. Ortalığa karanlık çöktükçe düşüncelerim ve duygularım değişmeye, birbiri içine girmeye başladı. Ruhumun derinliklerinde bir şeyler beni oldukça sıkıyor, içimi daraltıyordu.
Her zaman şehrin en kalabalık semtlerinde; Sdovaya caddesinde, Yusupov parkında ve Meşçanskaya sokaklarında dolaşmayı severdim. Akşam karanlığında, işlerinden çıkıp evlerine giden işçilerin o hırçın ifadeleriyle, üçbeş kuruş için gösterdikleri basitlikleri seyretmek çok hoşuma giderdi. Bu akşam ise, bu kalabalık sinirlerimi bozuyordu. Bir türlü zihnimi toparlayamıyordum. Sanki bir cinayet işlemişim gibi ruhumda büyük bir sızı duyarak eve döndüm.
Üzüntüm, Liza'nın gelebileceğini düşündükçe daha da artıyordu, fin garip olanı da dün yaşadıklarım içinde Liza'nın farklı bir konumda olmasıydı. Diğer olup bitenleri çoktan unutmuştum, yalnızca Simonov'a yazdığım mektubun sevinci vardı üzerimde. Fakat Liza'ya gelince, tüm sevincim ortadan kalkıyordu. Sanki beni üzen tek sebep oydu. "Ya gelirse, ne yaparım?" diye düşünüyordum. Sonra da, "Gelirse gelsin, ne yapayım!" diyordum. Ama gelir
134
se şu halimi görecek. Dün bir kahraman gibi davrandım ona, peki ya bugün... Bu kadar ileri gitmemeliydim. Şu evin haline bak!.. Üstelik şu kılıkla veda partisine de gittim. Bir de içinden kırpıntılar dökülen şu eski kanepe var. Hele şu sabahlık, hiç kusurumu kapatamayacak bir halde. Geldiğinde, bunlar yetmiyormuş gibi Apollon'u da görecek. O herif kızı tersleyecektir mutlaka, sırf bana saygısızlık etmek için. Ben de her zamanki gibi saçma sapan hareketler yaparak bir yandan sırıtıp, bir yandan da sabahlığımın önünü ilikleyeceğim. Bu arada da alabildiğine yalan söylerim. Aman Tanrım, ne kadar aşağılık bir herifim ben. Ama, asıl kötü olan bu değil. Bundan daha kötüsü, yine o yalan maskesini takacağım kendime. Asıl kötü olan da bu işte!.."
Bunları düşününce öfkeden patlayacak gibi oldum:
— Utanacak ne var ki? Dün çok içten konuştum, Liza'nın da bazı duyguları hissetmesini istemiştim. Ağlaması onun için iyi oldu, biraz kendine gelir...
Ne yaparsam yapayım, kafamdaki düşünceleri atamıyordum. Her şey karmakarışıktı.
O gece eve döndükten sonra saat epey ilerlemiş olmasına rağmen, Liza'nın gelemeyeceğim bildiğim halde o hep gözümün önündeydi. Üstelik, hep o aynı duruşuyla. Dün geceden aklımda kalan tek görüntü, kibriti çaktığım anda yüzündeki acı dolu buruşukluk ve hüzünlü bakışlardı. Yüzündeki o delice gülüş, çok yapmacık ve acı doluydu. Hiç aklıma gelmezdi, on beş sene sonra bile, Liza'yı o garip gülümsemesi ve buğulu bakışlarıyla hatırlayacağım.
Kendimi, ertesi gün, bu yaşadıklarımı sinirlerimin bozukluğundan uydurulmuş hikâyeler olarak görmeye hazırlamıştım. Yaşadığım olayları böyle görmek, benim
135
en büyük zaafımdı. "Her şeyi öylesine büyütüyorum ki, bu yüzden işlerim hep aksi gidiyor," diye düşünüyordum; üstelik bu düşüncenin bana korku verdiği de oluyordu. O günlerde bütün düşüncelerim, "Liza gelecek, kesinlikle gelecek," teraneleriyle sonlanıyordu. Bu fikirler, beni çıldırtacak hale geliyordu bazen. "Gelecek, kesinlikle gelecek," diye bağırarak odanın bir ucundan diğer ucuna yürüyüp duruyordum. "Bugün gelmese de yarın gelir, bak görürsün, gelecek... Temiz kalpli insanların bu romantikliğini Tanrı kahretsin! Şu iğrenç ruhların ahmaklığına, kabalığına, küçüklüğüne lanet olsun!.. Hepinizin canlan cehenneme! Neden anlamıyorlar, neden?.."
Düşüncelerimde tam bu noktaya geldiğimde şaşkınlıktan olduğum yerde kalakalıyordum.
"Bir insanın hayatım şekillendirmek için bu kadar az ve yapmacık söz, (üstelik kitaplardan alıntı) bir iki içten hareket yetti! Bakir bir ruh ve işlenmemiş bir maden bu işte..." diye düşünüyordum.
Bazen Liza'ya gitmeyi ve her şeyi anlatıp bana gelmemesi konusunda onu ikna etmeyi düşünüyordum. Sonra da çok büyük bir öfke duyuyor ve Liza yanımda olsaydı yüzüne tükürür, aşağılar ve öldüresiye döverdim, diye içimden geçiriyordum.
Aradan birkaç gün geçip de Liza hâlâ gelmeyince biraz rahatlamıştım. Hele akşamları vakit iyice ilerleyince keyfime diyecek olmuyordu. Bazen güzel hayallere daldığım da oluyordu. Liza, bana gelip gitmeye başlıyor ve ben, onu konuşmalarımla doğru yola sevkediyordum. Okuyup, bir şeyler öğrenmesine yardımcı oluyordum, sonra da Liza'nın bana delicesine aşık olduğunu anlıyordum ama anlamamazlıktan geliyordum. (Neden böyle anlamamazlıktan geldiğimi bilmiyorum, galiba böylesi daha hoştu.) Sonra Liza, daha fazla dayanamayıp ayaklarıma ka
136
panıyor ve beni ne çok sevdiğini itiraf ediyordu. Ben de şaşkın bir eda ile: "Liza, benim de seni sevdiğimi anlamıyor musun?" diyordum. "Senin beni sevdiğini elbette ki biliyordum, ama ilk senin söylemeni bekliyordum. Senin üzerinde etkili olduğumdan, şükran duygularınla beraber, beni sevmek için kendim zorlamandan korkuyordum. Böyle bir kabalığı asla yapamam. (Daha sonra da George Sand tarzında Avrupa romantizmi üzerine birçok laf ediyordum...) Sen, tüm saflığın ve güzelliğinle benim eserimsin, benim biricik karımsın!.."
"Evime başın dimdik ve korkmadan, Evimin kadını olarak gir!.."(*)
Sonra da bizim için mutlu günler başlıyor, uzun seyahatler düzenliyorduk... Daha bunun gibi birçok hayal... Bütün bunlardan sonra, böyle hayaller kurduğum için kendimden utanıyor ve alay ediyordum.
Daha sonra kendi kendime, "İzin vermezler o kahpeye, onları istedikleri zaman dışarı bırakmazlar zaten, hele akşam vakti hiç olmaz!.." diye söyleniyordum. (Neden bilmiyorum ama, hep Liza'nın bana akşam saat yedide geleceğini düşünüyordum.) Ama oraya bağlı olmadığını, özel bir anlaşma yaptığını, borcunu ödeyince ayrılacağını söylemişti bana... Eminim, kesinlikle gelecek...
Tanrı'ya şükürler olsun ki, o aralar Apollon iyice kabalaşmıştı ve bu, beni oyalıyordu. Artık ona sabredemeyecek duruma gelmiştim. Tanrı'nın benim için yarattığı bir cezaydı bu herif ve ömrümü yiyip bitiriyordu. Özellikle son yıllarda iyice bozulmuştu aramız ve ondan nefret ediyordum artık. Hele bazı zamanlar içimdeki nefret öylesine kabarırdı ki, ancak Tanrı bilir bunu. Aslında oturaklı, yaşlı bir heriftir Apollon. Elinden dikiş dikmek bile ge
(*) Puşkin'in bir şiirinden.
137lir. Bilmem neden, o da bana hep yukarıdan bakar, değer vermezdi. Sadece bana d.eğil, herkese karşı aynı şekilde davranıyordu. Briyantinleyip taradığı düz san saçlarına, alnındaki perçemine, "V" şeklinde kapanan koca ağzına bakınca, kendine çok fazla güvenen bir insan bulurdunuz karşınızda.
İnanılmaz derecede bilgiç bir insandır Apollon, hayatım boyunca onun gibisini görmedim. Sanki Büyük İskender karşınızdadır, kendisini o kadar pahalıya satar. Adam, neredeyse elbiselerinin düğmelerine, tırnaklarına bile aşıktı. Buna rağmen sertliği de elden bırakmazdı; bana karşı her zaman yüksekten, alaycı bir bakışla bakardı, bu da beni çileden çıkarırdı. Bana büyük bir lütufta bulunuyormuş gibi hizmet ederdi. Doğru düzgün iş yaptığı da pek söylenemez gerçi, hiçbir görevi üstüne alınmazdı çünkü. Beni, her ay parasını aldığı, bu nedenle yanında bulundurmak zorunda olduğu bir salak olarak görüyordu. Ayda yedi rubleye benim evimde keyif çatmayı zoraki kabul etmiş gibi bir hal vardı üzerinde. Zannediyorum ki, günahlarımın çoğu, bu adamın çektirdikleriyle ortadan kalkmıştır.
Herif, yürüyüşüyle bile benim sinirlerimi bozuyordu. Konuşması da peltekti ve bu, cinlerimi iyice tepeme topluyordu. Dili ağzına o kadar büyük geliyordu ki, ıslık sesleri çıkararak, şapırtılı şapırtıh konuşurdu. Bir de bu iğrenç konuşmasıyla marifet yaptığını sanırdı. Ellerini arkasına bağlar, gözlerini yere indirir ve konuşurken hecelerin üzerinde tek tek dururdu. Tüm bunların yanında, beni sinir eden başka bir şey de, kendi odasında Zebur okumasıydı. Ah! Bilseniz ne sıkıntılar çekmişimdir onun Zebur okumalarından. Geceleri çok monoton bir şekilde, sözcüklerin hepsini uzata uzata, tıpkı bir ölünün başında dua ediyormuş gibi okurdu Zebur'u. Hatta Zebur okuma işini o kadar ilerletti ki, şimdi para karşılığı ölülere oku
138
yor. Bununla da kalmayıp fare öldürme ve ayakkabı boyacılığı işleri de yapıyor.
O dönemler benimle çok kuvvetli bağlar kurmuştu. Onu kovamıyordum bir türlü, zaten kovsam da o gitmezdi. Doğrusu ben de bu saatten sonra pansiyon köşelerinde yaşayamazdım. Yaşadığım bu ev, beni insanlardan saklayan ve koruyan bir kabuk gibiydi. Apollon da artık bu evin bir parçası olmuştu, bu nedenle onu yedi yıldır kovamıyordum.
Apollon'un aylığını birkaç gün bile olsa asla geciktiremezdim. Beni öylesine sıkıştırırdı ki, kaçacak delik arardım. O günlerdeki kızgınlığımı, Apollon'un aylığını iki hafta geciktirerek çıkarmak geldi aklıma. Böyle bir şeyi uzun bir süredir, neredeyse iki yıldır istiyordum zaten. Amacım, bana istediği gibi karşı koyamayacağını, istediğim an onun aylığını kesebileceğimi kanıtlamaktı. Para konusunda da tek kelime etmeyecek ve yüzsüzlük ederek onun benden istemesini bekleyecektim. Sonra da çekmeceyi açıp yedi rubleyi alacak ve sadece vermek istemediğim için vermeyeceğimi söyleyecektim. Vermiyordum, çünkü canım böyle istiyordu; çünkü ben efendiydim, o da saygısız bir uşaktı. Eğer aylığını nazik bir dille isterse, muhtemelen hemen yumuşayıp verirdim. Böyle yapmadığı takdirde haftalarca, belki de bütün bir ay parasını bekleyecekti.
Tüm kızgınlığıma rağmen Apollon'a dört gün sonra yenik düştüm. Bilinen yöntemini kullandı yine. (Daha önceleri de aynı şeyi yapmayı denemiştim, o nedenle nasıl tepki vereceğini tahmin edebiliyordum.) Yaptığı şey şuydu: Ben işe giderken ya da gelirken, evin girişinde durup bana dik dik bakardı uzun süre. Eğer bu bakışları beni caydırmaz, etkili olmazsa başka yöntemler denerdi. Kendi odamda kitap okurken ya da üzerimi giyinirken sessizce
139
gelir ve kapıda dikilirdi. Bir ayağını ileri atar, bir elini arkasına alır ve bana aşağılayıcı, küçümser bir şekilde bakmaya başlardı. Ne istediğini sorduğumda ise hiçbir karşılık vermez, bir süre bakışlarına devam eder, sonra da garip bir tarzda dudaklarını bükerek odasına doğru yollanırdı. Aradan bir iki saat ancak geçerdi ki, Apollon yine dikilirdi karşımda. Bazen öylesine sinirlenirdim ki, ne istiyor diye sormazdım bile. Ben de ona sert, emir verir gibi bakardım. Bu bakışmalar birkaç dakika sürdükten sonra Apollon, tekrar odasına dönerdi, tabii birkaç saatliğine...
Ben parasını vermemekte ne kadar ısrar edersem, Apollon da o uzun bakışlarında ve iç geçirmelerinde o kadar ısrar ederdi. Böyle iç geçirerek ruhumun ne kadar alçaldığını ölçüyordu sanki. En sonunda artık dayanamayacak hale gelirdim. Önce bir güzel bağırır çağırır, sonra da parasını çıkarıp verirdim.
Apollon, her zamanki "sert bakış" uygulamasına geçmişti ki, dayanamayıp üzerine saldırdım. Sinirden çatacak birini arıyordum zaten. Bir elini arkasına almış, ağır adımlarla odasına gidecekken arkasından bağırdım:
— Dur!.. Buraya gel!.. Sana gel diyorum!..
Galiba çok fazlaca bağırmıştım ki Apollon, derhal döndü ve bana şaşkın gözlerle bakmaya başladı. Buna rağmen konuşmuyordu, bu da iyice çileden çıkarıyordu beni.
— Hangi cesaretle ben çağırmadan odama girebiliyorsun? Yüzüme böyle dik dik bakabiliyorsun? Cevap ver bana!., diye bağırdım.
Herifin umurunda bile değildi, hâlâ bakışlarını çekmemişti üzerimden. Sonra da odasına gitmek üzere yürümeye başladı.
140
Sinirimden ne yaptığımı bilmiyordum.
— Dur!., diye haykırdım. Sakın kımıldama! Tamam işte, şimdi odama neden girdiğim anlat bakalım...
Hiç tınmıyordu... Başını ve kaşlarını kaldırarak, hiç duyulamayacak bir sesle, yavaş yavaş:
— Benden bir şey istersiniz diye geldim, ne de olsa benim işim bu, dedi.
Sinirimden titremeye başlamıştım.
— Bunu sormadım sana canavar herif!., dedim. Neden mi buraya geliyorsun? Aylığını vermiyorum ve sen de istemeyi gururuna yediremeyip bana hiçbir şey söylemiyorsun. İğrenç bakışlarınla da beni cezalandıracağını zannediyorsun. Öylesine aptalca, saçma sapan bir davranış ki bu, ancak senin gibi canavarlar yapabilir, canavar!.. Apollon aynı sakinlikle odamdan çıkmaya yeltenmişti ki, yakasına yapıştım.
— Bana bak!.. Paran burada işte, gördün mü? (Bu arada çekmeceden parayı çıkararak gösterdim.) Hepsi yedi ruble. Ama saygılı bir biçimde benden özür dilemediğin sürece tek kuruşunu alamazsın, anladın mı?
— Öyle şey olur mu hiç?., dedi hayretle.
— Olur elbette, olacak da!..
Bütün o bağırmalarım hiç etki etmemiş gibi o sakin sesiyle cevap verdi:
— Sizden özür dilememi gerektirecek hiçbir sebep yok!.. Canavar diye bağıran sizsiniz. Üstelik bana hakaret ettiğiniz için gidip sizi karakola şikâyet edebilirim.
— Ne duruyorsun öyleyse, gidip şikâyet etsene!.. Hemen, şimdi, şu anda... Ne istersen yap, ama sen bir ca
141
navar olmaktan asla kurtulamayacaksın!.. Canavar!..
Bana bir bakış fırlatarak, hiç umursamadan başı önünde çıktı odamdan.
Apollon çıktıktan sonra, bütün bu olanların Liza'nın yüzünden olduğunu düşünmeye başladım. Eğer o olmasaydı bunlar yaşanmayacaktı. Bir süre sonra tüm ciddiyetimi takınarak Apollon'un odasına doğru yürüdüm. Kalbim çok hızlı atıyordu. Çok yavaş konuşuyordum:
— Apollon!.. dedim. Derhal karakola git, buraya bir polis göndersinler.
Apollon, masaya oturmuş, gözlüğü gözlerinde, bir şeyler dikiyordu. Söylediklerimi duyunca gülmesi gelmişti.
— Hemen şimdi gidiyorsun. Yoksa çok pişman ederim seni bilmiş ol!..
Başını kaldırmadan elindeki iğneye iplik geçirmeye çalışıyordu. Bu arada kısık bir sesle:
— Galiba keçileri kaçırdınız. Hiç insan kendi kendini şikâyet eder mi? Beni korkutmak istiyorsanız boşuna uğraşmayın. Hiçbir şey yapamazsınız.
Omuzlanndan yakaladım ve çığlık çığlığa bağırdım:
— Hadi git!..
Suratına bir yumruk patlatmama ramak kalmıştı.
Tam o anda giriş kapısının sessizce açıldığını, içeriye birisinin girdiğini ve olanları seyrettiğini farkettim. Başımı çevirip de gelenin kim olduğunu görünce, utanç içinde odama doğru koştum. Saçlarımı avuçladım, duvara yaslandım ve bir ölü gibi öylece kalakaldım.
Bir süre sonra Apollon'un ayak sesleri duyuldu. 142
Kızgın bir bakışı vardı:
— Bir kadın sizinle görüşmek istiyor, dedi. Sonra da yana doğru çekilip Liza'ya yol verdi. Odadan çıkmıyor ve alaycı bir ifadeyle bizi süzüyordu.
Kızgın bir ifadeyle:
— Çık dışarı, çık!., diye bağırdım.
O anda duvar saatimden horultuya benzer bir ses çıktı: Saat yediyi vuruyordu.



1 yorum:

Adsız,  8 Aralık 2008 11:57  

"Şimdiye kadarki" derken "ki" bitişik olacaktı; dalgınlığınıza gelmiş sanırım. :) Bu arada, alıntıladığınız bölüm çok güzel. :)

Site Hakkında...

Karşılaştırmalı Edebiyat şimdiye kadar
kez ziyaret edildi. İlginize teşekkür ederiz ::
© 2006-2010 9Kare.Net Yazı İşleri Ürünüdür :: iletişim ::
Resized Header Image Copyright © DHester by freewebpageheaders.com

© Blogger templates The Professional Template Tasarım: Ourblogtemplates.com 2008


PageRank Checking Icon

Takipçilerimiz